|
EFEND�M�Z�N P�K NESEBLER�
Cenab-� Hak, insanl���n babas� Hz. Âdem’i yaratm��t�.
Ba��n� kald�r�p bakan Âdem (a.s.), Ar�-� Âlâ’da muazzam bir nurla bir isim yaz�l� gördü: “Ahmed”
Merak edip sordu: “Yâ Rabbi! Bu nur nedir?”
Allah Teâlâ buyurdu: “Bu, senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. E�er o olmasayd�, seni yaratmazd�m!”1
�man�m�zla kabul etti�imiz bu muazzam gerçe�i, milyarlarca sene sonra gelen o nurun sahibi de, bütün aç�kl���yla ifade buyurmu�lard�r.
Bir gün ashaptan Abdullah b. Câbir (r.a.), “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bana, Allah’�n her �eyden evvel yaratt��� �ey nedir, söyler misin?”
�u cevab� verdiler:
“Her �eyden evvel senin Peygamberinin nurunu, Kendi nurundan yaratt�. Nur, Allah’�n kudretiyle diledi�i gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güne�, ne ay, ne insan ve ne de cin vard�.”2
Semây� bütün ha�metiyle ayd�nlatan nur, sonra ilk olarak Hz. Âdem’in aln�nda parlad�. Sonra peygamberden peygambere geçerek Hz. �brahim’e (a.s.) kadar geldi. Ondan da o�lu Hz. �smail’e intikal etti.
“Peygamberlerin Babas�” olarak an�lan Hz. �brahim’in iki o�lu vard�: �shak ve �smail (a.s.). O, o�lu �shak’�n neslinden birçok peygamberin gelece�ini Cenab-� Hakk’�n ilham�yla bilmi�ti. Ancak çok sevdi�i Hacer’den dünyaya gelen o�lu �smail’in (a.s.) neslinden peygamber gelip gelmeyece�i meçhul idi.
Bununla birlikte, ahir zamanda büyük bir peygamberin gönderilece�ini de biliyordu. Bu sebeple de, Son Peygamberin, çok sevdi�i o�lu �smail’in neslinden gelmesini �iddetle arzu ediyordu.
�lk bânisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk mâbedi Kâbe, uzun zaman�n geçmesiyle y�k�lm��, adeta yerle bir olmu�tu. Hz. �brahim, bu mukaddes binan�n tekrar in�as� için Cenab-� Hak’tan emir ald� ve o�lu �smail’le birlikte derhal çal��maya koyuldu.
Kâbe’nin in�as� tamamlan�nca, baba o�ul ellerini dergâh-� �lâhî’ye açarak �öyle yalvard�lar:
“Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber gönder; ki o, onlara ayetlerini okusun, kitab� ve hükümlerini ö�retsin, onlar� günahlardan temizlesin!”3
��te, Cenab-� Hak, yap�lan bu samimi duay� cevaps�z b�rakmad� ve Hz. �smail’in neslinden, Peygamberlerin Reisi Hz. Muhammed’i (a.s.m.) göndererek kabul etti. Bu gerçe�i bizzat Kâinat�n Efendisi, “Ben, babam �brahim’in duas�y�m”4diyerek ifade buyurmu�lard�r.
Hz. �smail’in evlat ve torunlar� gittikçe ço�ald� ve Arap Yar�madas�’n�n her taraf�na da��ld�. �çlerinden Adnano�ullar�, onlar içinden Mudaro�ullar� ve onlar içinden de Kurey� kabilesi di�erlerinden üstün ve farkl� oldu. Kurey� kabilesi içinde ise, Hâ�imîler kolu, hepsinden daha çok fazilet ve �eref buldu.
Bu gerçe�i de bizzat kendileri �u �ekilde ifade buyurmu�lard�r:
“Allah, �brahimo�ullar�ndan �smail’i, �smailo�ullar�ndan Kinâneo�ullar�n�, Kinâneo�ullar�ndan da Kurey�’i, Kurey�’ten de Benî Hâ�im’i, Benî Hâ�im’den de beni seçmi�tir.”5
Bütün kaynaklar�n ittifakla belirttikleri, Kâinat�n Efendisinin yirmi dedesine kadar uzanan neseb silsilesi �öyledir:
“Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Abdülmuttalib (as�l ismi �eybe), Hâ�im, Abdi Menaf [Mu�îre], Kusayy, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike [Amir], �lyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan.”6
��te, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri, bu zâtlard�. Her birinin zürriyeti ço�alm�� ve her biri pek çok cemaatin reisi, birçok kabile ve a�iretin dedesi ve babas� olmu�lard�r.
Ancak ne vakit birinin iki o�lu olsa veya bir kabile iki kola ayr�lsa, Sevgili Peygamberimizin soyu en �erefli ve en hay�rl� olan tarafta bulunur ve her as�rda onun büyük dedesi kim ise yüzünde parlayan müstesna nurdan bilinirdi.
Yirminci Dededen Sonraki Neseb Çizgisi
Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci dedesi olan Adnan’�n, Hz. �brahim’in neslinden oldu�u ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile �brahim (a.s.) aras�nda uzun bir zaman mesafesi vard�r. Bir k�s�m neseb âlimleri arada k�rk bat�n [göbek] bulundu�unu belirtirler.7
Buna binaen, aradaki zaman biriminin ne kadar uzun oldu�unu az çok tasavvur etmek mümkündür.
Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan’dan Hz. �brahim’e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak basamak tespit edilememi�tir. Baz� neseb âlimleri yedi, baz�s� da dokuz göbekte Hz. �smail’e Peygamber Efendimizin nesebini vard�rm��lard�r. Haliyle bu, arada birçok basama��n atland���n� ortaya koyar.
Adnan’dan Hz. �brahim’e kadar
Baz� âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan’dan Hz. �brahim’e vard�rd�klar� ikinci kademe neseb silsilesini �öyle s�ralarlar:
Adnan
Udd (veya Udad)
Mukavvim
Nahur (veya Sârih)
Teyrah
Ya’ruh
Ye�cub
Nabit
�smail (a.s.)
�brahim (a.s.)8
Ayr�ca �bni �shak, bundan sonra da Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb silsilesini ta Âdem’e (a.s.) kadar götürür.9 Ancak belirtelim ki di�er kaynaklar bu silsile üzerinde ittifak etmi� de�illerdir.
Peygamber Efendimizin Me�hur Dedeleri:
�üphesiz, Kâinât�n Efendisinin nurunu aln�nda �lâhî bir emanet olarak ta��yan atalar�n�n tamam� hakk�nda fazla bir bilgimiz yoktur. Atalar�ndan en çok bilgi sahibi olduklar�m�z ise, ona zaman bak�m�ndan en yak�n olanlar�d�r. Burada onlar�n hayat ve �ahsiyetlerine k�sa bir göz atmak yerinde olacakt�r.
Kusayy
Peygamber Efendimizin, as�l ismi Zeyd olan dördüncü ku�aktaki dedesi Kusayy, mühim bir �ahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre ad�nda erkek karde�i vard�.
Hz. Âdem’den beri devam edip gelen Nur-u Ahmedî’yi aln�nda ta��ma �erefi, bu iki karde�ten Kusayy’a ihsan edilmi�ti. Büyük o�ul oldu�u için, ailenin reisli�i vazifesi de kendisine verilmi�ti. Küçüklü�ünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusayy, büyüyünce Mekke’nin ileri gelen �ahsiyetlerinden biri oldu. Te�kilâtç�l���, idarecili�i, adaletli kararlar� ile k�sa zamanda Mekke halk� aras�nda büyük bir itimat kazand�. Bu sebeple Mekke’nin idaresi ona verildi. Mekke’yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ay�rd��� mahallelere o yerle�tirdi. Mekke’nin en mühim i�leri onun evinde görü�ülüp karara ba�lan�rd�. Kâbe’nin perdedarl���, hac�lar�n su ihtiyac�n�n kar��lanmas�, onlar�n a��rlanmas�, sava�a giderken bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etmek gibi mühim i�ler, ona emanet edilmi�ti. Kâbe’nin kar��s�nda ve kap�s� Kâbe’ye bakan ilk ev, onun için in�a edilmi�ti. Bu ev, Mekke’nin bir nevi hükûmet binas� veya içinde Mekke �ehir devletinin her türlü i� ve meselelerinin görü�üldü�ü bir parlamento idi. Kusayy’�n bu kona��, tarihte “Dâru’n-Nedve” ismiyle �öhret bulmu� ve Hicret’ten yar�m as�r sonras�na kadar da muhafaza edilmi�tir.
Kusayy, Mekke’de istisnas�z herkes taraf�ndan sevilir, say�l�rd�. Aln�nda ta��d��� Fahr-i Kâinat Efendimize âit nuru, onu bütün Mekke halk�n�n sevgilisi ve can dostu haline getirmi�ti.
Ya�lan�nca, âdetleri üzere aile reisli�i vazifesini en büyük o�lu Abdu’d-Dâr’a, “Sevgili o�lum! Seni bu kavme reis tayin ediyorum” diyerek teslim etti.
Ne var ki Abdu’d-Dâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip de�ildi. Hayat� boyunca da babas�n�n yerini dolduramad�. Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimizin kutsî nuru onun de�il, küçük karde�i Abdi Menaf’�n aln�nda parl�yordu. Onun da dört o�lu vard�: Hâ�im, Abdü’�-�ems, Muttalib ve Nevfel.10
Hâ�im
Hâ�im, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci ku�aktan dedesidir.
Mekke’nin ileri gelen e�raf�ndan olan Hâ�im, ticaretle u�ra��rd�. Hedefine oldukça yakla�t��� için Nur-u Muhammedî onun aln�nda daha ha�metli bir surette parl�yordu. Bu parlakl��� nisbetinde birçok üstün fazileti de üzerinde ta��rd�.
Son derece cömertti. Bir k�tl�k y�l�nda Mekke’de ekmek bulunmaz olmu�tu. O, �am’dan getirdi�i has bu�day unundan bembeyaz ekmekler yapt�rm��, birçok deve ve koyun kestirmi�, ekmek, et ve et suyu [tirit] ile bütün Mekke halk�na büyük bir ziyafet çekmi�ti.
Hâ�im, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes taraf�ndan sevilen, say�lan yüksek bir �ahsiyetin sahibi oldu�u için, ismi, ailesine ve soyuna ad olmu�tur. Bu sebeple, Fahr-i Kâinat Efendimizin de aras�nda bulunduklar� bu yüce soya, kendilerinden sonra “Hâ�imîler” denilmi�tir.
Hâ�im’in dört erkek çocu�u olmu�tu: �eybe [Abdülmuttalib], Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.11
Hâ�im’in sadece erkek çocuklar�ndan �eybe ile Esed zürriyet vermi�, di�erleri ço�almam��lard�r. �eybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci ku�aktaki dedesidir. Esed ise, Hz. Ali ve annesi Fât�ma’n�n day�s�d�r.
Ne var ki Esed sulbünden dünyaya gelen Hüneyn de zürriyet b�rakmay�nca, bütün Hâ�imîler sadece Abdülmuttalibo�ullar� kolundan gelerek ço�alm�� ve yeryüzüne da��lm��lard�r.12
�eybe [Abdülmuttalib]
Peygamber Efendimizin birinci ku�aktaki dedesidir. Do�u�tan ak saçl� oldu�undan kendisine “�eybe” ismini vermi�lerdi. Abdülmuttalib, onun lakab�d�r; ancak daha çok bu lakapla �öhret bulmu� ve an�lm��t�r.
Bu lakab� al���n�n hikâyesi �öyle anlat�l�r:
�eybe, küçüklü�ünde Medine’de day�lar�n�n yan�nda kal�yordu. Bir gün mahalle arkada�lar�, di�er çocuklarla, Medine’de bir meydanda ok at��� yap�yorlard�. Bütün çocuklar aras�nda, aln�nda parlayan Kâinat�n Efendisine âit nur sebebiyle rahatl�kla fark ediliyordu. Çocuklar�n bu yar��mas�n� seyretmek için büyüklerden bir kalabal�k da orada toplanm�� bulunuyordu.
Ok atma s�ras� �eybe’ye gelmi�ti. Okunu yay�na yerle�tirdi. Kendinden emin bir tav�rla yay�n� gerdi. Bir an nefesini kesip yay�n� sal�verdi. Yaydan f�rlayan ok, hedefe tam isabet etmi�ti! Herkes hayranl�k dolu bak��larla kendisine bakarken, o ise bu ba�ar�dan duydu�u sevinç ve heyecan� �u sözlerle dile getiriyordu:
“Ben, Hâ�im’in o�luyum! Ben, (Betha) Beyinin o�luyum! Okum elbette hedefini bulur!”
Seyre gelen büyükler, �eybe’nin bu övücü sözlerini duydular. Hâris bin Abdi Menafo�ullar�ndan biri yan�na yakla�t� ve sorup sual ederek onun Hâ�im’in o�lu oldu�unu ö�rendi. Mekke’ye dönü�ünde bu adam, durumu amcas� Muttalib’e anlatt� ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocu�un yabanc� ilde b�rak�lmas�n�n do�ru olmayaca��n� belirtti.
Muttalib, bu haber üzerine derhal Medine’ye vard�. �eybe’yi alarak Mekke’ye getirdi. Muttalib, terkisinde ye�eni �eybe’yle Mekke sokaklar�na girerken sordular: “Bu çocuk kim?”
Göz de�mesinden korkan Muttalib’in a�z�ndan, “Kölemdir” sözü ç�kt�.
Evine gelince, kar�s� Hatice de kendisine ayn� soruyu yöneltti. Yine cevab�, “Kölemdir” oldu.
Ertesi gün amcas�n�n kendisine ald��� güzel elbiselerle Mekke sokaklar�nda dola�maya ba�lay�nca, herkes onun kim oldu�unu merak etmeye ve sormaya ba�lad�. Bilenler, “Abdülmuttalib [Muttalib’in Kölesi]” diye cevap veriyorlard�.
��te, böylece o günden sonra, her ne kadar kim oldu�u bilâhare ortaya ç�kt�ysa da, �eybe’nin ad� “Abdü’l-Muttalib [Muttalib’in Kölesi]” olarak kald�.13
_________________________________________
1. Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye, c. 1, s. 6.
2. Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 7.
3. Bakara, 129.
4. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 175; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
5. �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 20; Müslim, Sahih, c. 7, s. 58.
6. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 1-3; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 55-56; Belâzurî, Ensabü’l-E�raf, c. 1, s. 12 v.d.; Taberî, Tarih, c. 2, s. 172-180.
7. Mevlânâ �iblî, Asr-� Saadet, c. 1, s. 119.
8. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 2; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 56.
9. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 2-4.
10. �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 66, 70, 74; Taberî, Tarih, c. 2, s. 181-185.
11. �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 75, 80.
12�bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 79-80.
13. �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 82-83.
ABD�LMUTTAL�B'�N R�Y�SI
Aradan y�llar geçti.
Aln�nda parlayan Kâinat�n Efendisine âit nur, onu Kurey�’in reisli�i makam�na getirip oturttu.
S�cak bir yaz günü idi.
Kâbe’nin yan�ndaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüya gördü. Rüyas�nda bir zât, kendisine �öyle seslendi:
“Kalk, Tayyibe’yi kaz!”
Sordu: “Tayyibe nedir?”
Fakat o zât, sorusuna hiçbir cevap vermeden uzakla��p gitti:
Uyanan Abdülmuttalib, heyecanl� idi. “Tayyibe” ne demekti? Tayyibe’yi kazmak nas�l olurdu? Rüyaya bir mana veremeden merak içinde o gün ve geceyi geçirdi.
Ertesi gün, ayn� yerde yine uykuya dalm��t�. Ayn� adam tekrar göründü ve seslendi: “Kalk, Berre’yi kaz!”
Rüyas�nda �a�k�na dönen Abdülmuttalib, yine sordu: “Berre nedir?”
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzakla��p gitti.
Abdülmuttalib, derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyand�. Ne var ki gördüklerine bir türlü mana veremiyordu. O gün ve geceyi yine gördü�ü rüyan�n tesirinde geçirdi.
Ertesi gün idi. Yine ayn� yerde yat�yordu. Ayn� adam gelerek kendisine, “Kalk” dedi. “Mednune’yi kaz!”
Derin uykuda Abdülmuttalib, adama, “Mednûne nedir?” diye sordu, ama adam yine cevap vermeden uzakla��p gitti.
Abdülmuttalib’in merak ve heyecan� son haddine ula�m��t�. Üç gün üst üste gördü�ü rüyan�n bo� olmad���n� elbette biliyordu; ama manas�n� anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip de�ildi.
Dördüncü gün yine ayn� yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, ayn� adam�n geldi�ini gördü. Adam bu sefer �öyle seslendi:
“Zemzemi kaz!”
Abdülmuttalib, “Zemzem nedir, nerededir?” diye sorunca da adam�n cevab� �u oldu:
“Zemzem bir sudur ki hiç kesilmez, dibine erilmez. Hac�lar�n su ihtiyac�n� onunla kar��lars�n. O, Kâbe’de kesilen kurbanlar�n kanlar�n�n döküldü�ü yer ile terslerinin gömüldü�ü yer aras�ndad�r. Alaca kanatl� bir karga gelip oray� gagalar. Orada kar�nca yuvas� da vard�r!”1
Uyanan Abdülmuttalib’in heyecan�na bu sefer sevinç de kat�lm��t�. Çünkü rüyay� manaland�rmak için ipucunu elde etmi�ti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildi�ini duymu�tu. Fakat onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den dü�man istilâs� önünden kaçarken Kâbe’nin bütün k�ymetli mallar�n� zemzem kuyusuna atm��, kuyunun üstünü de toprakla bir edip belirsiz bir hale getirmi�lerdi. O zamandan beri zemzemin ismi var, kendisi yoktu.2
Abdülmuttalib, art�k zemzemin yerini bulup kazmakla vazifelendirildi�ini anlam��t�. Derhal ara�t�rmaya koyuldu. Rüyas�nda kendisine ö�retilen yere gitti. Bu s�rada alaca kanatl� bir kargan�n süzüldü�ünü ve yere konarak gagas�yla bir yeri kar��t�rd�ktan sonra havalanarak gö�e do�ru yükseldi�ini gördü.
Abdülmuttalib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalm��, hayat bah�eden bir kuyuyu bulma ve ortaya ç�karma �erefine erecekti. Zemzemin yerini tespit etmi�ti ve s�ra, kazmaya gelmi�ti. Bu �erefi ba�kas�na kapt�rmak ve bu s�rr� ba�kalar�na açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün yan�na bir tek o�lu olan Hâris’i alarak tespit edilen yere gitti ve kazmaya ba�lad�lar. Bir müddet devam eden kaz� sonucu zemzem kuyusunun örülmü� duvar ta�lar�yla bir daire �eklindeki a�z� meydana ç�kt�. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanl�yd�. Adeta gözlerine inanam�yordu. Ama gözlerine inansa da inanmasa da görünen, bir kuyu a�z� idi. Tekbir getirmeye ba�lad�: “Allahü Ekber! Allahü Ekber!”
Abdülmuttalib ve Kurey� �leri Gelenleri
Abdülmuttalib’in bu faaliyetini ba��ndan beri gözleyen Kurey�liler, i�in art�k ortaya ç�kmak üzere oldu�unu fark edince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra Kurey� büyükleri, kaz�lan yere geldiler ve Abdülmuttalib’e, “Ey Abdülmuttalib! Bu, babam�z �smail’in kuyusudur. Onda bizim de hakk�m�z var. Bizi de bu i�e ortak et” dediler.
Abdülmuttalib, “Hay�r, yapamam” dedi. “Bu i� sadece bana tahsis edilmi� ve aram�zdan ancak bana verilmi�tir!”
Abdülmuttalib’in bu kesin cevab�, Kurey� ileri gelenlerinin ho�una gitmedi. �çlerinden Adiyy b. Nevfel �öyle konu�tu:
“Sen, yaln�z bir adams�n. Tek o�lundan ba�ka dayanaca��n bir kimsen de yok. Nas�l olur da bize kar�� gelir, bize boyun e�mezsin?”
Bu söz, Abdülmuttalib’in adeta içini yakt�. Çünkü Kurey�liler, onu kimsesizlikle küçümsüyorlard�. Bu anlay��tan fazlas�yla rahats�z oldu�unu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini �öyle döktü:
“Ya, demek sen beni yaln�zl�k ve kimsesizlikle ay�pl�yorsun, öyle mi?”
Muhatab�ndan hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet dü�ündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semâya do�ru çevirdi ve “Yemin ederim ki” dedi. “Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe’nin yan�nda kurban edece�im!”3
Abdülmuttalib’in bu sözleri, hem bir dua, hem bir yemin, hem de bir adak idi.
�am’a Gidi�
Hadisenin burada sona ermeyece�i belli idi. Durum da bir hayli nâzikti. Böyle hadiseler yüzünden aralar�nda çok defa çarp��malar patlak vermi�ti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kaz� i�inden o anl�k vazgeçti ve i�in bir hakem taraf�ndan halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü.
Hakemi tespit ettiler: �am’da oturan Sa’d b. Hüzeym...
Amcalar�ndan birkaç�n� yan�na alan Abdülmuttalib, Kurey� kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla �am’a do�ru yolu ç�kt�.
Ne var ki henüz �am’a varmadan �lâhî kader onlar� durdurdu. Abdülmuttalib ve yan�ndakilerin sular�, alev saçan çölün ortas�nda bitti. Bu, kendileri için en büyük, en �iddetli dü�mandan daha da tehlikeliydi. Abdülmuttalib’in müracaat�na, Kurey� ileri gelenleri, “Suyumuz ancak bize yeter!” diyerek red cevab� verdiler.
Abdülmuttalib ile yak�nlar�n�n hayat� büyük bir tehlikeyle kar�� kar��ya bulunuyordu. Ellerinde yapacaklar� hiçbir �ey de yoktu. Çöl ortas�nda su aramak, serab�n pe�inde ko�maktan farks�zd�.
Abdülmuttalib’in Su Aramaya Ç�kmas�
Fakat her �eye ra�men Abdülmuttalib, devesine atlad� ve etrafta su aramaya koyuldu. Di�erleri ise, kendi ve yak�n akrabalar�n�n susuzluktan ölüp gidecekleri ân� bekliyorlard�.
Ama, ümitleri kursaklar�nda kald�. Kâinat�n Efendisinin mukaddes nurunu aln�nda ta��yan Abdülmuttalib, bir vadiden geçerken devesinin aya�� bir ara kuru otlar aras�na gömülmü� irice bir ta�a tak�ld�. Deve tökezledi, ta� ise yerinden yuvarland�. Yere dü�memek için devesine s�ms�k� yap��an Abdülmuttalib, dönüp arkas�na bak�nca gözlerine inanamad�: Alev saçan çölde, yuvarlanan ta��n çukurunda p�r�l p�r�l parlayan bir avuç su gördü!
Devesinden indi. K�l�c�yla ta� kovu�unu geni�letince su daha da gür akmaya ba�lad�. Az zamanda önündeki çukurda fazlas�yla su birikmi�ti. Geri dönen Abdülmuttalib, sevinç ç��l��� bast�: “Gelin! Hem size, hem hayvanlar�n�za yetecek kadar su buldum!”
Hepsi, yeniden hayata kavu�mu� gibi sevindiler. Su ba��na giderek hem kana kana içtiler, hem de hayvanlar�na içirdiler.
Bir ara Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kurey�lilere döndü ve seslendi: “Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem de hayvanlar�n�z� sulay�n! Haydi, durmay�n gelin!”
Kurey�liler, mahcup mahcup kayna�a yana�t�lar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlar�n� sulad�lar. K�rbalar�ndaki bayat suyu dökerek temiz suyla doldurdular.
Kurey�liler, zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sundu�u bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden de�i�ti. Mahcup ve suçlu bir eda içinde Abdülmuttalib’e dönerek, “Ey Abdülmuttalib!” dediler. “Art�k sana diyecek bir sözümüz yok! Anlad�k ki zemzemi kazmak senin hakk�n. Bu i�e ancak sen lây�ks�n. Vallahi, zemzem hususunda seninle bir daha münaka�a etmeyece�iz! Art�k hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz!”
Ve hakeme gitmeden, yar� yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber döndüler.4
Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, o�lu Hâris’le birlikte kaz� i�ine devam etti ve k�sa zamanda zemzemi ortaya ç�kard�.
K�ymetli Mallar �çin Kur’a Çektiler
Zemzem kuyusundan baz� k�ymetli mallar da ç�kt�. Bunlar aras�nda alt�ndan iki geyik heykeli ile k�l�çlar ve z�rhlar da vard�.
Zemzemi ortaya ç�karma hakk�n� daha önce Abdülmuttalib’e b�rakan Kurey� ileri gelenlerinin, bu k�ymetli mallar� görünce, h�rs damarlar� tekrar kabard�. Yine Abdülmuttalib’in ba��na dikildiler. “Ey Abdülmuttalib!” dediler. “Bu mallara seninle beraber orta��z. Bunlarda bizim de hakk�m�z var!”
Cömert ve sab�rl� Abdülmuttalib, önce, “Hay�r. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakk�n�z yok” diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertli�ini ortaya koydu: “Ben yine de size yumu�ak davranay�m! Aram�zda kur’a çekelim!”
Bundan memnun olan Kurey� ileri gelenleri, “Peki, bu kur’ay� nas�l ve ne �ekilde yapacaks�n?” diye sordular.
Abdülmuttalib, kur’ada takip edilecek usûlü anlatt�: “�lk kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için çekeriz. Kur’ada kime ne ç�karsa onu al�r, ç�kmayan da mahrum kal�r!”
Bu usûl, tarafs�z bir hal çaresi idi. Bu sebeple Kurey�liler sevindiler ve Abdülmuttalib’in bu davran���n� takdir ettiler. “Do�rusu” dediler. “Pek insafl� davrand�n!”
Kâbe’nin içindeki Hübel putunun yan�na vard�lar ve kur’a çektiler. Kur’a sonucu, Kurey� ileri gelenlerinin bu mallarda haklar� olmad���n� bir kere daha ortaya koydu: Alt�ndan geyik heykeller Kâbe’ye, k�l�ç ve z�rhlar Abdülmuttalib’e dü�tü.5 Onlar�n pay� ise mahrumiyet oldu. Ama art�k itiraz edecek durumlar� kalmad� ve mesele böylece kapand�.
Abdülmuttalib, k�l�ç ve z�rhlar� dövdürüp sac haline getirdikten sonra bununla Kâbe’nin kap�s�n� kapatt�. Böylece, Kâbe’yi alt�nla süsleyenlerden oldu.
Zemzem kuyusunu ortaya ç�kard��� zaman Abdülmuttalib’in ya�� kemâl ya� olan k�rka ayak basm��t�.
Otuz y�l sonra, Cenab-� Hakk’�n ihsan�yla erkek çocuklar�n�n say�s� onu buldu. Bu s�rada seneler önce yapt��� vaadini hat�rlad�: Erkek çocuklar�ndan birini Kâbe’de kurban etme vaadi. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi; fakat Abdullah çok daha ba�ka idi.
_______________________________________
1. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 150-151.
2. Geni� bilgi için bkz. M. Dikmen-B. Ate�, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 229-232.
3. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 160; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 88; Taberî, Tarih, c. 1, s. 128.
4. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 152-153; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 84.
5. �bn Hi�am, Sîre, c. 1. s. 145-146; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 85.
HZ. ABDULLAH'IN EVLENMES�
Hazreti Abdullah:
Abdullah, Abdülmuttalib’in erkek çocuklar�ndan sekizincisi idi.1 Sîret ve surette di�er karde�lerinden çok farkl�yd�.
Dünyaya gelir gelmez babas�n�n aln�nda parlayan Nur-u Muhammedî, onun aln�na geçmi�ti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatl�l�k bah�etmi�ti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatl�l���n nereden ve niçin geldi�inin fark�nda de�ildi.
Abdülmuttalib’in, O�ullar�yla Konu�mas�
Art�k o�ullar�n�n onu da büyümü�tü.
Vaadini unutmayan Abdülmuttalib, onlar� bir gün bir araya toplad� ve i�in hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerekti�ini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz râz� oldular. Sonra da babalar�na sordular: “Peki nas�l yapal�m bunu? Kimin kurban edilece�ini nas�l tespit edelim?”
Abdülmuttalib, böyle bir durumda ne yap�lmas� gerekti�ini biliyordu. �öyle dedi:
“Her biriniz birer ok al�n, üzerine kendi isminizi yaz�n ve oklar� bana verin!”
�taatkâr çocuklar, babalar�n�n emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanl���ndan bir ok çekti; üzerine kendi ismini yazd�ktan sonra, babas�na uzatt�.
Oklar� toplayan Abdülmuttalib, do�ruca Kâbe’ye vard�. Meselenin nas�l halledilece�i anla��lm��t� art�k: Hübel putunun yan�nda ok çekilecek, kimin oku ç�karsa o kurban edilecekti.
Böyle durumlarda, Kurey�, bu usûle ba�vururdu.
Kur’a Çekili�i
Kâbe’nin yan�na varan Abdülmuttalib’in etraf�n� �ehir halk� sarm��t�. Elindeki on oku, Allah’a verdi�i sözünden caym�� say�lmamas� için, tereddütsüz, ok çekme memuruna uzatt�. On okun üzerinde on ci�erpâresinin ismi vard�. Hangi ok ç�karsa ç�ks�n, ci�erinden bir parça kopacakt�.
Memur, oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: “Abdullah!”
�efkatli baba, duydu�una inanmak istemedi; oku memurun elinden çekip ald�, dikkatlice bakt� ve okudu: “Abdullah...”
Göz p�narlar� bir anda ya�larla doldu. Bo�az�nda h�çk�r�klar dü�ümlendi. �efkati ve hisleri öylesine kabard� ve co�tu ki bir an “Olamaz!” diyerek hayk�racak gibi oldu. Son anda Allah’a verdi�i sözü hat�rlayarak, çelik gibi iradesiyle �efkat ve hislerine gem vurdu. Y�k�lm�� bir halde, yüzünü Kâbe’den evine do�ru çevirdi ve ümitsiz ümitsiz yürüdü.
Evinde herkes onu bekliyordu. Hiçbirinin kur’a sonucundan haberi yoktu. Eve giren Abdülmuttalib’in gözleri bir anda, p�r�l p�r�l parlayan o�lu Abdullah’�n yüzüne dikildi. �efkat ve merhametinin tekrar kabar�p his dünyas�n�n içine girdi�ini görünce, yüzünü ba�ka tarafa çevirdi. Teslimiyet içinde bakan o�ullar�n� daha fazla merakta b�rakmak istemedi ve �öyle konu�tu:
“Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu �erefi karde�lerin aras�nda sana ihsan etti!”
Abdülmuttalib ailesini ve evini alev alev yakan bu haber, bir anda Mekke sokaklar�n� da hüzün ve kedere bo�du. Herkes birbirine soruyordu: “Abdullah m�, o güzel, o tatl� çocuk mu kurban edilecek?”
Abdülmuttalib, yanan yüre�ine, kas�rgala�an hislerine, okyanus dalgalar�n� and�ran �efkat ve merhamet duygular�na ald�rmadan, biricik o�lu Abdullah’�n bile�ini kavrad� ve onu do�ruca �saf ve Nâile putlar�n�n yan�na götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. �smail’in teslimiyeti vard�. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Abdülmuttalib’in bir elinde b�çak, di�er elinde o�lu Abdullah’�n eli vard�. Kurban edilmesi için her �ey tamamd�. Bu s�rada birtak�m gürültüler duyuldu. Kurey� e�raf� geliyordu. �çlerinden biri seslendi: “Ey Abdülmuttalib! Ne yapmak istiyorsun?”
Abdülmuttalib, nur yüzlü o�luna bakarak cevap verdi: “Onu kurban edece�im!”
Bu cevap, kalabal�k aras�nda hayret ve heyecan meydana getirerek dalgaland�. Müdahale ettiler. “Ey Abdülmuttalib!” dediler. “Bu nas�l olur? Sen ki Mekke’nin büyü�üsün. Böyle yaparsan, sonra herkes senin yapt���n� yapmaz m�? Herkes o�lunu kurban ederse bizim de soyumuz kesilmez mi?”
Bütün kalabal�k, Abdülmuttalib’in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duygular� da... Lehinde olan tek �ey, çelikten iradesiydi. Allah’�na söz vermi�ti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü Allah, onun istedi�ini vermi�ti: On erkek çocuk ihsan etmi�ti. Kurban etmemek, O’na kar�� nankörlük olurdu.
Bu s�rada Abdullah’�n day�s� Abdullah b. Mu�îre ortaya at�ld� ve “Ey Abdülmuttalib!” dedi. “Vallahi, me�ru bir mâzeret olmad�kça sen onu kurban edemezsin! Onu kurtarmak için, gerekirse bütün mal�m�z� vermeye haz�r�z!”
Abdülmuttalib’in duygular�, �efkati, merhameti de sanki dillenmi� ve kendisine ayn� �eyleri hayk�r�yorlard�. Fakat çelikten iradesi bir türlü gev�emiyordu.
Kurey�liler ve o�ullar�, yalvarmalar�n�n netice vermedi�ini görünce, bu sefer �öyle bir teklifte bulundular:
“Ey Abdülmuttalib! Abdullah’� al, �am’a git! Orada bir kad�n var: Kâhin ve bilgin bir kad�n. Do�udan bat�dan zorlukta kalan herkes, ülkeler a��p ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için de bir çare bulur. ‘Abdullah bo�azlanacak’ derse, gel, onu bo�azla; yok, e�er seni de, Abdullah’� da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin!”2
Bu fikir, Abdülmuttalib’in akl�na yatt�. Derhal Abdullah’� yan�na alarak �am’a do�ru yola ç�kt�. Medine’ye geldiklerinde, kâhin kad�n�n Hayber’de oldu�unu ö�rendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe ad�ndaki kâhineyi buldular.
Abdülmuttalib, durumu oldu�u gibi anlatt�.
Kad�n sordu: “Sizde bir insan�n diyeti nedir?”
Abdülmuttalib, “On deve” dedi.
Bunun üzerine kâhin kad�n, “Gidin, on deve haz�rlay�n. Çocukla on deveyi al�p, ok çekti�iniz yere götürün. Bir tarafta çocu�unuz, di�er tarafta ise on deve olmak üzere ikisi aras�nda ok çekin. E�er ok develere ç�karsa, develeri kurban edip çocu�u kurtar�n; yok, e�er ok çocu�a ç�karsa, her defas�nda develerin say�s�na bir diyet miktar� daha ekleyerek Rabbiniz sizden râz� oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere ç�karsa, onlar� bo�azlay�p kurban edin. Bu �ekilde hem Rabbinizi râz� etmi�, hem de çocu�unuzu kurban olmaktan kurtarm�� olursunuz” dedi.3
Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib, sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdülmuttalib ailesi ve Mekke halk� da bu habere son derece sevindi.
Kur’a Neticesi
Mekke’ye dönü�ünün ertesi günü idi.
Abdülmuttalib, biricik o�lu Abdullah’� ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâhin kad�n�n tavsiyesi üzerine, Abdullah ile on deve aras�nda kur’a çekilecekti.
Abdülmuttalib, sevinç içinde memura “Çek!” dedi.
Çekilen ok Abdullah’a ç�kt�!
Develerin say�s�n� yirmiye ç�kard�lar.
Memur tekrar oku çekti. Ok yine Abdullah’� gösterdi!
Develer otuza ç�kar�ld�. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti.
Develer k�rk oldu. Ok yine Abdullah’a ç�kt�.
Elli oldu. Ok Abdullah’a ç�kmakta �srar ediyordu!
Altm��, yetmi�, seksen, doksan oldu. Ok, �srarla Abdullah’� gösteriyordu! Sanki ba�ka bir âlemden emir al�r gibiydi.
Abdülmuttalib, hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnas�nda ellerini semâya do�ru kald�rarak dua etmekten de geri durmuyordu.
Nihayet, develerin say�s� yüzü buldu.
Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes ald�lar. Çünkü ok, develere ç�km��t�!
Herkes gibi Abdülmuttalib’in de gözleri sevinçle parlad�. Fakat onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddile�ti. Kendisini fazla tebrike imkân tan�mad� ve �öyle konu�tu:
“Vallahi, üst üste üç defa daha çok çekece�im; ta ki kalbim mutmain olsun!”
Çekili� üç defa daha tekrarland�. Her defas�nda sevinç ç��l�klar� at�l�yordu. Çünkü üç seferinde de ok, develere ç�km��t�.
Bu sevincini Abdülmuttalib, “Allahü Ekber, Allahü Ekber!” diyerek izhar etti ve diz çökerek duada bulundu.
Böylece Abdullah, kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili o�lunun kurban edilmekten kurtulmas�na son derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safâ ile Merve aras�na götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halk� bol bol istifade etti. Alamad�klar�n� da kurtlar, ku�lar, köpekler, vah�î ve ehil bütün hayvanlar payla�t�lar.
O günden itibaren, Kurey�liler ve Araplar aras�nda, bir insan diyetinin yüz deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.4
Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu âdeti oldu�u gibi b�rakm��t�r.5
Hz. Abdullah’�n �ffeti
Ayn� gündü.
Herkes neticeden memnun, kur’a yerinden da��l�yordu. Abdülmuttalib de sevgili o�luyla birlikte �ehre geliyordu. Kâbe’nin yan�ndan geçerlerken, babas�ndan bir hayli geride kalm�� Abdullah’�n kar��s�na bir kad�n dikildi. Bu kad�n, Abdullah’�n dillere destan güzelli�ine hayranlardan biri olan, Varaka b. Nevfel’in k�z karde�i Rukiyye idi. O da, karde�i Varaka gibi eski mukaddes kitaplar� okumu�, o kitaplarda ahir zamanda gelecek peygamberin s�fatlar�n� görmü� ve ö�renmi�ti. �ç âleminde, Abdullah’�n yüzünde, o âna kadar hiç kimsede görmedi�i müstesna parlakl�kla kar�� kar��ya kal�nca, bu s�fatlarla münâsebet kurdu. Bu �erefi ba�kas�na kapt�rmamak için de, adeta güzelli�ini ve iffetini unutarak Abdullah’�n yan�na yakla�t� ve f�s�ldad�:
“Delikanl�, biraz dursana!”
Abdullah durdu.
Kad�n, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde Abdullah, “Babamla gidiyoruz” diye cevap verdi.
Kad�n, bu masum cevap üzerinde pek durmad� ve as�l maksad�n� aç�klad�. “Abdullah “ dedi. “Benimle �imdi evlenir misin?”
Abdullah’�n yüzü bir anda k�pk�rm�z� kesildi. Masumiyetini y�rtmak isteyen bu teklife pek ald�rmad� ve yoluna devam etmek istedi.
Fakat Rukiyye, ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir ba�ka teklifle câzib hale getirdi. “E�er” dedi. “Benimle evlenmeyi kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onlar�n hepsini sana vereyim!”
Abdullah, bu câzib teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen �u cevab� verdi:
“Haram öyle ac�d�r ki ölüm ac�s� onun yan�nda çok hafif kal�r; helâl ise çok tatl�d�r. Ey kad�n, sen git, aç�kça helâlinden ara! �eref ve iffet sahibi olanlar, namuslar�n� ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir i�e nas�l te�ebbüs ve cesaret edebilirler?”6
Bu asil cevab�ndan sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve hayranl��� birle�tiren bak��lar� önünde yoluna devam etti.
Günler sonra, evlenmi� bulunan Hz. Abdullah, ayn� kad�nla Mekke sokaklar�nda bir kere daha kar��la�t�. Ayn� Rukiyye, ona kar�� en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi; bilâkis, hissiz ve bak��lar�, hayranl�k �öyle dursun, çok donuktu.
Abdullah sebebini sordu: “Ne oldu sana? Halin de�i�mi�!”
Rukiyye, “O gün, aln�nda esrarl� bir nur parl�yordu. O nur kar��s�nda kendimden geçtim. Ama �imdi onu göremiyorum!” diye cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah’�n aln�nda parlayan nur art�k yoktu.
Çünkü o nur Kâinat�n Efendisine hamile olan, annelerin en büyü�ü Hz. Âmine’ye intikal etmi�ti.
Asl�nda, Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sadece bu kad�n de�ildi. Kötü ahlâktan uzak, tertemiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmi� bu delikanl�ya bütün Kurey� k�zlar�n�n gözleri çevrilmi�ti! Ama yüzündeki parlakl���n s�rr�na ak�l erdiremeden; Hak Teâlâ’n�n ona Ahir zaman Peygamberinin babas� olmak gibi �ereflerin en büyü�ünü mukadder k�ld���n�n hikmetini idrak edemeden!
Hz. Abdullah’�n, Hz. Amine’yle Evlenmesi
Hz. Abdullah, gün geçtikçe büyüyor, büyümesiyle de gönülleri etraf�nda pervane gibi döndürüyordu. Fakat o, dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu tertemiz koruyordu.
Çok sevdi�i o�lunun evlenme ça��na geldi�ini gören Abdülmuttalib, bir an evvel onu mesut bir yuvaya kavu�turmak istiyordu. Ancak ona, her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre kabilesinin büyü�ü Vehb b. Abdi Menaf’�n yan�na vararak, k�z� Âmine’yi o�lu Abdullah’a istedi�ini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle kar��lad�, sonra da �öyle konu�tu:
“Ey amcamo�lu! Biz bu teklifi sizden önce ald�k! Âmine’nin annesi, geçenlerde bir rüya görmü�tü. Anlatt���na göre, evimize bir nur girmi�, ayd�nl��� yerleri ve gökleri tutmu�. Ben de bu gece rüyamda, dedemiz �brahim’i (a.s.) gördüm. Bana, ‘Abdülmuttalib’in o�lu Abdullah ile k�z�n Âmine’nin nikâhlar�n� ben k�yd�m! Sen de onu kabul et’ dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyan�n tesiri alt�nday�m. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye kendi kendime sorup duruyordum!”
Bunlar� duyan Abdülmuttalib sevincinden, “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi.
Vehb’in k�z� Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibar�yla Kurey� k�zlar� aras�nda en yüksek mevkiye sahipti. Her hususta Abdullah’a denkti ve henüz 14 ya�lar�nda bulunuyordu. Abdullah ise, bu s�rada yirmi dört ya�lar�nda idi. K�sa zamanda dü�ün yap�ld� ve Kâinat�n Efendisini dünyaya getirecek mesut aile yuvas� kuruldu.7
_______________________________________
1. Abdülmuttalib’in di�er (erkek) çocuklar�n�n adlar� �öyledir: Abbas, Hamza, Ebû Tâlib (Abdi Menaf), Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, D�rar, Ebû Leheb (Abdü’l-Uzzâ) [�bn Hi�am, c. 1, s. 113; �bn Sa’d, c. 1, s. 88].
2. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 162; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
3. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 163; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
4. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 164; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 89; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
5. �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 89.
6. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 164; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 95-96.
7. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 167; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 94.
HZ. ABDULLAH'IN VEFATI
Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmi�ti ki birçok kimsenin fark etti�i garip bir durum oldu: Hz. Abdullah’�n yüzündeki nur, Hz. Âmine’nin aln�nda parlamaya ba�lad�. Demek ki art�k Hz. Âmine, Kâinat�n Efendisine hamile idi.
Evliliklerinin ilk aylar� dolmu�tu.
Hz. Abdullah, bir ticaret kervan�na kat�larak Suriye’ye gitti.
Gidi�, o gidi� oldu; Hz. Abdullah, bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye dönen ticaret kervan� aras�nda Hz. Abdullah yoktu. Sadece ac� haberi vard�.
Hz. Abdullah, ticaret yolculu�undan dönü�te Medine’de hastalanm��t�. Ve onu orada day�lar�n�n yan�na b�rakm��lard�.
Bu haberi alan Abdülmuttalib, derhal o�lu Hâris’i Medine’ye gönderdi. Haris, Medine’ye var�ncaya kadar her �ey olup bitmi�ti. Hz. Abdullah, Kâinat�n Efendisi o�lunun bir kerecik olsun yüzünü görmeden ebedî âleme göç etmi�ti ve orada Adiyy b. Neccaro�ullar�ndan Nâbi�a’n�n evinin avlusuna defnedilmi�ti.
Hâris, bu ac� haberi al�p Mekke’ye getirdi. Mekke bir anda mâtem havas�na büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük aras�nda fark gözetmeyen ölümün, Abdullah’� bu genç ya��nda beklenmedik bir zamanda sînesine al���, Abdülmuttalib ailesini derin bir üzüntüye bo�du. Mekke halk� da gözya�lar�yla onlar�n teessürüne i�tirak etti.
Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin teessürünü tarif etmek imkâns�zd�. Haberi duydu�u andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözya�lar�n� tutamad�. A�lad�, a�lad�. O a�larken, bütün insanl���n gözya��n� beraberinde getirece�i nurla silecek ve ac�lar�n� dindirecek zât�n dünyaya geli�ine ise iki ay gibi k�sa bir zaman kalm��t�.
Hz. Âmine, hadiseden duydu�u derin üzüntüyü gözya�lar� aras�nda �iirinde �öyle dile getirdi:
Art�k Mekke’nin Betha kolu Hâ�imo�ullar�ndan bo� kald�. Mekke, Hâ�imo�ullar�n�n �ân�ndan mahrum kalacak art�k!
Ölümün davetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde ç�k�p kabre gitti.
Ölüm (yeryüzünde y�llarca dola��p dursa) insanlar aras�nda, Hâ�imo�lu gibi bir yi�it bulup bo�lu�unu dolduramaz.
Dostlar� onun tabutunu ta��mak için ko�u�tular, onu elden ele al�p götürdüler.
Ne yaz�k ki ecel, hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine ald�. Hâlbuki o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi!1
Hz. Abdullah’�n B�rakt��� Miras
Hz. Abdullah, yeni evliydi. �stikbâlini temine yeni yeni haz�rlan�rken dünyaya gözlerini yummu�tu. Bu sebeple maddî plânda geride son derece mütevaz� bir miras b�rakt�: Ümüm Eymen Bereke ad�nda, Kâinat�n Efendisini çok seven bir cariye, be� deve, birkaç koyun, bir k�l�ç ve bir miktar da gümü� para.2
Fakat geriye, Allah’�n lûtfuyla �ki Cihan�n Güne�i olacak hay�rl� bir evlat b�rakt�. Nuruyla âlemi ayd�nlatacak bir zât: Kâinat�n Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.)...
_______________________________________
1. �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 100.
2. �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 167; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 100.
F�L VAK'ASI
Hidayet Güne�inin do�mas�na az bir zaman kalm��t�. Kâbe’ye her taraftan insanlar ak�n ak�n gelip hac mevsiminde ziyaret ediyorlard�.
Kâbe’nin bu kadar çok ziyaretçi toplamas�n� birtak�m kimseler hazmedemiyor ve rahats�zl�k duyuyorlard�. Bunlardan biri de, Habe� Melikinin Yemen Vâlisi Ebrehe E�rem idi.
Ebrehe, Kâbe’ye olan insan ak�n�n� önlemek için, Bizans �mparatorunun da yard�m�yla önce San’a �ehrinde Kulleys ad�nda bir kilise yapt�rd�. �çini büyük masraflar sonucu alt�n ve gümü�le süsledi, d���n� çe�itli yerlerden getirtti�i son derece k�ymetli ta�larla donatt�. Öyle ki o anda yapt�rd��� kilisenin bir benzeri ba�ka bir yerde yoktu!
Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halk� buraya celbedecekti. Dolay�s�yla Kâbe’ye kar�� gösterilen muazzam teveccühü akl�nca k�rm�� olacakt�!
Ebrehe, kilisenin in�as� bittikten sonra, Habe� Hükümdar�na, takdirini kazanmak niyetiyle de �u mektubu yazd�:
“Hükümdar�m! Senin için öyle bir mâbed yapt�rd�m ki �imdiye kadar ne bir Arap, ne de bir Acem, onun gibisini yapm�� de�ildir! Araplar�n hacc�n� buraya çevirmedikçe de asla durmayaca��m!”[1]
Fakat Ebrehe’nin bütün bu masraf ve gayretleri bo�a ç�kt�. Yapt�rd��� kilisenin müstesna tezyinat�n� ve muhte�em yap�s�n� görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü püsünü görmek için... Kâbe’ye olan ak�n, yine eskisi gibi, eksilmek �öyle dursun, artarak devam ediyordu!
Kulleys’in Kirletilmesi ve Ebrehe’nin Karar�
Ebrehe’nin, Kâbe’ye olan teveccühü k�rmak niyetiyle muhte�em bir kilise yapt�rd���, Araplarca da duyulmu�tu. Bu arada, Kinâne kabilesinden Nevfel ad�nda biri, bu kiliseyi kirletmeyi akl�na koydu. Bir gece yar�s� giderek Kulleys’in içini d���n� pisli�iyle kirletti; sonra da kaç�p memleketine döndü.
Bu hadise, insanlar�n Kâbe’ye teveccühünün devam etmesinden fazlas�yla öfkelenmi� bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden ç�kard�. Hadiseyi Araplardan birini yapt���n� da ö�renince, “Araplar, bunu, Kâbe’lerinden yüz çevirtti�im için yap�yorlar. Ben de onlar�n Kâbe’sinde ta� üstünde ta� b�rakmayaca��m!” diye yemin etti;[2]sonra da, Kâbe’yi y�kmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye haz�rland�. Habe� Necâ�îsinden “Mahmud” ad�ndaki me�hur fili istedi. Necâ�î, o s�rada dünyada büyüklük ve kuvvetçe e�siz olan Mahmud isimli fili, Ebrehe’ye göndererek onun arzusunu yerine getirdi.[3]
Ebrehe, ordusunu haz�rlad�, Mekke’ye do�ru yola ç�kt�.
Mahmud adl� fille, ordunun önünde, Mekke’ye do�ru ilerliyordu.
Bu arada, baz� Arap kabileleri, bu büyük orduya kar�� ç�kt�lar; fakat muvaffakiyet gösteremediler ve Ebrehe taraf�ndan ma�lup edildiler.
Ebrehe, ordusuyla Mekke’ye yak�n Mu�ammis denilen mevkiye gelince, bir süvari birli�ini öncü olarak gönderdi.
Süvari birli�i, Mekke civar�na kadar sokularak Resûl-i Ekrem Efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in iki yüz devesi de dâhil Kurey� ve Tihamelilerin sürülerini gasp etti.[4]
Bu s�rada, Abdülmuttalib, Kurey� kabilesinin reisi idi.
Ebrehe ve Abdülmuttalib
Ebrehe, bir elçiyle, Kurey�lilere �u haberi gönderdi:
“Ben sizinle harp etmek için de�il, �u mâbedi y�kmak için geldim! E�er bana kar�� koymazsan�z, kan�n�z� ak�tmaktan vazgeçerim. �ayet Kurey� kabilesinin reisi benimle harp etmek istemiyorsa, yan�ma kadar gelsin!”[5]
Kurey� Reisi Abdülmuttalib’in, elçiye cevab� �u oldu:
“Allah ad�na yemin ederiz ki biz kendisiyle harp etmek istemiyoruz. Zaten, buna gücümüz de yetmez. Yaln�z, bu mâbed, Allah’�n evidir. Onu y�k�lmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe’yi bu hareketinden vazgeçirecek güç ve kuvvet yoktur.”[6]
Kar��l�kl� bu konu�madan sonra Abdülmuttalib, elçiyle birlikte Ebrehe’nin yan�na vard�.
Abdülmuttalib, heybetli bir görünü�e sahipti. Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine kar�� gayriihtiyarî bir hürmet hissi duydu. Ona, �erefli bir misafir muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne oldu�unu sordu.
Abdülmuttalib, iste�ini belirtti: “Askerlerin, iki yüz devemi alm��t�r. Arzum, develerimin iadesidir.”
Ebrehe, bundan pek ho�lanmad� ve alayl� bir tav�rla, “Seni görünce büyük bir adam zannetmi�tim; konu�maya ba�lay�nca, pek de öyle büyük olmad���n� anlad�m! Ben, senin ve atalar�n�n tap�na�� olan Kâbe’yi y�kmaya gelmi�ken, sen ondan söz etmiyorsun da ald���m iki yüz deveden bahsediyorsun!” diye konu�tu.
Abdülmuttalib, Ebrehe’nin alayl� tavr�na ald�rmadan, “Ben, develerimin sahibiyim. Kâbe’nin de bir sahibi ve koruyucusu vard�r; elbette onu koruyacakt�r!” diye kar��l�k verdi.
Bu sözler, Ebrehe’yi hiddete getirdi ve �öyle konu�tu:
“Onu bana kar�� kimse koruyamaz!”
Abdülmuttalib, yine sözün alt�nda kalmad� ve “Oras� beni ilgilendirmez. ��te sen ve i�te o!”[7]dedi.
Kar��l�kl� bu konu�malardan sonra Ebrehe, Abdülmuttalib’in gasp edilen develerini geri verdi. Abdülmuttalib, ordugâh� terk ederek Mekke’ye geldi ve olup bitenleri Kurey�lilere anlatt�. Ayr�ca iki yüz deveyi de Allah için kurban etmek üzere i�aretleyerek serbest b�rakt�.
Mekke Bo�alt�l�yor!
Abdülmuttalib, ayr�ca Ebrehe ordusunun �errinden ve zulmünden korunmak için Mekke’yi bo�altmalar�n�, halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç ki�iyle birlikte Kâbe’nin yan�na vard� ve kap�s�n�n halkas�na yap��arak, “Allah�m! Bir kul dahi evini bark�n� korur. Sen de Kendi evini koru! Ta ki yar�n onlar�n salîbleri ve kuvvetleri, Senin kuvvetine galebe çalmas�n.[8]diye dua etti.
Mekke bo�alt�ld�. Halk, da� ba�lar�na ve kuytu yerlere s���narak, Ebrehe ordusunun yapacaklar�n� beklemeye koyuldu.
Mekke mahzun, Kâbe mahzun, Kurey� mahzundu.
Ordu Harekete Haz�r; Fakat!
Ertesi günün sabah� idi.
Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yerle bir etmek için, Ebrehe ordusunda haz�rl�k tamamd�. Ordu tek bir i�aret beklemekte idi.
Tarih: Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü.
Ordu, hareket edece�i s�rada Ebrehe’ye k�lavuzluk görevini üzerine alm�� bulunan Nüfeyl b. Habib ad�ndaki adam, büyük fil Mahmud’un kula��na e�ilerek �unlar� f�s�ldad�:
“Çök Mahmud! Sa� sâlim geldi�in yere dön. Sen, Allah’�n mukaddes sayd��� beldedesin!”[9]
Bu sözleri söyledikten sonra da ko�arak bir da�a s���nd�.
Nüfeyl’in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birdenbire çöküverdi.
Kald�rmak için her tedbire ba�vurdular, fakat bir türlü muvaffak olamad�lar. Yönünü Yemen’e do�ru çevirdiklerinde ko�uyor, �am’a do�ru çevirdiklerinde yine ko�uyor, do�u taraf�na yönelttiklerinde ayn� �ekilde durmadan ko�uyordu. Ancak yüzünü Mekke’ye do�ru çevirdiklerinde, adeta bacaklar�ndaki kuvvet birdenbire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.[10]
Bu heyecanl� anda, kimsenin Fil-i Mahmud’un bu hareketine ak�l erdiremeyip dü�ündü�ü s�rada, Cenab-� Hak, “Celâl” ismiyle tecelli etti ve Kur’an’da “Ebâbil” diye adland�r�lan ku�lar�, deniz taraf�ndan, Ebrehe ordusunun üzerine sal�verdi.
K�rlang�çlara benzeyen bu ku�lar�n her biri, biri a�z�nda, ikisi de ayaklar�nda olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklü�ünde üçer ta� ta��yordu. Bu ta�lar�n isabet etti�i her asker, ân�nda yerde debelenip ölüveriyordu.[11]
Ta� ya�muruyla kar�� kar��ya kalan askerler, �a��r�p kald�lar. Bir anda karargâh, y�k�lan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine ta� isabet etmeyenler ise, kaç��maya ba�lad�lar. Ebrehe de o anda canlar�n� zor kurtaranlar aras�nda idi. Fakat ald��� bir ta� yaras�yla sonradan o da, arzusuna muvaffak olamadan ölüp gitti.[12]
Bu arada, Kâbe üzerine yürümemenin bir mükâfat� olarak Mahmud ad�ndaki fil de sa� kurtuldu.
Cenab-� Hak, Ebrehe ordusuna Ebâbil ku�lar�n� musallat ettikten sonra, ayr�ca arkas�ndan sel halinde ya�mur ya�d�rd�. Ya�mur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.[13]
Yüce Rabbimiz, Kur’an-� Kerim’inde bu hadiseyi bize �öyle haber verir:
“(Ey Resûlüm! Kâbe’yi tahrip etmek isteyen) Ashab-� Fil’e (fillerle teçhiz edilmi� Ebrehe ordusuna) Rabbinin etti�ini görmedin mi? Onlar�n kötü niyet ve te�ebbüslerini bo�a ç�karmad� m�? Üzerlerine sürü sürü ku�lar sal�verdi, onlara ‘siccil’den [pi�mi� çamurdan] ta�lar at�yorlard�. Derken Rabbin, onlar� (kurtlar taraf�ndan kemirilip do�ranan) yenik ekin yapraklar� haline getirdi!”[14]
Bu hadise, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberli�inin bir deliliydi.[15]Zira, dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmi� ve do�um yeri, sevgili vatan� ve k�blesi olan Mekke ve Kâbe-i Muazzama, harika ve gaybî bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden masun kalm��t�r.
Evet, Cenab-� Hakk’�n rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü suyu hürmetine bu muazzam mâbedi Ebrehe ordusuna çi�netmeye müsaade etmezdi ve etmedi de!
___________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 45; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 109.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 47; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 110.
[3] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91.
[4] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 50; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 111.
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 50.
[6] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 50.
[7] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 51; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[8] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 53; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[9] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 54.
[10] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 54; Taberî, Tarih, c. 2, s. 113.
[11] �bn Hi�am, a.g.e., s. 54-55; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[12] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 56.
[13] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[14] Fil Suresi.
[15] Resûl-i Ekrem Efendimize risâlet vazifesi verilmeden önce, peygamberli�iyle alâkal� olarak meydana gelen hârikulâde hadiselere “irhasat” denir. Bu hadiseler, Efendimizin peygamberli�ine delil te�kil ederler. Âlimler, Fil Vak’as�n� da irhasattan kabul etmi�lerdir.
EFEND�M�Z�N D�NYAYA TE�R�FLER�
Yeryüzünü mânevî bir karanl�k kaplam��t�.
Mevcudat, be�erin zulüm ve vah�etinden adeta mâteme bürünmü�tü. Gözya�� döken gözler de�il, ruh ve kalpler idi. Kalp ve ruhlar�n keder, elem ve gözya��na âlem de i�tirak etmi�, sanki umumî yas ilan edilmi�ti!
Yeryüzü saadetin, sevincin ve huzurun kayna�� olan “tevhid” inanc�ndan mahrumdu. Küfür ve �irk f�rt�nas�, ruhlar� ve kalpleri kas�p kavurmu�tu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bât�l ilâh yer alm��t�! Hakikî sahibini arayan ruhlar�n feryad� ortal��� ç�nlat�yordu.
�nsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vah�île�mi�, küfür, �irk, cehalet ve zulüm batakl���nda bo�ulmaya yüz tutmu�lard�. Zâlimin zulüm kamç�s� alt�nda mazlum inim inim inler hale gelmi�ti.
Âlem mahzun, varl�klar mahzun, gönüller mahzun ve simalar mahzundu.
Ak�l, ruh ve kalpleri mânevî k�skac� alt�na al�p olanca kuvvetiyle s�kan bu küfür ve �irke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve s�k�nt�ya be�erin daha fazla katlanmas�na Allah’�n sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zât�, �efkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti!
��te, o zât geliyordu!
Dünyan�n mânevî �eklini beraberinde getirdi�i nurla de�i�tirecek e�siz insan, Allah’�n Son Peygamberi geliyordu!
Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed (a.s.m.) geliyordu!
O An…
Kâinat, hürmet ve ha�yet içinde Efendisini beklemekte idi. Her varl�k, kendisine mahsus diliyle, hal ve hareketiyle bu emsâlsiz insana “ho�-âmedî”de bulunmak üzere sevinç içinde haz�r durumda idi.
Tarih: Milâdî 571, Nisan ay�n�n yirmisi.
Fil Vak’as�ndan elli veya elli be� gece sonra.
Kamerî aylardan Rebiülevvel ay�n�n on ikinci gecesi.
Mekke’de mütevaz� bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit, vakitlerin sultan� seher vakti.
Bu mütevaz� evde ve bu e�siz vakitte muazzam ve e�siz bir hadise vuku buldu: Kâinat�n Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.), dünyaya gözlerini açt�!
Bu göz aç��la birlikte âlem, sanki birden elem ve mâtemini unutarak sürura garkoldu. Karanl�klar, ân�nda nurla y�rt�l�verdi. Kâinat, sevinç ve heyecan içinde adeta, “Do�du ol saatte Sultan-� Din / Nura garkoldu semâvât-ü zemin” diye hayk�rd�.
Annesinin Dilinden…
Yeryüzünde hiçbir anneye nasip olmayan e�siz �erefe mazhar k�l�nan aziz anne Hz. Âmine, o mesut ân� �öyle anlat�r:
“Hamileli�imin alt�nc� ay�nda bir gece rüyada kar��ma bir zât ç�k�p dedi ki:
“‘Ya Âmine! Bil ki sen, âlemlerin hayr�na hamilesin. Do�urunca ismini Muhammed koy ve halini hiç kimseye açma!’
“Derken, do�um zaman� gelmi�ti. Kay�nbabam Abdülmuttalib, Kâbe’yi tavafa gitmi�ti. Evdeydim. Birden kula��ma müthi� bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz ku� peydahlan�p yan�ma geldi ve kanad�yla arkam� s�vad�. O andan itibaren bende korku kayg� ad�na hiçbir �ey kalmad�. Yan�ma bir göz att�m: Bana bir ak kâse içinde �erbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur (denizi) sard�. Ve Muhammed dünyaya geldi.”[1]
Aziz anne, do�um sonras�n� ise �öyle anlat�r:
“Gördüm ki do�uda bir bayrak, bat�da bir bayrak ve Kâbe’nin üstünde bir bayrak. Do�um tamamlanm��t�. Yavruya bakt�m: Secdede. Parma��n� da gö�e kald�rm��. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundaklad� ve kaplad�. Bir ses i�ittim: ‘Do�ular� ve bat�lar� dola�t�r�n, deryalar� gezdirin; ta ki mahlûklar, Muhammed’i ismiyle, s�fat�yla, suretiyle tan�s�nlar!’ Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti.”[2]
Ayn� gece Hz. Âmine, bir nur görmü� ve bu nurun ayd�nl���nda �am’�n saray ve kö�klerini seyretmi�tir.[3]
�ifa ve Fât�ma Hâtun’un Mü�âhedeleri
Kâinat�n Efendisi dünyaya te�rif buyurduklar� s�rada, aziz annesinin yan�nda Abdurrahman b. Avf’�n annesi �ifa Hâtun ile Osman b. Ebi’l-Âs’�n annesi Fât�ma Hâtun da vard�.
Ebelik vazifesinde bulunan �ifa Hâtun, o andaki mü�âhedesini �öyle anlat�r:
“Allah’�n Resûlü do�duklar� zaman ben oradayd�m. Hemen yeti�tim. Kula��ma bir ses geldi: ‘Allah’�n rahmeti onun üzerine olsun.’ Ma�r�k ile ma�r�b aras� nurla doldu. Hatta Rum diyar�n�n baz� saraylar�n� gördüm! Sonra, Allah Resûlünü kuca��ma al�p emzirmeye ba�lad�m. Üzerime öyle bir hal geldi ki vücudum titremeye ba�lad� ve gözlerim karard�. Yavruca�� gözden kaybettim. Bir ses, ‘Nereye gitti?’ diye sordu. ‘Do�uya götürdüler’ diye cevap verildi.
“Bu sözler hiç zihnimden ç�kmad�. O zamana kadar ki Allah Resûlü peygamberli�ini ilan eder etmez, hemen ko�tum ve ilk Müslümanlarla beraber iman dairesine girdim.”[4]
Fât�ma Hâtun ise, hat�ras�nda, o mesut gecede do�uma sahne olan evin nurla doldu�unu ve gökteki y�ld�zlar�n adeta üzerlerine salk�m salk�m dökülecekmi� gibi sarkt�klar�n� anlatm��t�r.[5]
Peygamber Efendimizin bir ba�ka hususîyeti, sünnetli ve dünyaya göbe�i kesilmi� olarak gelmi� olmasayd�.[6]S�rt�nda, iki kürek kemi�i aras�nda, tam kalbinin hizas�nda nebilik mührü “Hâtem-i Nübüvvet” bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabar�k, k�rm�z�mt�rak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmi� ve keklik yumurtas� büyüklü�ündeydi. Bu mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber oldu�unun bir alâmeti idi.
Ashaptan Sâib b. Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin “Nübüvvet Mührü”yle ilgili olarak �öyle der:
“Çocuklu�umda, teyzem beni Nebiyy-i Ekrem’in (a.s.m.) yan�na götürüp, ‘Yâ Resûlallah! �u ye�enimin aya��nda �zd�rab� var’ dedi. Resûlullah, eliyle ba��m� s��ay�p, bana bereket dua etti. Sonra abdest ald�. Abdest suyundan içtim. Sonra arkas�nda durdum ve iki omuzu aras�nda, gerdek çad�r�n�n koca dü�meleri (yahut keklik yumurtas�) gibi olan Hâtem-i Nübüvvet’i gördüm!”[7]
Hz. Ali de (r.a.), Resûl-i Ekrem’i tarif ve tavsif ederken, “�ki küre�i aras� enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu oldu�u, kürekleri aras�ndaki peygamberlik hâteminden belliydi” der.
Abdülmuttalib’e Verilen Müjde…
Kâinat�n Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldi�i s�rada, dedesi Abdülmuttalib, Kâbe civar�nda Kurey�’in ileri gelenlerinden birkaç�yla oturmu�, sohbet ediyordu.
Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdülmuttalib, bir anda kendisini nur topu torununun yan�nda buldu: Kucaklad�, öptü, koklad�. Sonra da, o�lu Ebû Tâlib’e teslim ederek, “Bu çocuk, sana emanettir. Bu o�lumun �ân� �erefi yüce olacakt�r” diye konu�tu.
Abdülmuttalib, bu mesut hadisenin hat�r� için Kâinat�n Efendisinin do�umunun yedinci günü, develer, davarlar kestirerek Mekke halk�na üç ö�ün ziyafet çekti; ayr�ca �ehrin her mahallesinde develer kurban ederek, insan ve hayvanlar�n istifadesine b�rakt�.
Nur Çocu�a �sim Verildi: Muhammed (a.s.m.)
Umumî ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad koydu�unu, dedesinden sordular. �u cevab� verdi:
“Muhammed...”
“Neden atalar�ndan birinin ismini takmad�n da bu ismi verdin?” dediler.
Cevab� �u oldu:
“Allah’�n ve insanlar�n onu övmelerini istedi�im için!”
Gerçekten, Kâinat�n Efendisi Peygamberimiz, Allah’�n, insanlar�n ve meleklerin senâs�na e�siz bir surette mazhar olmu�, dünya üzerinde tek �ahsiyettir. Çünkü o, bu övgüye, bu alâkaya, sevgiye ve bu hürmete lây�kt�. Bu medhi, bu muhabbeti; e�siz iman�, irfan�, ibadeti, sadâkati, takvâs�, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlâk�yla haketmi�ti. Bunun içindir ki onun medih makam�na eri�ecek hiçbir fani olmam�� ve olamaz.
_____________________________________
[1]Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye, c. 1, s. 21.
[2] Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 21.
[3] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 166; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 102; Taberî, Tarih, c. 2, s. 125.
[4] Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 22.
[5] Kad� �yaz, e�-�ifa, c. 1, s. 267.
[6]Rivâyet edildi�ine göre, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem de (a.s.) sünnetli olarak dünyaya gelmi�ti. Yine kaynaklar, peygamberlerden �it, �dris, Nuh, Musa, Yusuf, Süleyman, �uayb, Yahya ve Hud (aleyhimüsselam) hazerat�n�n da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler.
[7] Buharî, Sahih, c. 1, s. 48; Müslim, Sahih. c. 7, s. 86.
H�R�K� H�D�SELER
Kâinatta en büyük hadise, hiç �üphe yok ki Kâinat�n Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dünyaya te�rifleri hadisesidir.
Çünkü hilkat a�ac�n�n çekirde�i odur. Kadîr-i Zülcelâl, onun geli�ini takdir etmemi� olsayd�, kâinat da, insan da olmayacakt�; dolay�s�yla, imtihan dünyas�n�n kap�s� da aç�lmayacakt�. “�u gördü�ün büyük âleme büyük bir kitap nazar�yla bak�l�rsa, Nur-u Muhammedî, o kitab�n kâtibinin kaleminin mürekkebidir. E�er o âlem-i kebir, bir �ecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî, hem çekirde�i, hem semeresi [meyvesi] olur. E�er dünya, mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. E�er büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun akl� olur.”[1]
��te, “Sen olmasayd�n ey Habîbim, felekleri [kâinat�] yaratmazd�m!” kutsî hadisi, bu s�rra i�aret etmektedir.
Ayr�ca Efendimizin risâleti, di�er peygamberler gibi hususî de�il, umumî ve cihan�ümûldür. Buna binaen, elbette, dünyaya te�rifleri esnas�nda birtak�m harika hadiseler vücuda gelecekti ve bu hadiseler, ak�l ve basîret sahiplerini dü�ünceye sevkedecekti!
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya te�rifleri esnas�nda belli ba�l� �u harika hadiseler meydana geldi:
Te�rif Ettikleri Gece Bir Y�ld�z Do�du
Yahudiler aras�nda birçok âlim vard�. Bunlar, kitaplar�nda Allah Resûlünün gelece�ini görüp ö�renmi�lerdi. Y�ld�zlardan hüküm ç�karmada da usta say�l�rlard�. Efendimizin do�umu gecesinde bir y�ld�z parlam�� ve Yahudi âlimler bu y�ld�zdan Ahir zaman Peygamberinin dünyaya te�rif ettiklerini anlam��lard�.
Resûl-i Zî�an’�n me�hur �âiri Hassan b. Sâbit (r.a.), bu hususu �öyle anlatm��t�r:
“Ben, sekiz ya�lar�nda var, yoktum. Biliyorum. Bir sabah vakti, Yahudinin biri ‘Hey Yahudiler!’ diye ç��l�k atarak ko�uyordu. Yahudiler, ‘Ne var, ne y�rt�n�yorsun?’ diyerek adam�n ba��na ü�ü�tüler. Yahudi �öyle hayk�r�yordu:
“‘Haberiniz olsun: Ahmed’in y�ld�z� bu gece do�du! Ahmed bu gece dünyaya geldi.’”[2]
�bni Sa’d’�n nakletti�i konuyla ilgili bir rivayette ise, �öyle denilmektedir:
“Mekke’de oturan bir Yahudi vard�. Allah Resûlünün do�duklar� gecenin sabah� Kurey�lilerin kar��s�na ç�kt� ve sordu: ‘Bu gece kabilenizden bir o�lan çocuk do�du mu?’ Kurey�liler, ‘Bilmiyoruz’ cevab�n� verince, adam sözlerine devam etti: ‘Var�n, gidin, soru�turun, aray�n. Bu ümmetin peygamberi bu gece do�du. S�rt�nda alâmeti var.’
“Kurey�liler, var�p soru�turdular ve gelip Yahudiye haber verdiler: ‘Bu gece Abdullah’�n bir o�lu dünyaya geldi; s�rt�nda bir ni�an var.’
“Yahudi, gidip peygamberlik alâmetini gördü ve akl�n� kaybetmi�çesine �öyle hayk�rd�:
“‘Peygamberlik art�k �srailo�ullar�ndan gitti! Kurey�lilere öyle bir devlet gelecek ki haberi do�udan bat�ya kadar ula�acakt�r.’”[3]
Demek, gökkubbe, p�r�l p�r�l y�ld�z kandilleriyle, Resûl-i Kibriya Efendimizin geli�ini alk��l�yordu.
Medâyin’deki Kisrâ Saray�ndan 14 Burç Çat�rdayarak Y�k�ld�
Kâinat�n Efendisinin do�du�u geceydi. Saatler, do�um anlar�n� gösteriyordu.
Derin uykuya dalan Medâyin �ehri, korkunç bir çat�rt� ve gürültü sesiyle uyand�. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklar�ndan f�rlad�. Manzara korkunçtu ve telâ� verici idi: Hükümdar Saray�n�n o sapasa�lam burçlar�ndan 14’ü, çat�rdayarak y�k�l�vermi�ti!
Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ, sabaha ç�kar ç�kmaz memleketinin dinî reislerini derhal bir toplant�ya ça��rd�. Toplant�da, cereyan eden hadisenin neyin nesi oldu�unu görü�eceklerdi.
Kisrâ, tac�n� giymi�, taht�na oturmu�tu. Henüz müzâkereye ba�lamam��lard� ki doludizgin yakla�an bir atl�, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, �stahrabad’da binlerce seneden beri ���l ���l yanan ate�lerinin söndü�ü haber veriliyordu.
Bu haber, Kisrân�n korku ve heyecan�n� daha da art�rd�.
Bu s�rada toplant�da bulunan �ran Ba�kad�s� Mûbezan, söz alarak, gördü�ü bir rüyay� anlatt�: “Gördüm ki yüzlerce kükremi� deve, önlerinde �aha kalkm�� Arap atlar� oldu�u halde Dicle suyunu geçti ve �ran topraklar�na yay�ld�lar.”
Kisrâ, do�ru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan’�n bu rüyas�n� da manal� buldu. Sinirleri fazlas�yla gerilmi�ti. Bu muammay� çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfan�na güvendi�i Mûbezan’a sordu: “Peki, bu neye i�aret olabilir?”
Ba�kad�n�n cevab� k�sa ve öz oldu: “Araplar taraf�ndan çok önemli bir �eyler olaca��na i�aret olabilir!”
Kisrâ, bunun üzerine derhal Hire Vâlisi Numan b. Münzir’e bir mektup yazd�. Mektupta, “Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!” diyordu.
Mektubu alan Numan, i�in ciddiyetini anlad� ve derhal Abdü’l-Mesih b. Amr ad�nda bir bilgini Medâyin’e gönderdi.
Gelen âlimi, hükümdar, derhal huzura kabul etti. Cereyan eden hadiseleri anlatt�ktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi.
Abdü’l-Mesih, Kisrâya, hadiseler hakk�nda bir bilgi veremeyece�ini söyledi ve ilave etti: “�am yak�n�nda Cabiye’de oturan day�m Satîh’te, bunlara cevap verecek bilgi vard�r.”
Bunun üzerine Kisrâ, Abdü’l-Mesih’i, gidip, Satîh’ten hadiseler hakk�nda bilgi almak üzere vazifelendirdi.
Me�hur �am kâhini Satîh, kemiksiz, adeta âzâs�z bir vücut, yüzü gö�sü içinde bir acube-i hilkat ve çok ya�l� bir kâhindi. Daima s�rtüstü yatard�. Bir yere götürülmek istendi�i zaman bohça gibi katlan�rd�. Gaibten verdi�i do�ru haberler, o zaman�n insanlar� aras�nda me�hurdu.
Abdü’l-Mesih, da� ta� demeden yol alarak, day�s� Satîh’in yan�na vard�. O s�rada Satîh, hayat�n�n son anlar�n� ya��yor, �iddetli hastal�k içinde k�vran�yordu. Hastal���n �iddeti dudaklar�ndan konu�ma kudretini de al�p götürmü�tü ki gelen adam�n ne selam�n� alabildi ve ne de konu�abildi.
Fakat Abdü’l-Mesih olup bitenleri anlat�nca, i� birden de�i�iverdi. Ölüm dö�e�inde ecelle pençele�en Satîh, gözlerini birden açt� ve sanki kabir kap�s�na de�il, dünya evinin kap�s�na yeni ayak basacakm�� gibi canlanarak heyecan içinde hayk�rd�: “Ey Abdü’l-Mesih! �lâhî vahyin okunmas� ço�alacak! Asâ’n�n sahibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve vadisini su bast�, Farslar�n ate�i söndü. Art�k �am da �am de�il Satîh için... �unu bil ki zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebilik ipinin iki ucunu dü�ümledi.” Derin bir nefes çektikten sonra da ilave etti: “Sasanîlerden, y�k�lan burç say�s�nca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacakt�r.”[4]
Bu cümleler, Satîh’in dudaklar�ndan dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçe�i dile getirmek için bekleyip durmu�tu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapad� ve ruhunu Yüce Allah’a teslim etti.
Me�hur Kâhin Satîh, bu sözleriyle aç�kça ahir zaman Peygamberinin dünyaya gelmi� oldu�unu haber veriyordu.
O âna kadar bir benzeri görülmemi� bu hadise, dünyaya o gece �eref veren zât�n, beraberinde getirdi�i sönmez nurla, Mazdeizmin[5]karanl�k inanc� içinde k�vranan �ran saltanat�n� ortadan kald�raca��na i�aretti. Nitekim tarih buna da �ahit oldu ve hadiseler Satîh’in haber verdi�i gibi cereyan etti: �ran devleti, altm�� yedi y�l süren on dört hükümdar�n idaresinden sonra, Kadisiyye’de Hâtemü’l-Enbiya’n�n ordusu taraf�ndan �slam topraklar�na kat�ld�.
Kâbe’nin �çini Karanl�k ve Kirlere Bo�an Putlar�n Pek Ço�u Ba�a�a�� Y�k�ld�
Kurey� mü�rikleri, Allah’�n tek mâbud olu�unun ilk olarak âbidele�ti�i yer olan Kâbe’yi, putlarla, karanl�klara bo�mu�lard�. Ne var ki henüz tevhid temsilcisi Resûl-i Kibriya’n�n dünyaya gözlerini açmas� kar��s�nda bile ço�u, yerlerine kur�unla perçinlenmi� bu putlar, hadisenin azametine dayanamayarak yerlere y�k�l�verdiler.
Bu hadisenin ifade etti�i mana büyüktü: Dünyaya te�rif eden bu zât, kendisine verilecek vazife gere�i, kapkaranl�k �irk inanc�n� ortadan kald�racak, gönüllerde pâk, nezih ve saadet dolu tevhid inanc�n� bayrakla�t�racakt�r.
Dünya buna da �ahit oldu: O Resûl-i Zî�an, k�sa zamanda Kâbe’yi cans�z putlardan temizledi�i gibi, gönüllerdeki putlar� da �slam iman�yla yok ediverdi.
�stahrabad’da Bin Seneden Beri Yanmakta Olan, Mecûsîlerin Kocaman Ate� Y���nlar� Bir Anda Sönüverdi
Mecûsîler, bu ate� y���n�n� kendilerine ilâh kabul etmi�lerdi. Efendimizin dünyaya te�rifleriyle birlikte bu kocaman ate�, sanki okyanuslar�n istilâs�na u�ram�� basit bir ate�mi� gibi sönüverdi.
Demek ki gelen zât, putperestlik gibi, ate�perestli�i de bir ç�rp�da ortadan kald�racak ve yeryüzünü tevhid me�’alesiyle ayd�nlatacakt�.
Takdis Edilen Me�hur Sava (Taberiyye) Gölü Bir Anda Kuruyuverdi
Bu da, gelen zât�n, Allah’�n izniyle olmayan �eylerin takdis edilmesini yasaklayaca��n�n ifadesiydi.
Dünyaya Te�rifleri Ân�nda, �ark ve Garb� Küçük Bir Oda Gibi Ayd�nlatan Bir Nur Görüldü
Demek ki dünyaya gelen zât�n tebli� edece�i din, �ark ve garb� bütün ihti�am�yla kucaklayacak, insanl���n be�te birini �efkatle sînesinde terbiye edip ok�ayacakt�.
Semave Vadisi, Ta�an Seller Alt�nda Kal�p Suya Garkoldu
Resûl-i Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açt�klar� geceydi.
Ta�an seller Semave vadisi ve Semave �ehrini sular alt�nda b�rakt�. �ehir halk�, deh�et içinde kalarak, çareyi da�lara ve tepelere s���nmakta buldu. Sonra da, bir mektup yazarak, durumu Kisrâya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yard�m� istediler.
Gökkubbeden Salk�m Salk�m Y�ld�zlar Döküldü
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya te�rifleri gecesinde, hazan yapra�� gibi, gökkubbeden y�ld�zlar döküldü.[6]Bu hadise de �una i�aret ediyordu:
Bundan böyle �eytan ve cinlerin gökten haber almalar� son bulmu�tur! “Madem Resûl-i Ekrem (a.s.m.), vahiyle dünyaya ç�kt�; elbette yar�m yamalak ve yalanlarla kar���k, kâhinlerin ve gaibten haber verenlerin ve cinlerin ihbarat�na [haberlerine] set çekmek lâz�md�r ki vahye bir �üphe iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi’setten evvel kâhinlik çoktu. Kur’an, nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti; hatta çok kâhinler imana geldiler. Çünkü daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamad�lar.”[7]
O âna kadar görülmemi� bu hadiselerin, Resûl-i Ekrem’in do�umu s�ras�nda meydana gelmeleri, elbette tesadüfî de�ildi. Ezelî Kudret’in kader kaleminin tayin ve tespitiyle vücuda geliyorlard� ve dünyaya, Ahir zaman Peygamberi Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zuhurunu haber veriyorlard�!
_____________________________________________
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 106.
[2] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniyye, c. 1, s. 22.
[3] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 162-163.
[4] Taberî, c. 12, s. 131-132.
[5] Mezdek (Mazdek) ad�nda birinin kurdu�u, eski �ran’da dinî bir mezheptir. Zerdü�t taraf�ndan va’z edilen Maniheizmin �slah edilmi� bir �ekli olarak gören ve kabul edenler de vard�r. Bu mezhebin bilinen belli ba�l� hususîyeti, mülkte ve kad�nlarda i�tiraki kabul etmesidir. Bunun yan�nda, zühdle ilgili olarak hayvanlar� öldürmek ve etini yemek de, bu mezhebin yasaklad��� �eyler aras�ndad�r (�slam Ansiklopedisi, c. 8, s. 201-205).
[6] Taberî, Tarih, c. 2, s. 131; Kad� �yaz, e�-�ifa, c. 1, s. 726-733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 161-163.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 163.
PEYGAMBER�M�Z�N S�TANNEYE VER�LMES�
Efendisine kavu�an kâinat art�k �en idi. Be�eriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zât� sînesinde bar�nd�ran Arabistan’�n kalbi, sevincinden adeta duracak gibiydi.
Kâinat�n e�siz hadisesine sahne olan Mekke, adeta ulvî âlemlere uçmak istiyormu�ças�na heyecanl� ve mesrur idi.
Hz. Âmine, huzurlu ve sürurlu idi. Nur topu yavrusu, tatl� tebessümleriyle, kocas�n�n vefat ac�s�n� bir nebze unutturdu�u gibi, istikbâle ümitle bakmas�n� da sa�layan tek tesellisi idi.
Bahtiyar Âmine, �erefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe Hâtun, Kâinat�n Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.[1]
Süveybe Hâtun, daha önce de Hz. Hamza’y� emzirmi�ti. Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcas� aras�nda bir de süt karde�li�i ba��n�n kurulmas�na vas�ta olmak gibi bir bahtiyarl�k ve �erefe eri�mi� oluyordu.
Kendisine yap�lan iyiliklerin en küçü�ünü dahi unutmayacak ve onu kar��l�ks�z b�rakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zât�na bir müddet sütannelik yapt��� için Süveybe Hâtun’u hayat� boyunca unutmad�. Onu s�k s�k ziyaret eder, her gördü�ünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.
Evet, vefa Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdi�i güzel ahlâk�n temeli idi. Onun tertemiz, nezih hayat�nda vefas�zl��� ihsas eden en ufak bir davran��a rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübra da, evine s�k s�k gelip giden Süveybe Hâtun’u hürriyetine kavu�turmak için bir ara sat�n almak istediyse de, Ebû Leheb buna yana�mad�. Ancak Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe’yi kendili�inden azat etti.[2]
Ebû Leheb, Peygamberimizin öz amcas� idi. Sonralar� Resûl-i Ekrem’in risâletini tasdik ve ikrar etmedi�i gibi, hayat� boyunca da putperestlikten vazgeçmeyerek kar��s�na en büyük bir dü�man olarak dikilmekten geri durmad�. Bu sebeple Allah’�n lânetine maruz kald� ve cariyesi Süveybe Hâtun’un bir t�rna�� kadar de�er kazanamad�. Hatta Süveybe Hâtun sebebiyle ahirette bir nebze lûtfa mazhar oldu�u da anlat�lm��t�r.
Onu, ölümünden sonra rüyada görmü�lerdi. Cehennemin �iddetli azab� içinde feryat edip duruyordu. Kendisine sordular: “Neden feryat ediyorsun? Neyin var?”
Ebû Leheb, “Neyim olacak? Susuzluk beni ate�ten kavuruyor! Hayat�mda hiçbir hay�r görmedim. Sadece bir tek hay�r buldum: Muhammed’i emziren Süveybe’yi azat etti�im için, bana da �uradan emip sulanmak imkân� ba���land�” diyerek �ehâdet parma��n� gösterdi.[3]
Hadise, gerçekten ibret vericidir. Kâinat�n Efendisine hayat� boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi az�l� bir �slam dü�man�, sadece onu emziren Süveybe Hâtun’u azat etti�i için böylesine �lâhî bir kerem ve lûtfa mazhar oluyor ve cehennemde azab� bir nebze hafifletiliyordu. Demek ki sadece Sevgili Peygamberinin zât�na de�il, zât�na hizmet etmi� olanlara yap�lan iyilikleri de Cenab-� Hak, lûtfu ve keremi ile kar��l�ks�z b�rakm�yordu!
Bunun yan�nda, dünyada Kâinat�n Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba etmekten �eref duyan gerçek mü’minlere, ebedî âlemde ne büyük ikram ve �lâhî ihsanlar�n haz�rlanm�� oldu�u dü�ünülsün!
Çocuklar� Sütanneye Verme Âdeti
Mekke’nin havas� s�cak ve s�k�nt�l� idi. Çocuklar�n körpe vücutlar�na yaramazd� ve onlar�n s�hhatli büyümelerine elveri�li de�ildi. Çölde ise, hava güzel, su tatl� ve temiz, hayat serbest, iklim ise mûtedil idi. Ayr�ca çölde ya�ayan baz� kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü; asliyet ve tazeli�ini koruyordu. Ahlâklar� da temizdi.
��te, buna binaen o s�rada Kurey� e�raf� ve ileri gelenleri, daha s�hhatli ve gürbüz yeti�meleri ve ayr�ca düzgün, asl�na uygun Arapça ö�renip konu�abilmeleri için, Mekke’nin d���nda çölde ya�ayan kabile kad�nlar�na ücretle emzirmek üzere çocuklar�n� teslim etmeyi bir âdet haline getirmi�lerdi. Çocuk iki üç sene, bazen daha fazla sütannenin yan�nda kal�rd�.
Bu sebeple de, yaylalarda ya�ayan birçok kabile, bilhassa Sa’d b. Bekr kabilesi kad�nlar�, senede birkaç defa kafile halinde Mekke’ye inerler ve yeni do�an çocuklar� emzirmek üzere yanlar�na al�p tekrar yurtlar�na dönerlerdi.
Mekke civar�ndaki kabileler aras�nda Sa’d b. Bekr kabilesi, bilhassa �erefte, cömertlikte, mertlikte, tevâzuda ve Arapçay� düzgün konu�makta temâyüz etmi� ve ün kazanm�� bir kabileydi. Bu yüzden, Kurey� ileri gelenleri, daha çok bu kabile kad�nlar�na çocuklar�n� teslim etmek isterlerdi.
Benî Bekir Kabilesi Kad�nlar�n�n Mekke’ye Geli�i
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Süveybe Hâtun taraf�ndan emziriliyordu.
O s�rada, Sa’do�ullar� yurdunda o âna kadar pek az görülmü� �iddetli bir kurakl�k hüküm sürüyordu. Kurakl���n netice verdi�i k�tl�k, kabile halk�n� yoksul ve peri�an b�rakm��t�. Öyle ki yiyecek bir �eyler bulmada bile zorluk çekiyorlard�. Develeri, koyunlar� zay�flam�� ve sütleri kesilmi�ti.
Bu �iddetli k�tl�k ve kurakl�k y�l�nda da Benî Bekir kad�nlar�, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksad�yla Mekke’ye oldukça kalabal�k bir kafile halinde geldiler.
Gelen kad�nlar�n biri müstesna hepsi, kendilerine münasip birer çocuk buldular. Gariptir ki hiçbiri yetim olu�undan dolay� Sevgili Peygamberimizi almaya yana�mad�. Çünkü pek fazla bir ücret ve yard�ma kavu�mayacaklar�n� dü�ünüyorlard�!
Mekke’ye geç giren, sadece bir kad�n vard�. �ffeti, temizli�i, hilim ve hayâs�, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi aras�nda tan�nm�� bir kad�n. Kocas�yla nöbetle�e ya�l� ve zay�f merkeplerine bindiklerinden, kafileden geride kalm��t�. Mekke’ye girdi�inde, yeni do�mu� Kurey� çocuklar�, biri müstesna, di�erleri önde giden Bekro�ullar� kad�nlar� taraf�ndan kap���lm��t�. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamad�.
Kocas� Hâris de üzgündü. Arkada�lar�n�n hepsi varl�kl� ailelerin çocuklar�n� aralar�nda payla�m��lard�. Sadece i�in zâhirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli bo� kalan, bir kendisi vard�.
Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kad�n, �lâhî Kader’in kendisi için çizmi� oldu�u nezih programdan habersiz, Mekke sokaklar�nda münasip bir çocuk bulamaman�n s�k�nt�s� içinde çaresiz dola��yordu.
Bir ara, görünü�üyle etraf�n hürmetini celbeden mûnis simal� ya�l� bir zâtla kar��la�t�. Bu zât, Kâinat�n Efendisinin dedesi Abdülmuttalib’ti. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dola��p duruyormu�lar gibi bak��t�lar. Sonra da konu�maya ba�lad�lar:
Abdülmuttalib, “Sen neredensin?” diye sordu.
Kad�n, “Benî Sa’d kabilesi kad�nlar�ndan...” cevab�n� verdi.
“Ad�n ne?”
“Halîme!”
Abdülmuttalib, “Ne güzel, ne güzel! Sa’d ve hilm, iki haslettir ki dünyan�n hayr� da, ahiretin izzet ve �erefi de bunlardad�r” dedikten sonra derin bir iç çekti; arkas�ndan da Halîme’ye, “Ey Halîme! Yan�mda yetim bir çocuk var. Onu Sa’do�ullar� kad�nlar�na teklif ettim, kabul etmediler. Bâri, gel sen ona sütanneli�i yap. Belki, onun yüzünden bahtiyarl��a, bolluk ve berekete erersin!” dedi.
Halîme, beklenmedik bu teklif kar��s�nda önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli bo� dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak kocas�na sormadan ve ondan izin almadan cevab�n� izhar etmek istemedi. Hemen kocas�n�n yan�na döndü. Olup bitenleri anlatt�ktan sonra, “Emzirecek çocuk bulamad�m. Arkada�lar�m aras�nda eli bo� dönmeyi de ho� görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi (!) alaca��m” dedi.
Kocas� Hâris, fikrine i�tirak etti: “Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hay�r ihsan eder.[4]
Bunun üzerine, dönüp Abdülmuttalib’in yan�na geldiler.
Abdülmuttalib, Halîme’yi al�p Sevgili Peygamberimizin nurland�rd��� Hz. Âmine’nin mütevaz� evine götürdü.
Halîme, Efendimizin ba�ucuna vard�.. Nur topu Efendimiz, yünden beyaz bir kuma�a sar�l�, ye�il iplikten bir örtünün üstünde m���l m���l uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu!
Halîme, hayret içinde kald�. Nur yüzlü Efendimize, ân�nda içi �s�n�verdi. Öylesine ki uyand�rmaya bile gönlü râz� olmad�!
Art�k hüzün ve �zd�rap bulutu Halîme’yi terk etmi�ti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamaman�n s�k�nt�s� içinde k�vran�p dururken, birden böylesine güzel bir yavruyla kar�� kar��ya gelmek; ne büyük bahtiyarl�kt�!
Halîme, fazla dayanamad�. Kâinat�n Efendisinin ba�ucuna iyice yakla�t�. Yorgan�n ucunu hafiften kald�rd�. Pamuktan yumu�ak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübarek al�nlar�ndan sevgi ve bir anne �efkatiyle öptü.
O anda, Peygamber Efendimiz de gözlerini açt� ve Halîme’nin bûsesine tatl� bir tebessümle cevap verdi. Anla�m��lard�!
Biri, çocuk bulamaman�n �zd�rab�yla bitkin ve mahzun; di�eri, kad�nlar taraf�ndan reddedilen nur yetim! Kader, ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu!
�lk Bereket
Art�k nur topu Efendimiz, gönlünü cezbetti�i Halîme’nin kuca��ndayd�.
Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan gö�üsler, Efendimiz emmeye ba�lar ba�lamaz derhal sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çe�mesi kesilmi�ti birden...
Halîme �a��rd�, kocas� Hâris hayretler içinde kald�.
Sa� meme Kâinat�n Efendisinin a�z�nda, sol meme art�k ona süt karde�i olan Halîme’nin o�lu Abdullah’�n a�z�nda. Ve Kâinat�n Efendisi, bundan böyle hep sa� memeyi emecektir!
Devenin Memeleri Sütle Doldu
Halîme, nur yetimi kuca��ndan bir an bile indirmeye râz� de�il. Hemen Abdülmuttalib ve Hz. Âmine ile vedala�arak Mekke’den ayr�ld�lar.
Âmine’nin hüznüne gözya�lar� da kar��t� ve adeta bir bulut olup nur yavrusunun pe�inden ko�tu.
Gece Hâris ailesi, Mekke d���nda rahat bir uyku çekti. Sabahleyin, Haris develeri sa�maya ko�tu. Elini att��� her meme bir süt çe�mesi oluvermi�ti. Hayretler içinde Halîme’ye seslendi: “Ey Halîme! Bil ki sen, çok mübarek ve hay�rl� bir çocuk ald�n!”
Halîme, kocas�n� tasdik etti: “Vallahi, ben de öyle olmas�n� ümit ediyorum!”[5]
Mekke art�k gerilerde kalm��t�.
Halîme di�i merkebinin üstünde, kuca��nda ise Kâinat�n Efendisi vard�. Merkep, o zay�f, güçsüz ve arkada�lar�ndan geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sürat, bu ne h�zl� yürüyü�! Sanki, geli�inde bindikleri merkep bu de�ildi.
Kafiledeki bütün hayvanlar� geçip geride b�rak�nca, Halîme’nin yol arkada�lar� �a��rd�lar ve hayretler içinde sordular: “Ey Ebû Zueyb’in k�z�! Yaz�klar olsun sana! Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa, bindi�in merkep, gelirken beraberindeki merkep de�il mi?
Merkep ayn� merkepti; bir farkla, �imdi üzerinde biri vard�: Kâinat�n Efendisi. Onu ta��man�n �erefi, o zay�f, nahif hayvan� da co�turmu�tu!
Halîme, arkada�lar�na cevap verdi: “Hay�r, vallahi merkep ayn� merkep. Hatta ben onu sürmüyorum bile; kendi kendine böyle süratli gidiyor. Bunda bir gariplik var!”[6]
Ne yaz�k ki henüz kafiledekilerin hiçbiri, bu farkl�l���n nereden ve niçin geldi�ini bulabilme basîretine sahip de�ildi.
Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbâli bütün ha�metiyle kucaklayaca��na birer aç�k i�aretlerdi!
PEYGAMBER EFEND�M�Z, SA’D O�ULLARI YURDUNDA
Bütün bu garipliklerden sonra, Halîme ve kocas�, yurtlar�na vard�lar.
Art�k nur yüzlü Kâinat�n Efendisi, Sa’d o�ullar� yurdundayd�.
O s�rada, Sa’d o�ullar� beldesinde müthi� bir k�tl�k ve kurakl�k hâkimdi: Bereketi kesilmi� topraklar, susuz kuyu ve çe�meler, solgun yüzler ve zay�flikten ayakta duracak mecali kalmam�� hayvanlar...
Fakat Peygamber Efendimizin ayak bast��� hânenin manzaras� birden de�i�iverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanlar�, �imdi t�kabasa doyuveriyorlard�. Memeleri dolup ta��yor, bir rahmet çe�mesi gibi devaml� süt ak�t�yorlard�. Solgun yüzler yoktu art�k Halîme’nin evinde...
Beldenin sâir sâkinleri, yine k�tl�k içinde, yine s�k�nt� çemberinde k�vran�yorlard�! Hayvanlar� hâlâ zay�f, nahif ve istenilen sütü veremiyordu!
Sanki, Peygamberimizi “yetim” diyerek almayanlar, maruz kald�klar� mahrumiyet içinde b�rak�lmakla cezaland�r�l�yorlard�.
Yayla halk�, gözleriyle gördükleri bu durum kar��s�nda meraklar�ndan çatlayacak hale gelmi�lerdi. Olup bitenlere bir mana veremiyorlard�. Kabahati çobanlar�nda buluyorlar ve onlara ç�k���yorlard�: “Gidin, görün bakal�m! Halîme’nin çoban�, koyunlar�n� nas�l doyurmu�? Yürürken memelerinden ��p�r ��p�r süt daml�yor! Kim bilir, koyunlar�n� nerede otlat�yor! Siz de onun gitti�i yere gidip koyunlar� orada otlatsan�z ya!”
Çobanlar, efendilerinin bu ç�k��lar�nda haks�z olduklar�n�, adlar� gibi biliyorlard�. Halîme’nin çoban�n�n koyunlar�n� otlatt��� yerin, kendilerinin otlatt��� yerden hiçbir fark� yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlard�. Ama itirazlar� hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer �u sözlerine muhatab oluyorlard�:
“Peki, sizin sürülerin koyunlar� açl�ktan kendilerini zar zor ta��yorlar da, onunkiler neden t�kabasa tok, hem de memeleri sütle dolu olarak dönüyor?”
Ne çobanlar ve ne de efendileri bu soruya cevap bulam�yorlard�; sadece birbirlerine hayret ve �a�k�nl�k dolu bak��larla bak�p kal�yorlard�!
Elbette bunun bir sebebi vard� ve bu sebebi, henüz o zaman Hz. Halîme ile kocas�ndan ba�kas� bilmiyordu. Çobanlar�n gelip sebebini sormalar� üzerine, Halîme onlara �u cevab� verdi:
“Vallahi, bu i� ne ot, ne de otlak i�idir! Bu i�, Rabbimin s�rlar�ndan bir s�rd�r. Her �ey Mekke’den dönü�ümüzle birlikte ba�lad�!”
Tabii ki çobanlar, bu sözlerden pek bir �ey anlam�yorlard� ve meraklar�ndan da kurtulam�yorlard�.
Yayla halk�n�n ak�l erdiremedi�i s�r �uydu:
Kâinat�n yegâne sahibi olan Allah, en sevdi�i insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme âlicenabl���n� gösterdiklerinden dolay� Halîmelerin evine rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.
Halîme ve kocas�, bunun gayet iyi fark�nda idiler. Bu sebeple nur yavruya bamba�ka bir gözle bak�yorlard�. Adeta onu uçan ku�tan, do�an güne�ten koruyorlard�. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlard�.
Yayla Kurakl�ktan Kurtuluyor!
Sa’d o�ullar� yaylas�nda aylard�r hüküm süren kurakl�k ve k�tl�k hâlâ son bulmu� de�ildi. Yayla halk�, her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre ya�mur duas�na ç�kmaya devam ediyordu. Fakat her seferinde de elleri bo� ve mahzun dönüyorlard�.
Bir Cuma günüydü.
Kad�nl� erkekli bütün kabile halk�, yanlar�na aç develerini, sütsüz koyunlar�n� da alarak, bir tepenin üzerine, yine ya�mur duas�nda bulunmak için ç�km��lard�. Putlar�na kurbanlar kestikten sonra, duaya ba�lad�lar. Yalvarmalar yakarmalar, Âlemlerin Rabbine, ya�mur göndermesi için yap�l�yordu. Saatlerce dua ettikleri halde yere tek bir ya�mur damlas� dü�medi.
Kalabal���n içinde Sevgili Peygaberimizin süt annesi Halîme ve kocas� Hâris de vard�. Halîme, gözlerden sak�nd��� Kâinat�n Efendisi yavruyu kalabal��a al�p getirmemi�, süt karde�i Üneys’nin yan�nda evde b�rakm��t�.
Duan�n sonuna gelinmi�ti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Art�k dönmeye haz�rlan�yorlard�. Bu s�rada Halîme’nin kom�usu bir kad�n, duas�n� bitirmek üzere olan rahibe yakla�t� ve rahip duas�n� bitirince de, “Rahip efendi, biz bu kadar dua ettik, fakat bir netice alamad�k. �çimizde hay�rl� u�urlu biri olsa, belki Âlemlerin Rabbi duam�z� kabul ederdi” dedi.
Rahip, ya�l� kad�n�n bu sözünden rahats�z gibi oldu ve “Biz, O’na dua ederiz; ama O’nun ne yapaca��n� bilmeyiz. Do�ruyu ve hay�rl�y� ancak O bilir” diye konu�tu.
Ya�l� kad�n, bu sefer as�l maksad�n� aç�kça söyledi: “Biliyorum, dedikleriniz do�ru. Ama benim söylemek istedi�im �ey ba�ka. Bizim kom�umuz Halîme’nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O geldi�i günden beri Halîme’nin evi bereketle dolup ta��yor. Çok hay�rl�, çok u�urlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de onu buraya getirsek... Belki aya�� u�urlu gelir! Onun yüzü suyu hürmetine Âlemlerin Rabbi duam�z� kabul eder ve bizi ya�mura kavu�turur!”
Rahip önce tereddüt geçirdi. Kad�n �srar edince, Efendimizin getirilmesine râz� oldu.
Ya�l� kad�n, Halîme’yi aray�p buldu ve rahibe yapt��� teklifi kendisine anlatt�.
Fikir, Halîme’nin de akl�na yatt�. Çünkü nur yavrunun bereketli ve hay�rl� bir çocuk oldu�una en çok kendisi �ahit olmu�tu. Ko�arak eve vard�lar. Peygamberimizi, süt annesi kucaklad�. Kundaklad�ktan sonra, yak�c� güne�in tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapad�lar ve d��ar� ç�kt�lar.
Güne�, k�zg�n oklar�n� yeryüzüne olanca �iddetiyle sapl�yordu. Yerden sanki alev alev ate� yükseliyordu. Evden ç�k�p biraz yürüdükten sonra, gözleri garip bir �eye ili�ti: Bir bulut, kendileriyle beraber gidiyordu! Önce mühimsemediler; “Olabilir” diyerek yürüdüler. Fakat bu küçük bulut kendilerini terk etmiyordu. Adeta, onlar� güne�in kavurucu s�cakl���ndan korumak için bir �emsiye vazifesi görüyordu. �ster istemez hayrete kap�ld�lar ve �a��rd�lar. Bir taraftan da sevindiler. Art�k nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmam��t�. Örtü kald�r�l�nca, �irin gözler süt annesine tatl� tatl� bakt�. Sanki, tebessümüyle, “O bulut beni gölgeliyor” der gibiydi.
Buluttan �emsiye alt�nda yollar�na devam edip kalabal��a kar��t�lar. Önce yap�lan tekliften rahats�z olan rahip, bu sefer onlar� güleryüzle kar��lad�. Çünkü o da, Halîme ve arkada��n�n, evden ç�kar ç�kmaz, bir bulut taraf�ndan gölgelendiklerini uzaktan görmü�tü!
Rahip, Peygamberimizi süt annesinin kuca��ndan ald� ve kalabal��a seslendi: “Ey insanlar! Bu, bulundu�u eve bereket getiren Mekkeli çocuktur! Bu hay�rl� yavruya olan sevgisi ve lûtfu ile ya�mur vermesi için Âlemlerin Rabbine hep beraber dua edelim!”
Eller tekrar aç�ld� ve dudaklar yeni bir heyecanla duaya ba�lad�.
Peygaberimiz bir nur yuma�� halinde rahibin kuca��nda duruyordu. Rahip, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bak�yor ve adeta hal diliyle “Bu güzel çocu�un yüzü suyu hürmetine bize ya�mur ihsan et” diye Cenab-� Hakk’a yalvar�yordu!
Herkes Yüce Allah’a yalvar�rken, Peygamberimizin nur saçan gözleri, ümitle gökyüzüne dikildi. Rahip ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, güzellikte e�siz gözlerine kendini kapt�rm�� ve adeta her �eyi birden unutuvermi�ti.
Art�k aylard�r süren hasretli ve hüzünlü bekleyi�in son anlar� yakla��yordu. Peygamberimizin ba�� üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuklara do�ru yay�lmaya ba�lad��� görüldü. K�sa zamanda o küçük bulut, yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terk etti. Dua seslerine birden sevinç ç��l�klar� kar��t�. Ya�murun müjdecisi bulutlar geldi�ine göre, rahmetin de gelmesi yak�nd�. Az sonra sevinç ç��l�klar�yla ortal�k ç�nlad�: “Ya�mur, ya�mur, ya�mur!..”
Evet, ikaz mahiyetindeki iki haftal�k bir mahrumiyet içinde kalma, Sa’d o�ullar�n�n dikkatini çekmek için kâfi görülmü�tü. Nur yavrunun yüzü suyu hürmetine, Sa’do�ullar� yurduna lâtif, berrak ve tatl� ya�mur damlalar�, Cenab-� Hakk’�n rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli inmeye ba�lad�. Güya rahmet tecessüm ederek damlalar suretinde yeryüzüne ak�yor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatl�l�k bah�ediyordu. �nsanlar gibi kurakl�ktan çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.
Ya�mura kavu�an halk, aylard�r devam ettikleri dualar�n�n kabul edilmeyip, o gün kabul edili�inin s�rr�n� yine de bilemediler. Çünkü o, bir s�rd�. �imdilik bir s�r olarak da kalacakt�. Rahmet vesilesi, henüz bir bebekti! Ama insanlar nazar�nda bir bebekti. Hakikatte o, Allah’�n ve meleklerin kendisini çok iyi tan�d�klar�, Allah’�n sevgili kulu, Peygamberler Peygamberi, �ki Cihan�n Güne�i Hz. Muhammed’di (a.s.m.).
Sa’do�ullar� yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aral�klarla tam bir hafta devam etti.
Toprak, ya�an ya�muru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden f��k�rd�, a�açlar yemye�il körpe filizler verdi. Ekinler boy att�, koyunlar�n memeleri sütle dolmaya ba�lad�.
Ya�mura kavu�anlar aras�nda ancak birkaç�, rahmete vesile te�kil eden sebebi bildiler. Kendi aralar�nda �öyle konu�tular:
“Bu çocuk, çok u�urlu ve hay�rl� bir çocuk!”
Saf ve geni� ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocuklar�n çabucak geli�mesine ve s�hhatli büyümelerine oldukça elveri�liydi.
Sevgili Peygamberimizin büyümesi de di�er çocuklardan farkl� oldu: Sekiz ayl�k iken konu�maya ba�lad�. Dokuz ayl�kken konu�mas� oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ay�nda ise, art�k di�er çocuklarla ok atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmu�tu.
Peygamber Efendimiz, iki ya��na bas�nca sütten kesildi. O âna kadar, Halîmelerin ve yayla halk� üzerinde bereket, rahmet ve ihsan ya�muru hiç eksik olmad�.
Bu ya��nda bile Peygamber Efendimiz, akranlar�ndan çok farkl� bir güzelli�e, sevimlili�e ve üstün bir ahlâka sahipti. Büyük bir insan gibi a��r ba�l� ve vakur idi.
Peygamberimizin, Annesine Getirili�i
Süt çocuklar�n� geri verme mevsimi gelip çatt�. Bununla birlikte, Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evlad�ndan daha fazla seven Halîme’nin de gönlünü bir hüzün bulutu kaplad�. Çünkü ondan ayr�lacakt�. Çünkü Nur Muhammed’in cenneti hat�rlatan gül kokusundan uzak kalacakt�.
Fakat Mekke’ye götürüp annesine teslim etmekten ba�ka çaresi de yoktu. Öyle yapt�lar. Nur Muhammed’i alarak Mekke’ye geldiler ve annesine gönül gözya�lar� aras�nda teslim ettiler.
Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyas� ise sevinçle dolu idi! Biri öz yavrusuna kavu�man�n saadetini ya��yor, di�eri ondan ayr�lman�n ate�inde tutu�mu�, yan�yordu!
O anda sütanne Halîme’ye, sanki bir ilham geldi ve yalvar�rcas�na, bütün samimiyetiyle �u teklifi yapt�:
“Ne olur, o�lumu biraz daha yan�mda b�rakamaz m�s�n�z? Hem ben, ona Mekke vebâs�n�n bula�mas�ndan da korkuyorum!”[7]
Bu teklif ve arzu, samimi idi. Sanki cümleler, dudaklardan de�il, gönülden kopup gelmi�ti.
Aziz anne Âmine, bu riyâs�z ve candan yalvar��a kar�� koyamad� ve bir müddet daha ci�erpâresinin Sa’do�ullar� yurdunda kalmas�na râz� oldu.
Peygamberimiz, Yine Benî Sa’d Yurdunda
Halîme murad�na ermi�ti! Arzusunun kabul edili�inin sonsuz hazz� içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü.
Kâinat�n Efendisi, art�k süt karde�i Abdullah’la birlikte kuzular� gütmeye de ç�k�yordu. Kuzular, onun tatl� tebessümlerine melemeleriyle cevap veriyorlard�.
Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki, orada bir �eyler ke�fedecekmi� gibi dikkatli ve ibretli bak�yordu. Sanki, bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere al�p götürecekmi� gibi bekliyordu!
Bu arada, gözlerden kaçmayan garip bir hadise vard�: Peygamber Efendimizin ba�� üzerinde ço�u zaman bir bulut geziyor ve onu güne�ten koruyordu.
Art�k gözler ondayd�. Dillerde onun güzelli�i, gönüllerde tatl� sevgisi vard�. Konu�ulan, onun dürüstlü�ü, terbiyesi ve a��rba�l�l��� idi.
Akranlar� da onun tatl� arkada�l���na eri�mek için adeta yar�� ediyorlard�.
��te, Sevgili Peygamberimiz, Sa’do�ullar� yaylas�nda günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu!
PEYGAMBER EFEND�M�Z�N GÖ�SÜNÜN YARILMASI
Ku�luk güne�inin her tarafa p�r�l p�r�l hayat saçt��� güzel bir bahar günüydü.
Nur yüzlü Efendimiz, süt karde�i Abdullah’la beraber evlerine yak�n çay�rl�kta kuzular�n� otlat�yordu. Bir a�ac�n alt�nda, çimenden yemye�il hal�n�n üzerine oturmu�, tatl� tatl� konu�uyorlard�. Bir müddet sonra da Abdullah, a�ac�n serin gölgesinde uykuya dald�.
Kâinat�n Efendisi ise, oturdu�u yerden, kâinat� ku�atan e�siz güzelliklerin yarat�c�s�n� dü�ünmeye koyuldu. Bu s�rada kuzular yay�la yay�la epeyce uzakla�m��lard�. Onlar� geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah’�n yan�ndan ayr�ld�. Bir müddet gittikten sonra, kar��s�na beyaz elbiseli iki ki�inin ç�kt���n� gördü. �kisi de güleryüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu alt�n bir tas vard�. Nur yüzlü Efendimizin yan�na usûlca yakla�t�lar. Onu tutup, �lâhî bir hal� gibi duran yemye�il çimenlerin üzerine uzatt�lar. Efendimizde ne ses, ne sedâ, ne de telâ� vard�. Bu güleryüzlü, bu temiz simal� ve bu sevimli insanlar�n kendisine kötülük yapmayaca��n� biliyordu.
A�ac�n serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah, bu s�rada uyand�. Manzaray� görünce, olanca h�z�yla telâ�l� telâ�l� eve vard�. Gördü�ü manzaray� anne ve babas�na anlatt�. Heyecan ve telâ�lar�ndan evlerinden nas�l ç�kt�klar�n�n fark�nda bile olamayan Halîme ile kocas�, bir anda Peygamberimizin yan�na vard�lar. Fakat Abdullah’�n anlatt�klar�ndan eser yoktu. Ortal�kta kimseler görünmüyordu. Zira, gelenler, memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip gözden kaybolmu�lard�. Sadece, ayakta duran Kâinat�n Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu.
Fazlas�yla telâ�a kap�lan Halîme ve kocas�, “Ne oldu sana yavrucu�um?” diye sordular.
Kâinat�n Efendisi �unlar� anlatt�:
“Yan�ma beyaz elbiseli iki ki�i geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vard�. Beni tuttular, gö�sümü yard�lar. Kalbimi de ç�kar�p yard�lar. Ondan siyah bir kan p�ht�s� ç�kar�p bir yana att�lar. Gö�sümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayr�l�p gittiler.”[8]
Aradan y�llar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti.
Bir gün, sahabelerden baz�lar�, “Yâ Resûlallah! Bize kendinizden bahseder misiniz?” diyeceklerdir.
Resûlullah, “Ben, babam �brahim’in duas�y�m, karde�im �sa’n�n müjdesiyim, annemin ise rüyas�y�m! O, bana hamile iken �am saraylar�n� ayd�nlatan bir nurun kendisinden ç�kt���n� görmü�tü” dedikten sonra, bahsi geçen hadiseyi de �öyle anlat�r:
“Ben, Sa’d b. Bekro�ullar� yan�nda emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt karde�imle birlikte evlerimizin arkas�nda kuzular� otlat�yorduk. O s�rada yan�ma beyaz elbiseli iki ki�i geldi. Birinin elinde içi karla dolu alt�n bir tas vard�. Beni tuttular, gö�sümü yard�lar. Kalbimi de ç�kar�p yard�lar. Ondan siyah bir kan parças� ç�kar�p bir yana att�lar. Gö�sümü ve kalbimi o karla temizlediler.”[9]
Bu hadiseyle Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, �lâhî bir nur ve Cenab-� Hak taraf�ndan bir sekînet ve bir ruh ile geni�letilmi� oluyordu. Ayn� zamanda, Resûlullah Efendimizin nefsi, o ya��ndan itibaren kutsî duygular ve �lâhî nurlarla teyit edilerek, her türlü vesvese ve �üpheden temiz hale getiriliyordu. Burada �unu da hat�rlatmak gerekir ki kalp sadece çam kozala�� gibi bir et parças� olarak dü�ünülmemelidir. O, bir Lâtife-i Rabbaniye’dir. Meseleye ���k tutmas� bak�m�ndan, Bediüzzaman Hazretlerinin kalple ilgili �u aç�klamas�n� da nazarlara arz etmekte fayda vard�r:
“Kalpten maksat, sanevberî [çam kozala��] gibi bir et parças� de�ildir. Ancak bir Lâtife-i Rabbaniye’dir ki mazhar-� hissiyat� vicdan, ma’kes-i efkâr� dima�d�r. Binaenaleyh, o Lâtife-i Rabbaniye’yi tazammun eden o et parças�na kalp tâbirinde �öyle bir letafet ç�k�yor ki; o Lâtife-i Rabbaniye’nin insan�n mânevîyat�na yapt��� hizmet, cism-i sanevberînin cesede yapt��� hizmet gibidir. Evet, nas�l ki bütün aktar-� bedene maü’l-hayat� ne�reden o cism-i sanevberî, bir makine-i hayatt�r ve maddî hayat onun i�lemesiyle kâimdir; sekteye u�rad��� zaman cesed de sukuta u�rar; kezalik o Lâtife-i Rabbaniye a’mâl ve ahvâl ve mânevîyat�n heyet-i mecmuas�n� hakikî bir nur-u hayat ile canland�r�r, ���kland�r�r; nur-u iman�n sönmesiyle, mahiyeti, meyyit-i gayrimüteharrik gibi bir heykelden ibaret kal�r.”[10]
Anla��lan odur ki maddî kalbin iman, ilim, hikmet, �efkat gibi mânevîyatla yak�n alâkas� vard�r; ayn� �ekilde, maddî temizli�in de mânevî temizlikle münâsebeti mevcuttur. Bu itibarla, Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin y�kan�p temizlendikten sonra ilim, hikmet, �lâhî nur ve feyizlerle doldurulmas�n�, ak�ldan uzak görmemek lâz�md�r.[11]
____________________________________________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 42.
[2] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108.
[3] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108.
[4]�bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 171-172; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 110-111.
[5] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 172; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 111; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[6] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 173; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[7] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 173; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[8] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 174; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
[9] �bn Hi�am, Sîre, a.g.e., c. 1, s. 175; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 128.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, ��aratü’l-�’caz, s. 79.
[11] bkz. M. Hamdi Yaz�r, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, 5911-5915.
EFEND�M�Z�N ANNES�NE GET�R�LMES�
EFEND�M�Z'�N (S.A.V.) ANNES�NE GET�R�LMES�
Saadet Güne�i, ömrünün dört y�l�n� geride b�rakm��, oldukça gürbüzle�mi� ve geli�mi�ti.
Zât�nda görülen gariplikler, hele gö�sünün yar�lmas� hadisesi, Hz. Halîme’yi bütün bütün dü�ündürmeye ve telâ�land�rmaya ba�lad�. Hatta art�k endi�e duyuyordu. Can� gibi sevdi�i Efendimizin ba��na ho� olmayan herhangi bir hadisenin gelmesinden korkuyordu.
��te, bu dü�ünce, endi�e ve korku, Halîme ve kocas� Hâris’i �u karar� almaya mecbur etti:
“Ba��na bir i� gelmeden, bu yavruyu annesine teslim etmeliyiz!”
Halîme’nin içi cay�r cay�r yan�yordu, ama ne yapabilirdi ki?
Nihayet, Nur Çocuk kendisine muvakkaten emanet edilmi�ti! Emanete el koyacak hali yoktu ya!
Sa’do�ullar� yurduna dört sene ���k saçan Saadet Güne�i, �imdi süt annesi taraf�ndan Mekke’ye getiriliyordu. Burada bir ba�ka ha�metle, bamba�ka bir azametle dünyaya ���k saçs�n diye!
Halîme ve kocas� Mekke’ye gece girdiler. Bir ara Sevgili Efendimiz, gözlerden kayboldu. Halîme ve kocas�nda bir telâ� ba�lad�. Bütün aramalara ra�men onu bulamad�lar. Gidip, dedesi Abdülmuttalib’e haber verdiler.
Nur torununun kayboldu�unu haber alan �efkatli dede, birden �a�k�na döndü. Üzgün ve telâ�l�, aramaya koyuldu. Fakat ortal�kta Efendimiz görünmüyordu. Abdülmuttalib, çaresiz, ellerini açarak yalvard�: “Allah�m! Ne olur Muhammed’imi bana geri ver!”
Bu arada iki ki�i, yanlar�nda bir çocukla görünüverdiler. Bunlar, Varaka b. Nevfel ve bir arkada�� ile Peygamber Efendimiz idiler. Abdülmuttalib, hasretini çekti�i Saadet Güne�ini ba�r�na bast�, doyas�ya koklad�ktan sonra boynuna bindirdi. Do�ruca Kâbe’ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti.[1]
Bilâhare, Abdülmuttalib, sevgili torununa kavu�man�n sevinç ve saadet bayram�n� kutlamak üzere, kurbanlar kestirerek Mekkelilere güzel bir ziyafet çekti.
Art�k Peygamber Efendimiz, aziz annesinin s�cak kuca��nda, �efkatli kollar� aras�nda, mesut ve mütevaz� evinde idi.
Sütanne Halîme, Saadet Güne�ini Mekke’de b�rak�p yurduna döndü. Fakat ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayat� boyunca unutmad�. Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara kar�� hürmetini, sayg�s�n� hiçbir zaman yitirmedi. Onu, her gördü�ünde, “Anneci�im!” diye, sayg� ve hürmetle ça��r�r, kendisine ihsan ve ikramda bulunurdu. �htiyac�n�n olup olmad���n� sorar, varsa hemen gidermeye çal���rd�.
Aradan uzun zaman geçecek, yine Sa’do�ullar� yurdunu, bir y�l, k�tl�k ve kurakl�k saracak. Bu k�tl�k ve kurakl���n deh�etine dayanamayan Halîme, ç�k�p Mekke’ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görü�mek isteyecektir.
Kâinat�n Efendisiyle görü�en Halîme, kendisine yurdundaki k�tl�k ve kurakl�ktan �ikayet eder. Zengin ve zengin oldu�u kadar da kadîr�inas ve hay�rsever olan pâk zevcesi Hz. Hatice, derhal Halîme’ye k�rk koyun, binmek ve yüklerini ta��mak için bir de deve verir.
Yine bir hay�r ve vefa örne�i: Efendimizin süt karde�lerinden biri de �eyma idi. Sa’do�ullar� yurdunda, �eyma ile çok tatl� günler geçmi�ti.
Bu tatl� hat�ralardan seneler sonra, Huneyn Sava��’nda, �eyma da, Müslümanlar taraf�ndan al�nan esirler aras�ndayd�. �eyma, kendisini tan�t�nca, bir k�z karde�e gösterilmesi gereken alâkan�n en üstününe Peygamber Efendimiz taraf�ndan mazhar oldu.
Peygamber Efendimiz, Sa’do�ullar� yurdunda sütanne Halîme’nin yan�nda geçen günlerinin hat�ralar�n� ashab�na zaman zaman anlat�r ve �öyle derdi:
“Ben, aran�zda en halis Arab�m. Çünkü Kurey�liyim. Ayn� zamanda, Benî Sa’d b. Bekir yan�nda süt emdim ve lisan�m da onlar�n lisan�d�r.”[2]Peygamber Efendimiz Annesinin Yan�nda
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, süt annesi Halîme taraf�ndan annesi Hz. Âmine’ye teslim edildi�inde dört ya��n� bitirmi�, be� ya��na ayak basm��t�.
Takvim yapraklar�, Milâdî 575 y�l�n� gösteriyordu.
Aziz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylar�nda ebedî âleme göç eden kocas� Abdullah’�n ayr�l�k ac�s�, �zd�raptan bir yumak gibi oturmu�tu. Bu �zd�rab� az da olsa hafifleten tek teselli kayna�� vard�: Biricik o�lu Muhammed (a.s.m.).
Hz. Âmine, olanca �efkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu sarmaya çal���yor, ona babadan yetim kal���n da ac�s�n� bu �ekilde hat�rlatmamaya gayret ediyordu!
Peygamber Efendimiz, Mekke’deki mütevaz� evin �����yd�, bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük ya�ta bile annesine yard�m etmekten asla geri durmuyordu. Hele, temizli�e dikkat edi�ine aziz annesi hayrand�!
O, sadece annesine kar�� de�il, tan�d�klar�n�n hepsine kar�� yard�msever ve hürmetkâr idi. Arkada�lar�n�n yard�m�na ko�maktan zevk al�rd�. Bu sebeple, arkada�lar� da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip dola�maya adeta can atarlard�.
Evet, Cenab-� Hak, peygamberlik yüksek ve kutsî vazifesiyle memur edece�i resûlünü, böylece en güzel �ekilde büyütüyor ve en mükemmel surette terbiye ediyordu!
Baba Kabrini Ziyaret
Kâinat�n Efendisi, alt� ya��nda.
Bu s�rada Hz. Âmine’nin içine Medine’yi ziyaret arzusu do�du. Maksad�; Abdülmuttalib’in annesi taraf�ndan kendilerine day� gelen Adiyy b. Neccaro�ullar�n� görmek, hem de orada medfun bulunan bahtiyar kocas�n�n kabrini ziyaret etmekti.
Bu maksatla haz�rl�klar yap�ld�. Günü gelince Mekke’den biricik o�lu ve dad�s� Ümmü Eymen’le birlikte hareket etti. Âmine’nin âlemi �en ve ne�eli olmas� lâz�m gelirken, bilâkis hüzünle kapl� idi. Sanki bir daha bu mukaddes beldeye ve bu Saadet Güne�inin do�u�una sahne olan mübarek eve kavu�mayacakm�� gibi, tekrar tekrar dönüp Mekke’ye bak�yordu!
Mevsimin en s�cak günlerinde yapt�klar� yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye vard�lar. Efendimizin day�s� o�ullar�ndan Nabiga’n�n evine indiler.
Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan aziz kocas�n�n kabrinin ba��na gözya�lar� içinde y�k�l�verdi. Gözya�lar�, Abdullah’�n kabrinin topra��n� bol bol sulad�.
Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimli�in ac�s�n� bu manzara kar��s�nda duydu. O da, muhterem pederinin kabrine damla damla gözya�� serpti.
Sanki bu damlalar, Hz. Abdullah’a bir gül demeti yerine takdim ediliyordu!
PEYGAMBER�M�Z�N, YAHUD� ÂL�MLER�N�N D�KKAT�N� ÇEKMES�
Medine’de geçirdikleri tatl� günlerinin birinde, Peygamberimiz, dad�s� Ümmü Eymen’le kald�klar� evin kap�s� önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhanî k�yafetinde iki Yahudi, birden dikkatlerini onun üzerine diktiler. Peygamberimiz, bu bak��lardan rahats�z olmu� gibi içeri girdi.
Yahudiler, geçip gitmediler ve Ümmü Eymen’e yakla�arak sordular: “Bu çocu�un ad� nedir?”
Ümmü Eymen, onlar� tan�m�yordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini göz önünde bulundurarak, “Niçin soruyorsunuz?” dedi.
Adamlar itimat telkin eder konu�tular: “Bizim tan�d���m�z bir çocu�a benziyor da onun için sorduk. Lûtfen söyler misiniz, onun ad� nedir?”
Ümmü Eymen, davran��lar�ndan ve konu�malar�ndan pek korkulacak kimseler olmad��� kanaatine var�nca, “Onun ad� Ahmed’dir” dedi.
�ki Yahudi, bu cevap üzerine, arad�klar�n� bulmu� gibi birbirlerine tebessümle bak��t�lar. Sonra içlerinden biri, Ümmü Eymen’e yalvard�: “Ne olur, onu buraya biraz ça��r�r m�s�n?”
Ümmü Eymen, tekrar tereddüde kap�ld�. Neden, niçin istiyorlard�? Fakat adam bu tereddüdü �u sözleriyle izale etti:
“Bizler” dedi. “�yilikten ba�ka bir �ey dü�ünmeyen insanlar�z. Kimseye zarar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden, ça��rman� istiyoruz.”
Ümmü Eymen, arzular�n� reddetmedi. �çeri girdi. Biraz sonra Peygamberimizle birlikte ç�k�p geldi.
Peygamberimizi görür görmez iki Yahudi de yerlere kadar e�ildiler. Sonra da sevgi ve hürmet kar����� bir eda içinde Efendimize yakla�t�lar. Onu tepeden t�rna�a süzdüler. Sonra s�rt�n� açt�lar, bakt�lar.
Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Birinin di�erine �öyle dedi�ini, Ümmü Eymen duydu:
“��te, bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir! Bu �ehir de onun hicret edece�i yerdir. Bu memlekette çok �iddetli sava�lar, hicretler ve büyük i�ler olacakt�r.”[3]
Bu sözlerinden sonra ikisi de uzakla��p gittiler.
Yine rivayete göre Resûl-i Ekrem Efendimiz yüzmeyi, bu ziyareti esnas�nda Benî Neccâr Kuyusu denilen suda ö�renmi�tir.[4]
___________________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 176.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 176; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 113; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 96.
[3] �bn Sa’d, Tabakat, c, 1, s. 116.
[4] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 116.
HZ. �M�NE'N�N EBED� �LEME G���
HZ. AM�NE’N�N EBED� ALEME GÖÇÜ
Hz. Âmine, Kâinat�n Efendisi o�luyla Medine’de bir ay kald�ktan sonra, Mekke’ye dönmeye karar verdi. Akrabalar�yla vedala�arak �ehirden ayr�ld�lar.
Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, �anl� evlad� ve Ümmü Eymen... Hepsinin de mana âleminde bir ba�kal�k vard�. Aziz anne ve �erefli evlad�n�n ruhlar�n�, ayr�l�k ve hasret rüzgâr� dalga dalga dövüyordu.
Henüz genç ya�ta ve evliliklerinin ilk aylar�nda ebedî âleme yolcu etti�i kocas�n� hat�rlayan Hz. Âmine’nin gözleri oluk oluk su ak�tan bir p�nar� and�r�yordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, aziz annesinin bu gözya�lar�na dayanam�yor, o da ���l ���l a�l�yordu. Damla damla akan gözya�lar�, rahmet ya�muru gibi elbisesini �slat�yordu.
Henüz yolu yar�lam��lard� ki Hz. Âmine aniden rahats�zland�. Peygamberimiz ve Ümmü Eymen’i bir telâ� kaplad�. Gittikçe �iddetini art�ran hastal�k kar��s�nda ne yapabilirlerdi?
Ebva köyü yak�nlar�nda bir a�ac�n gölgesinde konaklamaktan ba�ka ellerinde çare yoktu. Hz. Âmine’nin dizlerinden güç kuvvet çekilmi�ti ve kendisini tutamayarak aniden yere y�k�l�verdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastal���n �iddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedece�i ve annesiz kalaca�� endi�esi içinde gözya�� ak�t�yordu. Sanki her �ey kendileriyle birlikte lâl kesilmi�ti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.
Hz. Âmine, yerde halsiz bir �ekilde yat�yordu.
Bir ara Peygamberimiz kendini toparlayarak, “Nas�ls�n anneci�im?” diye sordu.
Gönlü �efkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. �iddetiyle k�vran�p durdu�u hastal���n�n a��r oldu�u hissini uyand�rmamak için, “�yiyim can�m o�lum, bir �eyim yok” diye cevap verdi.
Bu birkaç kelimelik konu�madan sonra da kendinden geçti. Art�k hastal�k, konu�acak takati dudaklar�ndan çekip alm��t�. Bir ara “Su” dedi�i i�itildi. Yaydan f�rlayan ok h�z�yla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu yeti�tirdi.
Hz. Âmine suyu içti. Su kab�yla birlikte ci�erpâresinin yumu�ac�k ellerini de tuttu. Gözlerini açt�. Efendimizin nur saçan simas�na doya doya bakt� ve ellerini bir anne �efkatiyle ok�ad�!
Kâinat�n Efendisi bir ara, annesini biraz do�rultup, ba��n� kuca��na ald�. Gözlerinden akan mübarek ya�lar, annesinin omuzlar�na Nisan ya�muru gibi dü�üyordu.
Hz. Âmine’nin ruh ve kalbinde feryatlar kopuyor, f�rt�nalar esiyordu. Kocas�n� kaybedi� �zd�rab�na, �imdi de o�luyla vedala�ma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayan�lmaz bir �zd�rap, çekilmez bir dert idi. Kendisini yakalayan hastal�ktan daha çok, bu ayr�l�k onu yak�p kavuruyordu! Ama ne yapabilirdi? Bu, �lâhî Kader’in de�i�mez hükmüydü!
Hz. Âmine, kendisini yakalayan hastal�ktan kurtulamayaca��n� art�k anlam��t�. Son olarak, güne� gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne, ayr�l�k ve hasretin verdi�i duygu içinde bakt�; ellerini doya doya koklad� ve dilinden �u cümleler döküldü:
“Ey, deh�etli ölüm okundan, Allah’�n yard�m ve ihsan�yla yüz deve kar��l���nda kurtulan zât�n o�lu! Allah, seni aziz ve devaml� k�ls�n. E�er rüyada gördüklerim do�ru ise, sen Celâl ve bol ikram sahibi olan Allah taraf�ndan Âdemo�ullar�na helâl ve haram� bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen, ceddin �brahim’in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin. Allah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koruyacak ve al�koyacakt�r. Her ya�ayan ölür, her yeni eskir; ya�lanan herkes zevâl bulur. Her �ey fanidir, gider. Evet, ben de ölece�im. Fakat ismim ebedî yad edilecektir. Çünkü tertemiz bir evlat do�urmu�, arkamda hay�rl� bir yad edici b�rakm�� bulunuyorum.”[1]
Ac�kl� ve adeta istikbâlden haber veren bu sözlerinden sonra, Hz. Âmine’nin gözleri kayd� ve ruhunu orada Yüce Allah’a teslim etti.
Yer, Mekke ile Medine aras�nda bulunan Ebva köyü.
Tarih, Milâdî 576...
Hz. Âmine’nin Defni
Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalm��lard�. Adeta dilleri tutulmu�tu. Konu�an, sadece Kâinat�n Efendisinin gözya�lar�yd�.
Ümmü Eymen, bir ara kendisini toparlad� ve aziz yavrunun gözya�lar�n� sildi. Sonra da ba�r�na basarak teselliye çal��t�. “Üzülme, a�lama, can�m Muhammedim!” dedi. “�lâhî Kader’e kar�� boynumuz k�ldan incedir. Can da O’nun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nas�l vermi�se öyle de al�r.”
Sevgili Peygamberimiz, derin bir iç çektikten sonra, “Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun e�erim. Fakat anne yüzü, unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum” dedi; sonra da derhal kendini toparlad� ve gözya�lar�n� silerek Ümmü Eymen’e, “Haydi, o, emaneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na’��n� topra�a teslim edelim, rahat etsin” dedi.
Dünyan�n en bahtiyar annesi Hz. Âmine’nin cesedini orada topra��n ba�r�na tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinat�n Efendisini ba�r�ndan ç�kard��� için kim bilir ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu!
Definden Sonra
Annesiz kalan Dürr-i Yetim’i Mekke’ye götürmek vazifesi, dad�s� Ümmü Eymen’e dü�tü.
Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kald���n� hissettirmemek için elinden gelen gayreti esirgemedi. Onu öz evlad�ym�� gibi ba�r�na bast� ve teselliye çal��t�. Efendimiz de, adeta onu bir anne kabul ederek, “Anne, anne!” diye ça��r�rd�. Daha sonralar� da her gördü�ünde ise, “Annemden sonra annem!” diyerek iltifatta bulunuyordu.[2]
Hem Anneden, Hem Babadan Yetim!
Nur yüzlü Kâinat�n Efendisi, art�k hem babadan yetim, hem de anneden öksüz idi. Fakat onun hakikî muhâf�z� ve hâmîsi vard�. O Hafîz, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazas� ve eksiksiz murakabesi alt�nda bulunduracak, her türlü tehlike ve s�k�nt�dan kurtaracakt�r!
“Rabbin, seni yetim bulup da bar�nd�rmad� m�?”[3]meâlindeki ayet-i kerime, Peygamber Efendimizin bu halini hat�rlat�r!
Kâinat�n Efendisi, y�llar sonra, Hudeybiye Umresi s�ras�nda, yine Ebva’dan geçecektir. Allah’�n izniyle annesinin kabrini ziyaret edip elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen a�layacakt�r.
Onun mübarek gözlerinden tahassür gözya�lar� ak�tt���n� gören sahabeler de a�layacaklar ve “Yâ Resûlallah! Niçin a�lad�n�z?” diye soracaklard�r.
Resûl-i Ekrem, “Annemin benim hakk�mdaki �efkat ve merhametini dü�ündüm de a�lad�m” diye cevap verecektir.[4]
Erken Vefatlar�n�n Hikmeti
Burada hat�ra �u sual gelebilir:
“Muhterem peder ve valideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberli�ine neden yeti�emediler ve neden ona iman, kendilerine nasip olmad�?”
Bu suale, Mektûbat isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri �u cevab� verir:
“Cenab-� Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, Kendi keremiyle, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) ferzendane hissini memnun etmek için, valideynini minnet alt�nda bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden mânevî evlat mertebesine getirmemek için, halis kendi minnet-i Rububiyeti alt�na al�p, onlar� mesut etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekli�i rahmeti iktiza etmi� ki valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemi�. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmi�tir. Evet, âlî bir mü�irin [mare�alin], yüzba�� rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi; birbirine z�d iki hissin taht-� tesirinde bulunur. Padi�ah, o mü�ir olan yâver-i ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor!”[5]
PEYGAMBER EFEND�M�Z�N ANNE VE BABASININ �MANLARI MESELES�
�slam âlimleri, ittifakla �u hususu belirtmi�lerdir:
“Hz. �brahim’den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekrem’i (a.s.m.) netice veren nurani silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nuruna lakayd kalmam��lar ve küfrün karanl�klar�na ma�lup olmam��lard�r. Hiçbirinin temiz gönlü, �irk ve küfürle kirlenmemi�tir.”[6]
Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin baba ve annesinin imanlar� meselesi üzerinde dural�m: Birbirine yak�n izahlarla birçok �slam âlimi, Peygamber Efendimizin muhterem peder ve validelerinin ahirette necat ehli olacaklar�n� aç�k ve kesin bir �ekilde delilleriyle ortaya koymu�lard�r. Bu izah tarzlar�n� �öylece s�ralayabiliriz:
1) Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilmeden çok evvel vefat etmi�lerdir. Dolay�s�yla fetret devrinde vefat edenlere ise azap yoktur.[7]
Bir gün, birisi, büyük âlimlerden �erefüddin Münâvî’ye, “Peygamberimizin baba ve annesi cehennemde midir?” diye sorar.
Münâvi Hazretleri, hiddetle, “Resûl-i Ekrem’in peder ve validesi fetret zaman�nda vefat etmi�lerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azap yoktur” cevab�n� verir.[8]
Kendisine bir peygamberin daveti ula�mayan kimsenin ahirette azap görmeyece�i, ayet ve hadislerle sâbittir.[9]Peygamber Efendimizin peder ve validelerine de, geçmi� peygamberlerden hiçbirinin davetinin ula�mad��� tarihen sâbittir. �u halde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki onlar da necat ehlidirler ve ahirette azap görmeyeceklerdir.
2) Resûl-i Ekrem’in muhterem peder ve validelerinin �irk ehli olduklar� sâbit de�ildir. Belki, onlar, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel ve benzerleri gibi, büyük babalar� �brahim’den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle amel eden “Hanif”lerdendirler.
3) Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin �irk ehli olmad�klar�n�n bir delili de, “Ben, mütemadiyen temiz babalar�n sulbünden, temiz analar�n rahminden nakloluna geldim”[10]hadis-i �erifidir.
Kur’an-� Kerim’de mü�rikler “necis kimseler” olarak vas�fland�r�lm��lard�r.[11]Temizlik ile pislik, iman ile �irk, mü’min ile mü�rik aras�nda tezat bulundu�una göre, yukar�da kaydetti�imiz hadis ölçüsü �����nda, Resûl-i Ekrem’in ecdad�ndan hiçbirinin küfür ve �irk gibi mânevî kirlere bula�mad���n� kabul etmek vacip olur.[12]
Bütün bunlardan sonra meseleyi �öylece özetleyebiliriz:
“Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) Allah taraf�ndan rahmet oldu�u hitap edilirken parlak nübüvvet ve risâlet güne�i henüz do�madan o apaç�k nuru sîne-i ihtiram�nda ta��yan bir ana babay�, evlad�n�n feyz ve nurundan mahrum farz etmek, hem edebe, hem mant��a muvaf�k de�ildir. Hususîyle, Resûl-i Ekrem’in muhterem anne ve babas�n�n hayatlar� Câhiliyye devrinde geçmi�tir; Risâlet-i Ahmediyye zaman�n� idrak etmemi�lerdir.”[13]
Öyle ise, bu hususta mü’minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus �udur:
“Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) peder ve valideleri ehl-i necatt�r ve ehl-i cennettir ve ehl-i imand�r. Cenab-� Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin ta��d��� ferzendane �efkatini elbette rencide etmez.”[14]
�u dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:
�ki cihan güne�i, bürc-i saadette iken
Vâlideynine Mevlâ nice vermeye �erefi,
Çe�m-i insaf ile ey dil, nazar et gavvasa
Al�cak dürrini yabana atar m� sadefi?
Manas�:
�ki Dünyan�n Güne�i olan Hz. Muhammed (a.s.m.) saadet burcunda iken, Cenab-� Hak, anne babas�na nas�l �eref vermez ki?
Ey gönül! �nsaf gözüyle dalg�ca dikkatle bak. �nciyi al�r da sadefini hiç yabana atar m�?
_______________________________________
[1] �sfahanî, Delâilü’n-Nübüvve, s. 119.
[2] Resûl-i Ekrem Efendimiz, hakk�nda “Cennetlik bir kad�nla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin!” buyurdu�u Ümmü Eymen’i, daha sonra azat ederek hürriyetine kavu�turmu�tur. Birinci kocas�n�n ölümünden sonra da onu Zeyd b. Hârise’yle evlendirdi. Üsame Hazretleri, i�te bu evlilikten dünyaya geldi.
[3] Duhâ, 6.
[4] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 116-117.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 397; Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 537.
[7] bkz. M. Dikmen - B. Ate�, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 41-43.
[8] Tecrid Terc., c. 4, s. 539.
[9] �srâ, 15.
[10] Kad� �yaz, c. 1, s. 183.
[11] Tevbe, 28.
[12] Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 546.
[13] a.g.e., c. 4, s. 551.
[14] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398
DEDES� ABD�LMUTTAL�B'�N H�M�YES�NDE
Alt� ya��nda iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi, ya�l� dedesi Abdülmuttalib himâyesine ald�.
Kurey�’in reisi Abdülmuttalib de nur-u Ahmedî’den nasibini alm��t�. O nur kendisine çok üstün meziyet ve s�fatlar kazand�rm��t�: Uzun boyu, büyükçe ba�� ve heybetli görünü�üne, parlak yüzü, tatl� sözü, utangaçl���, nezaket ve üstün ahlâk� bir ba�ka güzellik katm��t�. Sab�rl�, ak�ll�, anlay��l�, mert ve cömert idi. Yoksul insanlar�n kar�nlar�n� doyurmaktan büyük zevk al�rd�. Hatta bu cömertli�ini, bu yard�mseverli�ini hayvanlardan bile esirgemezdi. Da� ba�lar�nda aç susuz kalan kurdu ku�u da dü�ünürdü.
Câhiliyye karanl�klar� aras�nda ayd�nl�k yoldan ayr�lmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah’a ba�l�yd� ve ahirete inan�rd�. Verdi�i sözü ne pahas�na olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim Cenab-� Hakk’a verdi�i sözü yerine getirmek için, en çok sevdi�i o�lu Abdullah’� b�ça��n alt�na yat�rmaktan bile çekinmemi�ti. Kurey�liler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durdu�u gibi, ba�kalar�n� da bunlar� yapmaktan menederdi. O zaman�n zâlim bir âdeti olan k�z çocuklar�n� diri diri gömmekten halk� sak�nd�r�rd�. �araptan, zinadan her zaman kaç�n�rd�. Mekke’de zulme, haks�zl��a bütün gücüyle meydan vermemeye çal���rd�.
Misafir a��rlamaktan da büyük haz duyard�. Akrabalar�yla yak�ndan ilgilenir, onlara �efkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasf� sebebiyle Kurey�liler ona “�kinci �brahim” derlerdi.
Ramazan ay� girince Hira ma�aras�nda inzivaya çekilip ibadetle me�gul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.
Ya�l� dede, ayn� zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir, biliyordu. Hele, torunu, Kâinat�n Efendisi gibi p�r�l p�r�l bir çocuk olunca, art�k sevgisinin sözü mü olurdu?
Gerçekten, Abdülmuttalib, etrafa nur saçan torununu can� gibi seviyor, �efkatli kanatlar� aras�nda onu nazl� bir yavru gibi bar�nd�r�yordu. Onsuz hiçbir yere gitmek istemiyordu. Bu ya��nda bile Peygamber Efendimizin davran��lar�, kâmil bir insan�n hareket ve davran��lar�ndan farks�zd�. Gitti�i her yerde bu fevkalâde durumu herkes taraf�ndan derhal fark ediliyordu. Hatta zaman zaman toplant�larda ve sohbetlerde sorulan sorulara Abdülmuttalib, onunla isti�are ettikten sonra cevap veriyordu.
Art�k Peygamberimiz, o ya��nda ya�l� dedesinin adeta samimi bir arkada��, içten dert orta�� ve emin bir müste�ar� idi. Bütün bunlara ra�men o, dedesine kar�� hürmetinde asla kusur etmiyordu.
Dedesinin Minderine Sadece O Otururdu!
Kâbe duvar�n�n gölgesinde hemen hemen her zaman Kurey�’in reisi Abdülmuttalib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklar�n�n hiçbiri bu minderin üstüne ç�kmaz, babalar� gelinceye kadar etraf�nda oturup beklerlerdi.
Abdülmuttalib, çocuklar�ndan hiçbirini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan taraf�na minderin üstüne oturturdu. Amcalar� tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi; fakat babalar� buna mani olur ve �öyle derdi:
“O�lumu serbest b�rak�n! Vallahi, ileride onun nâm� ve �ân� büyük olacakt�r!”
Sonra da, muhterem torununu minderin üstüne yan taraf�na oturtur, eliyle s�rt�n� ok�ayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtildi.[1]
Yine Abdülmuttalib uyurken Sevgili Peygamberimizden ba�kas� onu uyand�rma cesaretini gösteremezdi. Hususî odas�na ondan ba�kas� müsaadesiz giremezdi.
Ya�l� dede, nur yüzlü torununu sofrada yan�ba��na, bazen de dizine oturtur yeme�in en iyisini ona yedirir ve o gelmeden yemeye ba�lamaya müsaade etmezdi.
Sevgili Peygamberimiz Biraz Gecikince!
Kâinat�n Efendisini, dedesi, bir gün, kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince kayboldu endi�esiyle Abdülmuttalib büyük bir telâ�a kap�ld�. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhal Kâbe’ye vurarak ellerini Yüce Mevlâ’ya açt� ve “Allah�m, Muhammedimi bana geri lûtfet!” diye dua etti.
Az sonra Peygamber Efendimiz, deveyle birlikte ç�kageldi. Dedesi, kendisini sevinçle kucaklad� ve “Biricik yavrum!” dedi. “Senin için o kadar üzüldüm, o kadar feryat ettim ki art�k bundan sonra seni yan�mdan asla ay�rmayaca��m ve yaln�z ba��na bir yere göndermeyece�im.”[2]
Hakikaten de Abdülmuttalib, vefat�na kadar nur torununu bir gölge gibi takip etmekten geri durmad�.
Seyf b. Zî Yezen, Abdülmuttalib’e Neler Söyledi?
Peygamber Efendimizi candan seven Abdülmuttalib, hayat�nda sadece bir defa k�sa bir süre için ondan uzak kald�.
Yemen Hükümdar� Seyf b. Zî Yezen, babas�n�n ülkesini Habe�lilerden geri alm�� ve San’a’n�n Gumdan �ehrinde tahta oturmu�tu. Arabistan’�n dört bir taraf�ndan a�iret ve kabile reisleri onu tebrike geliyorlard�.
Mekke’yi temsilen de Abdülmuttalib’in ba�kanl���nda bir heyetin Gumdan’a gitmesi gerekiyordu. Böylece, Mekke’den ayr�lmakla, Abdülmuttalib, ilk defa nur torunundan uzak kal�yordu.
Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan’a varan Kurey� heyetini Seyf b. Zî Yezen kabul etti. Abdülmuttalib, hükümdardan izin alarak, kendisinin üstün meziyetlerinden, babas�n�n hay�rl� bir hükümdar oldu�undan bahsetti. Hangi heyet olduklar�n� belirtmek için de sözlerini �öyle ba�lad�:
“Biz, Allah’�n dokunulmaz k�ld��� memleketin halk�, Beytullah’�n hizmetkâr�y�z!”
Bu konu�mas�, hükümdar�n dikkatini çekti. Sordu: “Ey tatl� dilli ki�i! Sen kimsin?”
Abdülmuttalib, “Ben, Hâ�im’in o�lu Abdülmuttalib’im!” dedi.
Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan kar���m� bir sesle, “Demek, sen k�z karde�imizin o�lusun!”
Abdülmuttalib, “Evet...” diye kar��l�k verdi.
Bunun üzerine Seyf, Abdülmuttalib’e daha yak�n alâka gösterdi. Yan�na yakla�mas�n� istedi. Sonra da, “Akraba oldu�umuzu ö�rendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup konu�ulmaya lây�k, �erefli insanlars�n�z!” diye konu�tu.
Seyf, bu iltifatkâr sözlerle de yetinmedi; söylediklerinde samimi oldu�unu, Abdülmuttalib’i bir ay boyunca saray�nda a��rlamakla da ispat etti.
Sarayda günleri hep sohbetle geçiyordu. Mukaddes kitaplardan gelecek peygamberin s�fatlar�n� ö�renmi� bulunan Seyf, bu sohbetlerde baz� ipuçlar� yakal�yordu. Nitekim bir gün hiç kimsenin fark�na varamayaca�� bir s�rada Abdülmuttalib’i gizlice yan�na ça��rd� ve “Ey Abdülmuttalib!” dedi. “Sana bir s�r emanet edece�im. Bu s�rr�n seninle alâkal� oldu�u kanaatini ta��yorum! Bu, ba�kalar�ndan gizledi�imiz, bir kitapta buldu�um çok büyük ve mühim bir haberdir!”
Abdülmuttalib merakland�, “Nedir o?” diye sordu.
Seyf, s�rr�n� aç�klad�: “O, bu s�ralarda dünyaya gelmi� olmas� muhtemel bir çocu�a âittir. O, sizin taraflarda, Tihame bölgesinde do�acakt�r. �ki küre�i aras�nda bir ‘ben’ vard�r. Babas� ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcas� s�ras�yla himâyeleri alt�na alacakt�r. O, dostlar�n� ve yard�mc�lar�n� a��rlayacak, dü�manlar�n� zillete u�ratacakt�r. En �erefli yerleri fethedecek, k�yamet gününe kadar insanlara rehber ve önder olacakt�r. Bât�l dinleri ortadan kald�racak, putperestli�i yok edecek, Rahmân olan Allah’a ibadet edecektir. Onun sözü mü�kîlleri halledecek, i�i ise basîret ve adalet üzere olacakt�r. Daima iyili�i buyuracak, iyilik yapacak ve insanlar� kötülükten sak�nd�racakt�r.”
Merak ve heyecana kap�lan Abdülmuttalib, hükümdar�n biraz daha aç�klama yapmas�n� ve s�rr�n� biraz daha açmas�n� istiyordu. Bunun için de, “Ey Hükümdar! Ömrün uzun, saltanat�n dâim ve �ân�n yüce olsun! O çocuk hakk�nda biraz daha aç�klama yapar m�s�n?” dedi.
Hükümdar, di�er alâmet ve i�aretleri sayd�ktan sonra, “Ey Abdülmuttalib!” dedi. “Bütün bu i�aretlere bak�l�rsa, bu çocu�un dedesi sen olmal�s�n!”
Bu sözleri duyan Abdülmuttalib, sevincinden derhal secdeye kapand�.
Bu sefer merak ve �a�k�nl�k s�ras� hükümdara gelmi�ti. “Ey Abdülmuttalib! Yoksa, sen, anlatt�klar�mdan bir �ey mi sezdin?” diye sordu.
Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Abdülmuttalib, anlatt�. “Ey Hükümdar!” dedi. “Benim, Abdullah ad�nda, üzerinde titredi�im, çok sevdi�im bir o�lum vard�. Onu kavmimizin e�raf�ndan Vehb b. Abdi Menaf’�n k�z� Âmine’yle evlendirmi�tim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki küre�i aras�nda bir ‘ben’ vard�r. Sayd���n alâmetlerin hepsini de üzerinde ta��yor. Babas� ve annesi de vefat etmi�lerdir. Kendisi �imdi benim himâyemdedir.”
Seyf, kanaatinde yan�lm�� olmaman�n sevinci içinde, Abdülmuttalib’e, “Çocu�unu çok iyi koru! Yahudiler ona dü�mand�rlar. Onlar�n kendisine zarar vermesinden sak�n! Fakat Allah, onun dü�manlar�na imkân ve f�rsat tan�mayacakt�r! Benim eski kitaplarda bulup ö�rendi�ime göre, Yesrib [Medine] de onun hicret yeri olacak ve orada çok yard�m görecektir” dedi.
Art�k hem hükümdar, hem de Abdülmuttalib, büyük bir mü�kîli halletmi� olman�n rahatl��� içindeydiler.
Seyf b. Zî Yezen, adeta kerametvârî, peygamberli�inden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.
Bir müddet sonra hükümdar, Kurey� heyetini büyük ikram ve ihsanlarla Mekke’ye u�urlad�. Abdülmuttalib’e verdikleri, di�erlerinkinden çok daha fazlayd�. U�urlarken de ona, “O çocu�un halinde olan de�i�iklikleri her y�l bana bildirmeni rica ederim” dedi.
Ne var ki Seyf b. Zî Yezen, Peygamberimiz hakk�nda dedesinden daha ba�ka bir bilgi alamadan, henüz bu konu�malar�n�n üzerinden bir sene bile geçmeden hayata gözlerini yumdu.[3]
Heyetteki arkada�lar�, yolda Abdülmuttalib’e, neden kendisine daha fazla ikram ve ihsan edildi�ini sordular. O sadece, “Onu k�skanmay�n�z. Bunun elbette bir sebebi vard�r” demekle iktifa etti.
Bir ayl�k ayr�l�ktan sonra Mekke’ye varan Abdülmuttalib, nur torununu hasretle kucaklayarak, firak ac�s�n� visalin lezzetiyle gidermeye çal��t�.
Peygamber Efendimiz, “Rahmet” Vesilesi!
Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Abdülmuttalib’in himâyesinde bulunuyordu.
Kurakl�k yüzünden Mekke ve etraf� deh�etli bir s�k�nt� ve k�tl�k içinde k�vran�p duruyordu.
Abdülmuttalib, büyüklü�ünü anlad��� torunu Efendimizi yan�na alarak, o�lu Ebû Tâlib’le birlikte Ebû Kubeys da��na ç�kt�. Onlar�n pe�i s�ra da Kurey�liler geliyordu.
Abdülmuttalib, yüzünü Kâbe’ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne do�ru kald�rarak, “Allah�m! Bu çocuk hakk� için, bizi bereketli bir ya�murla sevindir” diye yalvard�.
Kâinat�n Efendisinin yüzü suyu hürmetine yap�lan dua kabul oldu. Ân�nda ya�mur damlalar�yla halk�n ve Kurey� e�raf�n�n sevinç gözya�lar� birbirine kar��t�.
Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa kar�� içten sevgisini ve ba�l�l���n� kat kat art�r�yor, istikbâlde büyük bir insan olaca�� kanaatini kuvvetlendiriyordu. Bunun için de nur torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.
ABDÜLMUTTAL�B’�N VEFATI
Ya�� epeyce ilerlemi� bulunan Abdülmuttalib, bir gün aniden rahats�zland�. Rahats�zl��� gittikçe �iddetini art�r�yordu.
O, art�k bir ba�ka âleme göçün yak�nda ba�layaca��n� anlam��t�. Yaln�z, görmesi gereken bir vazife vard�: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emin bir ki�i seçmek...
Bunun için bütün o�ullar�n� ça��rtt�. Akl�na Ebû Leheb geldi. Fakat o kat� kalpli merhametsizin biri idi. “Olmaz” deyiverdi içinden...
Ya Abbas? Hay�r, o da olamazd�. Çünkü çoluk çocu�u çoktu. Ancak onlarla me�gul olabilirdi.
Hamza var. Ona da râz� olmad�. Zira, Hamza genç ve ava merakl� idi. Torunuyla gere�i gibi ilgilenemezdi.
Ebû Tâlib! ��te, nur torununun hâmîsini bulmu�tu. Gerçi, Ebû Tâlib’in serveti azd�, ama merhameti ve �efkati boldu. Muhammed’i (a.s.m.), himâyeye ancak o lây�k olabilirdi!
Bununla beraber Abdülmuttalib, onun da görü�ünü almay� ihmâl etmedi. “Amcalar�ndan hangisinin himâyesine girmek istersin?” diye sordu.
Sevgili Peygamberimiz, dedesinin sorusuna haliyle cevap verdi. Yerinden kalkarak amcas� Ebû Tâlib’in boynuna sar�ld�. O, babas�yla anne baba bir karde� olan amcas�n�n himâyesini kabul etti�ini, böylece ifade etmi� oluyordu.
Abdülmuttalib de, tercihinde isabet etti�ine sevindi. Sonra Ebû Tâlib’e dönerek, “Onu sana emanet ediyorum! O, �lâhî bir emanettir. Onu her �eye ra�men, can, ba� pahas�na da olsa koruyaca��na dair bana aç�kça söz ver ki gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin” dedi.
Efendimizin kendisine kar�� teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu, babas�na �u cevab� verdi:
“Sen hiç merak etme babac���m! Onu öz çocuklar�ma, hatta kendi can�ma bile tercih edece�ime emin olabilirsin! Hayatta bulundu�um müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyece�ime söz veriyorum!”
Bu asil konu�madan, Abdülmuttalib fazlas�yla memnun oldu ve gözleri sevinç gözya�lar�yla doldu.
...Ve Abdülmuttalib taraf�ndan, Nur Muhammed (a.s.m.), amcas� Ebû Tâlib’e teslim edildi.
Yakaland��� rahats�zl�ktan kurtulamayan Abdülmuttalib, torununun ne�esine, sevgisine, tebessümüne doyamadan dünyaya gözlerini seksen ya��n� a�k�n bir ihtiyar olarak kapad�.[4]
Tarih: Milâdî, 578. Fil y�l�ndan sekiz sene sonra.
Mekke çar��s�, Abdülmuttalib’in vefat� dolay�s�yla günlerce kapal� tutuldu. Kurey�liler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zât�n ölümü dolay�s�yla günlerce yâs tuttular, cenazesini el üstünde dola�t�rd�lar. Sonra Hacun Kabristan�’na, dedesi Kusayy’�n yan�na gömdüler.[5]
Peygamberimizin Gözya�lar�
Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çünkü bu kaybedi�, baba ve annesinin de ebedî âleme göçünü hat�rlat�yordu.
Dedesinin cenazesi ve defni s�ras�nda Peygamberimiz, gözya�lar�n� tutamad�; bazen h�çk�rarak, bazen de sessiz sedâs�z a�lad�.
Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hat�rlay�p hat�rlamad��� soruldu�unda, “Evet, hat�rl�yorum! Ben, o s�rada sekiz ya��nda bulunuyordum” cevab�n� verdi.
Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü, ��te böyle ac�larla, üzüntü ve kederlerle dolu geçmi�ti. Adeta büyük ruhu ve rikkatli kalbi, ta o ya�lardan itibaren istikbâlde çekece�i me�akkat ve mihnetlere dayanmak için �zd�rap ve s�k�nt� teknesinde yo�ruluyordu.
________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 178; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 118; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 81.
[2] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112-113.
[3] �bn Hacer, el-�sabe, c. 2, s. 134-135.
[4] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 110; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 57.
[5] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 119.
AMCASI EBU TAL�B�N YANINDA
Sevgili Peygamberimiz, sekiz ya��nda...
Dedesi taraf�ndan kendisine koruyucu olarak tayin edilen amcas� Ebû Tâlib’in himâyesinde.
Ebû Tâlib, son derece merhametli bir insand�. Fakat oldukça fakirdi. Mekke etraf�nda yay�lan ve �ehre getirilince sütünden faydalan�lan birkaç devesinden ba�ka herhangi bir mal ve mülke de sahip de�ildi. Aile efrad� kalabal�k olan Ebû Tâlib, haliyle mai�et cihetiyle büyük s�k�nt� içinde bulunuyordu.
Bütün bunlara ra�men o, dürüstlü�ü ve do�ru ya�ay��� ile Kurey�liler taraf�ndan sevilir, say�l�r ve hürmet görür idi. Hz. Ali, babas�n�n bu durumunu �u ifadelerle dile getirir:
“Babam, Kurey�’in fakir, fakat ileri gelenlerinden �erefli biri idi. Hâlbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul oldu�u halde kavminin ulu ki�isi olmu� bir kimse gelmemi�tir.”
Ebû Tâlib, ya�ay��� bak�m�ndan da, Câhilliyye devrinin kötülük ve çirkinliklerinden uzakt�. Kurey�li mü�riklerin su gibi içtikleri içkiyi o, babas� Abdülmuttalib gibi, asla kullanmazd�. Görüldü�ü gibi Ebû Tâlib, her haliyle Kâinat�n Efendisini himâye edecek evsafta bulunuyordu.
Ebû Tâlib, ayn� zamanda karde�i Zübeyr’den kendisine geçen Kâbe perdedarl��� demek olan “rifade” ve hac�lara su içirme hizmeti demek olan “sikâye” vazifelerini de yürütüyordu. Ne var ki fazla masraf gerektiren bu vazifelerin alt�ndan dar bütçesiyle kalkamayaca��n� anlay�nca, üç hac mevsiminden sonra bu görevleri karde�i Hz. Abbas’a devretmek zorunda kald�. Sikâye ve rifade hizmetleri, Mekke’nin fethine kadar Hz. Abbas’�n elinde devam etti. Resûlullah, Mekke’yi fethettikten sonra bu görevleri yine ayn� elde b�rakt�.
Ebû Tâlib de, babas� gibi, Sevgili Peygamberimize candan ba�l�yd�. Öz baba gibi, yeti�mesine son derece dikkat ediyordu. Ye�enini asla yan�ndan ay�rmak istemezdi. Gitti�i her yere onu da götürür, yan�ba��na oturtur ve bir arkada� gibi kendisiyle sohbet eder ve konu�urdu.
Ebû Tâlib’in evinde onsuz sofraya oturulmazd�. Sofra haz�rland���nda Peygamber Efendimiz görülmeyince amca, “Muhammed’im nerede? Ça��r�n, gelsin” derdi. Çünkü onun bulundu�u sofrada herkes doyarak kalkar ve yemek yine de artard�. Bulunmad��� sofralarda ise, çok kere sofradakiler doymadan yemek bitiverirdi.[1]
Zaten, Sevgili Peygamberimiz, ta o zamandan beri az yiyordu. Sofrada son derece ciddi ve nimetlere hürmetkâr bir tav�r içinde bulunurdu. Di�er çocuklar kurulur kurulmaz sofraya sald�r�rken, o büyükleri ba�lamadan lokmay� a�z�na koymazd�. Hatta baz� kere amcas�, çocuklardan rahats�z olmas�n diye onun için ayr� sofra kurdururdu.[2]
Henüz bu ya��nda Sevgili Efendimiz, —büyüklü�ünde oldu�u gibi— açl�ktan, susuzluktan da �ikayet etmiyordu. Dad�s� Ümmü Eymen, bu hususu �u ifadelerle dile getirir:
“Resûlullah’�n, çocuklu�unda ne açl�ktan, ne de susuzluktan �ikayet etti�ini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istedi�imizde, ‘�stemem, karn�m tok’ derdi.”[3]
Yine Peygamber Efendimiz, sabahlar� p�r�l p�r�l parlayan temiz bir yüz, taranm�� tertemiz saçlar�yla gündüz âlemine sevgi, ne�e ve hayat dolu nur gözlerini açard�.[4]
Peygamberimiz, Amcas�yla Ya�mur Duas�nda!
Mekke ve havalisi, �iddetli bir kurakl�k ve k�tl�k y�l� ya��yordu. Ya�murun damlas� yoktu. Yerler kupkuru ve toprak susuzluktan �erha �erha idi.
Kurey�liler Ebû Tâlib’e ba�vurarak, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Kurakl�k ve k�tl�ktan çoluk çocu�umuz ölmeye, hayvanlar�m�z k�r�lmaya ba�lad�! Ne olur, bizim için ya�mur duas�na ç�ksan?”
Ebû Tâlib teklifi reddetmedi. Ancak yaln�z gidemezdi, gitmek de istemezdi. Yan�na ye�eni Nur Muhammed’i de almal�yd�. Çünkü onun bereket ve ihsanlara vesile oldu�unu birçok hadisede görmü� ve anlam��t�.
Ebû Tâlib, ye�eni Saadet Güne�iyle birlikte Kâbe’ye vard�. S�rt�n� bu kutsî mâbede dayad�, ellerini Kâinat Sultan�na açt� ve yalvarmaya ba�lad�. Nur Muhammed (a.s.m.) ise, Kâbe’nin örtüsüne yap��m��, bir parma��n� da gö�e do�ru kald�rm��t�.
...Ve az sonra Rahmân-� Rahîm’in rahmet deryas� co�tu ve ya�mur, bardaktan bo�al�rcas�na Mekke ve halk�n�n üzerine döküldü. Öyle ki kendilerini zorlukla evlerine atabildiler. Bir anda vadiler dolup ta�t�. Yüzler ve gözler sevinçle doldu.
Evet, Hz. Muhammed (a.s.m.), insanl��a maddî mânevî rahmet ve bereket getirmek, insanl��� ve dünyay� mesut ve mamur etmek üzere vazifelendirilmi�ti. Daha çocuklu�undan itibaren de bu ulvî ve büyük vazifenin sahibi bulundu�unun izlerini üzerinde ta��yordu!
Fât�ma Hâtun’un Peygamberimize Sevgisi
Ebû Tâlib’in han�m� Fât�ma Hâtun’un da Peygamber Efendimize olan sevgisi ve �efkati sonsuzdu. Onu öz evlad� gibi seviyor, bak�m�na son derece dikkat ediyordu. Hatta onu yedirip doyurmadan, çocuklar�na bakm�yor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece, Dürr-i Yetim’e, annesiz kalm�� olman�n �zd�rap ve hasretini hissetirmemeye çal���yordu!
Sevgili Peygamberimiz de, Fât�ma Hâtun’a sevgi ve sayg�s�nda hiçbir zaman kusur etmiyordu. Ömrünün sonuna kadar da kendisine yap�lan iyili�i unutmad� Öyle ki Fât�ma Hâtun, vefat etti�inde “Bugün annem öldü!” diyerek ona kar�� olan sevgisini ifade etmi�ti. Sonra da gömle�ini ç�kararak ona kefen yapm�� ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezar�nda uzanm��t�.
Resûl-i Ekrem’in bu hareketi, ashab�n�n gözünden kaçmad�. Sebebini sorduklar�nda, �u cevab� verdi:
“Ebû Tâlib’ten sonra, bu kad�nca��z kadar bana iyilik eden hiçbir kad�n yoktur. Ahirette, cennet elbiselerinden elbise giymesi için ona gömle�imi kefen yapt�m. Kabre �s�nmas� için de oraya kendisiyle birlikte uzand�m.”[5]
Kendisine yap�lan iyilikleri, kim taraf�ndan olursa olsun asla unutmayan ve o iyiliklerin alt�nda kalmay�p birkaç misliyle mukabele eden büyük Peygamber (a.s.m.)...
Resûl-i Ekrem’in bu yüksek hasletinin, bu müstesna s�fat�n�n, insanlar�n hidayete ermesinde büyük tesiri oldu�u, hayat safhalar� içinde görülecektir.
PEYGAMBER EFEND�M�Z�N KOYUN GÜTMES�
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ömr-ü saadetlerinin onuncu y�l� içinde bulunuyorlard�.
Bu s�rada, himâyesinde bulundu�u amcas� Ebû Tâlib’in koyun ve keçilerini gütmek istedi�ini söyledi. Onu can� gibi seven amcas�, önce buna râz� olmad�. Ancak Efendimizin �iddetli arzu ve �srar� kar��s�nda kabul etti. Fakat bu sefer zevcesi Fât�ma Hâtun, bu iste�e �iddetle kar�� koydu. Gözbebeklerinden daha çok k�ymet verdikleri Kâinat�n Efendisini yak�c� güne� alt�nda b�rakmaya gönülleri nas�l r�za gösterebilirdi?
Fakat Fahr-i Âlem Efendimiz, bu arzusunda kararl� idi. Bunun için Fât�ma Hâtun’u ikna ve râz� etti.
Efendimiz, sabahlar� koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dola�t�r�p otlatmaya ba�lad�.
Böylece, hem geçim s�k�nt�s� içinde bulunan amcas�na, hiç olmazsa çoban tutma masraf�ndan kurtarmak suretiyle yard�mda bulunmu�, hem de yaln�z ba��na yerleri ve gökleri derin derin tefekkür edebilme imkân�n� elde etmi� oluyordu. K�rda Cenab-� Hakk’�n, her an tazelendirdi�i yer ve gök sahifelerindeki ulvî manzaralar� seyrediyor ve adeta ruhu onlardan e�siz bir zevk ve derin bir feyiz al�yordu. Üzerine ald��� bu vazife, onu ayn� zamanda tefessüh etmi� cemiyetin yalan ve hile ile doland�r�c�l�k ve riyâ ile bula�m�� hayatlar�ndan uzak kalma imkân�na da kavu�turuyordu.
Ömr-ü saadetlerinin bir senesini koyun gütmekle geçiren Efendimize nübüvvet vazifesi verildikten sonra, sahabeleriyle bir gün k�ra ç�km��lard�. Merruzzahran mevkiinde beraberce misvak a�ac�n�n yemi�ini topluyorlard�. Gönülleri kucaklayan tebessümleri aras�nda sahabelerine �öyle buyurdu:
“Siz bu yabanî yemi�lerin karalar�n� tercih ediniz. Çünkü onun siyah� en lezzetlisidir!”
Sahabeler, merak ve hayret içinde, “Yâ Resûlallah!” dediler. “Bu yemi�in iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?”
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, yine ruhlar ok�ayan tebessümleri aras�nda, “Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmemi� olsun!”[6]cevab�n� verdiler.
Ömür defterine tatl� bir hat�ra olarak kaydedilen bu koyun gütme hadisesini, yine Resûl-i Zî�an Efendimiz bir gün �öyle yad edecektir:
“Mûsa (a.s.) peygamber gönderildi, koyun güderdi. Dâvud (a.s.) peygamber gönderildi, koyun güderdi. Ben de peygamber gönderildim. Ben de kendi ailemin koyunlar�n� Ciyad’da (Mekke’nin alt taraf�nda bir yer) güderdim.”[7]
Görülüyor ki Kur’an’da “en yüksek ahlâk�n sahibi” olarak tavsif edilen Resûlullah Efendimizin, henüz on ya�lar�ndaki gayret ve himmeti dahi bo� oturmay� ho� görmemi� ve ba�kas�na yük olmay� uygun bulmam��t�r.
Tafsili ciltler te�kil edecek �u mübarek sözlerinde de bu bir senelik koyun gütme tecrübesinin eserini bulmak mümkündür:
“Hepiniz çobans�n�z. �dareniz alt�nda bulunanlardan mes’ûlsünüz. Devlet reisi, idaresi alt�ndakilerden mes’ûldür. Ki�i, ehil ve iyâlini gözetip korumakla mükellef ve bundan mes’ûldür. Kad�n, kocas�n�n evinden mes’ûldür. Hizmetçi, efendisinin mal�n�n muhâf�z�d�r ve bundan mes’ûldür. Ki�i, babas�n�n mal�n�n muhâf�z�d�r ve bundan mes’ûldür. Hepiniz, idareniz alt�nda olanlardan mes’ûlsünüz.”[8]
E�lencelere Kat�lmaktan Al�konmas�
Cenab-� Hakk’�n hususî terbiyesi ve muhafazas� alt�nda ömür geçiren Kâinat�n Efendisi Peygamberimiz, amcas�n�n koyunlar�n� güttü�ü s�ralarda ba��ndan geçen bir hadiseyi �öyle anlatm��t�r:
“Ben, Câhiliyye devri insanlar�n�n i�ledikleri bir �eyi iki defa yapmaya te�ebbüs ettimse de Allah, beni o i�ten al�koydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle �ereflendirinceye kadar hiçbir kötülü�e te�ebbüs etmedim. Te�ebbüs etti�im �eye gelince... Bir gece, Kurey�’ten bir gençle, Mekke’nin yukar� taraflar�nda kendi koyunlar�m�z� (veya develerini) otlat�yorduk. Ben arkada��ma, ‘Koyunlar�ma bakarsan, ben de di�er arkada�lar�m gibi Mekke’ye giderek, gece e�lencelerine, gece masallar� toplant�lar�na kat�lmak istiyorum’ teklifinde bulundum. Arkada��m, ‘Olur, bakar�m’ dedi. Bu maksatla Mekke’ye geldim.
“�ehrin ilk evinin yan�na yakla�t���mda, defler, düdük ve �sl�klar�n çal�nd���n� duydum. ‘Nedir bu?’ diye sordum. ‘Filan�n o�lu, filan�n k�z�yla evlenmi�; onlar�n dü�ünleri yap�l�yor’ dediler. Hemen oturup onlar� seyre ba�lad�m. Derken, Allah, kulaklar�m� t�kad�. Uyuyakald�m ve ancak sabah güne�inin ���klar�yla uyanabildim. Dönüp arkada��m�n yan�na geldi�imde benden, ne yapt���m� sordu. ‘Hiçbir �ey yapmad�m’ dedim ve sonra da ba��mdan geçeni oldu�u gibi anlatt�m.
“Bir ba�ka gece, yine arkada��ma ayn� �ekilde rica ettim. Ricam� kabul etti. Yola ç�k�p Mekke’ye geldi�imde, geçen sefer i�ittiklerimin ayn�s�n� yine i�ittim. Hemen orada çöküp yine seyre dald�m. Derken, Allah, yine kulaklar�m� t�kad�. Vallahi, beni uykudan ancak güne�in s�cakl��� uyand�rabildi! Uyan�r uyanmaz arkada��m�n yan�na vard�m ve ba��mdan geçeni oldu�u gibi anlatt�m.
“Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle �ereflendirinceye kadar, hiçbir kötülü�e te�ebbüs etmedim.”[9]
______________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 120.
[2] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 119.,
[3] Kad� �yaz, e�-�ifa, c. 1, s. 729-730.
[4] Kad� �yaz, a.g.e., c. 1, s. 730.,
[5] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 112; �bn Abdi’l-Berr, el-�stiab, c. 1, s. 369-370.
[6] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 125-126; Buharî, Sahih. c. 2, s. 247-248; Müslim, Sahih, c. 6, s. 125; �bn Mâce, Sünen, c. I2, s. 727.
[7] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126.
[8] Müslim, Sahih, c. 6, s. 8.
[9] Taberî, Tarih, c. 1, s. 196.
AMCASIYLA �AM'A G�D���
Kâinat�n Efendisi on iki ya��na girmi�ti.
Akranlar� aras�nda art�k farkl� beden ve simaya sahipti. Simas� etrafa p�r�l p�r�l nurlar saç�yordu. Gönlü huzur doluydu.
Onu yan�nda bar�nd�ran Ebû Tâlib ise, o s�rada büyük bir geçim s�k�nt�s� içinde idi. Bunun için, ticaretle u�ra�maya kendisini mecbur hissetmekteydi. Bu maksatla da Kurey�’in o sene tertipledi�i ticaret kervan�na kat�larak �am’a gitmeyi kararla�t�rd�.
Yol haz�rl�klar� yap�l�yordu. Yap�lan haz�rl�klar Efendimizin gözleri önünde cereyan ediyordu. Haliyle, çok sevdi�i amcas�, kendisinden bir müddet ayr�lacakt�. Ama o buna nas�l tahammül edebilirdi? Y�llar önce de hem muhterem babas�n�, hem de aziz annesini böyle iki seyahat sonunda kaybetmi�ti. �imdi ise, hâmîsi Ebû Tâlib, böyle bir seyahate ç�kacak ve günlerce kendisinden uzak bulunacakt�. Nâzik ve lâtif ruhu bu ayr�l��a nas�l dayanacakt�?
Ebû Tâlib gibi ev halk� da Kâinat�n Efendisinin ba��na yolda bir �eylerin gelmesinden korktuklar� için bu seyahate kat�lmas�n� istemiyorlard�. Ancak o, amcas�yla gitmeyi candan arzu ediyordu. Günlerce üzgün durduktan sonra amcas�na aç�lmak zorunda kald�. Hasret ve hüzün dolu mübarek sesiyle ona �öyle hitap etmekten kendini alamad�:
“Amcac���m! Beni nereye ve kime b�rak�p gidiyorsun? Burada ne annem var, ne de babam!”
Bu sözlerini gözya�lar�yla bir çiçek gibi süsleyen Kâinat�n Efendisinin derin hüzün ve üzüntüsüne, de�il kendisini can� gibi seven Ebû Tâlib, en kat� yürekliler bile dayanamazd�. �efkat duygusunu co�turan bu ifadeler kar��s�nda Ebû Tâlib, derhal karar�n� de�i�tirdi. Art�k Kâinat�n Efendisi de amcas�yla birlikte gidecekti.
Efendimizin gönlü bu karardan sonra sevinçle doldu. Haz�rl�klar tamamland� ve o, amcas�yla birlikte ticaret kervan�na kat�ld�.
Kervan, çölleri a�a a�a Busra’ya vard� ve burada mola verdi. Busra, �am ile Kudüs aras�nda suyu bol ve bahçelerle kapl� bir kasabayd�.
Rahip Bahîra’n�n Mü�âhede ve Tespiti
Busra panay�r�na yak�n küçük bir manast�rda o s�rada bir rahip ya��yordu: Bahîra...[1]Bu rahip, H�ristiyanlar�n o zaman hat�r� say�l�r bir âlimi idi. Çünkü manast�rda bir kitap vard� ki orada ibadete kapanan her rahip o kitaptan okuyarak H�ristiyanlar�n en bilgili kimsesi olurdu. O güne kadar gelip geçmi� bütün rahipler de o kitaptan istifade etmi�lerdi.[2]
Kurey�’in ticaret kafilesi, her sene oldu�u gibi bu sene de rahibin bu manast�r�na yak�n bir yerde konaklad�. Gariptir ki daha önceki seneler gelen Kurey� kervan�n�n hiçbiriyle ilgilenmeyen, konu�mayan Bahîra, bu sefer kafileye beklenmedik bir sürprizle yak�n alâka gösterdi, hatta kendileri için bir ziyafet tertipledi.
Bu ilgi, bu ziyafet nedendi?
Kafiledekileri dü�ündüren soru, bu idi!
Bilgin rahip, kafilede o âna kadar gözlerinin �ahit olmad��� baz� garipliklere �ahit olmu�tu: Manast�rda, Kurey� kafilesini seyrederken bir bulutun, Efendiler Efendisini gölgeledi�ini görmü�tü! Kafile gelip bir a�ac�n alt�na konunca, ayn� bulutun a�ac� da gölgeledi�ini; a�ac�n dallar�n�n ise, nur çocu�un üstüne adeta e�ilip gölge etti�ini mü�âhede etmi�ti!
Bu garipli�i görmü� olan Rahip Bahîra, manast�r�ndan ç�karak, Mekkeli ticaret kafilesini ça��rd� ve �öyle dedi:
“Ey Kurey�liler! Size yemek haz�rlad�m. Bu ziyafetime, büyü�ünüz küçü�ünüz, hürünüz köleniz dâhil hepinizin gelmesini istiyorum!”
Bahîra’n�n bu garip tavr�, Kurey�li tüccarlar�n dikkatinden kaçmad�. Sebebini merak ettiler ve sordular: “Ey Bahîra! Vallahi, bugün sende bamba�ka bir hal var. Biz sana her geli�imizde u�rar�z. �imdiye kadar bize böyle bir �ey yapt���n vâkî de�il. Sendeki bu hal nedir?”
Bahîra, s�rr�n� aç�klamad� ve �u cevapla yetindi:
“Evet, gerçekten do�ru söylediniz! Ama ne de olsa, sizler misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek, istedim. Buyurun yeyiniz!”
Davete icabet edildi ve sofraya oturuldu.
Ancak kafileden, sofrada tek bir ki�i eksikti: Bahîra’n�n arad���, Kâinat�n Efendisi! Ya� itibar�yla en küçükleri oldu�undan, kafilenin e�yalar�n� beklemekle vazifeli olarak a�ac�n alt�nda oturuyordu.
Bahîra, bütün dikkatiyle sofradakileri süzmekle me�guldü; ancak arad��� nurlu sima yoktu aralar�nda... Sordu: “�çinizde yeme�e gelmeyen, geride kalan kimse var m�?”
Cevap verdiler: “Hay�r ey Bahîra! Senin davetine icabet edip gelmeyen kimse yok. Sadece bir çocuk var: E�yalar�m�z� beklemek üzere b�rak�lm�� bir çocuk!”
Mukaddes kitaplar� dikkatle incelemi� olan ve onlardan Son Peygamberin özellik ve alâmetlerini ö�renmi� bulunan Bahîra, onun da gelmesini �srarla istedi.
Kurey�li tüccarlar, Bahîra’n�n bu �srarl� iste�ini reddetmediler ve Kâinat�n Efendisi Nur Çocu�u da al�p getirdiler.
Efendiler Efendisi sofrada yemek yemekle me�gul iken, Bahîra’n�n gözleri bütün dikkat ve hayretiyle onun üzerinde dola��yordu. Her halini, her hareketini dikkatli bak��larla süzmekteydi.
Bahîra, arad���n� bulmu�tu! Maksad�na eri�mi�ti; zira, bütün dikkatiyle süzmekte oldu�u nur çocu�un her hali ve her hareketi, yan�ndaki kitapta yaz�l� s�fatlara t�pat�p uyuyordu!
Yemek yendi. Sofradakiler da��l�rken, Bahîra, Kâinat�n Efendisi Peygamberimizin kula��na e�ildi ve “Bak delikanl�, Lât ve Uzzâ hakk� için sana soraca��m �eylere cevap ver!”
Nur gözlerde bir tiksinti, bir nefret belirtisi: “Lât ve Uzzâ ad�na benden bir �ey isteme. Vallahi, onlardan nefret etti�im kadar hiçbir �eyden nefret etmem!”
Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti: “O halde, Allah hakk� için, sana soracaklar�ma cevap ver!”
Peygamber Efendimiz, “Sor” dedi. “�stedi�ini sor!”
Sordu�u her soruya ald��� cevap, Bahîra’y� hayretler içinde b�rak�yordu; çünkü onun Son Peygamber hakk�nda bildiklerine aynen uyuyordu!
Son olarak, Kâinat�n Efendisinin s�rt�na bakt� ve Peygamberlik mührünü gördü!
Art�k Bahîra’da, �eksiz �üphesiz kesin kanaat has�l olmu�tu: Bu genç, beklenen Son Peygamber idi!
Rahip Bahîra ile Ebû Tâlib Ba�ba�a
Rahip Bahîra, bu te�hisinden sonra, Efendimizin amcas� Ebû Tâlib’in yan�na vard�. Aralar�nda �u konu�ma geçti:
“Bu çocuk senin neyin olur?”
“O�lumdur!”
“Hay�r, o senin o�lun de�il! Bu çocu�un babas�n�n hayatta olmamas� lâz�m!”
“Evet, do�ru söyledin; o benim öz o�lum de�il, ye�enimdir.”
“Peki, babas�na ne oldu?”
“Annesi bu çocu�a hamile iken vefat etti.”
“Evet, do�ru konu�tun!”
Bahîra aç�s�ndan art�k her �ey apaç�k ve kesin idi.
Sonunda, Peygamberimizin amcas�na �u tavsiyede bulunarak hakperestli�ini gösterdi:
“Bu ye�enini hemen memleketine geri götür! Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler, çocu�u görüp de, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü senin bu ye�enin, ileride büyük �ân ve nâm kazanacakt�r. Durma, onu hemen geri götür!”[3]
Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlib, mallar�n� orada satarak aziz ye�eniyle Mekke’ye geri döndü.[4]
Rahip Bahîra gibi, birçok H�ristiyan ve Yahudi âlimi, Resûl-i Ekrem Efendimizin s�fatlar�n� kitaplar�nda görmü�ler ve “Evet, kitaplar�m�zda Muhammed-i Arabî’nin (a.s.m.) s�fatlar� yaz�l�d�r” diyerek, hak bir itirafta bulunmu�lard�r. Bu itirafa ra�men, yine de birço�u �slam’�n �erefiyle �ereflenmekten mahrum kalm��lard�r.
Bu e�siz bahtiyarl��a erenler aras�nda ise �unlar� sayabiliriz:
Abdullah �bni Selam, Vehb �bni Münebbih, Ebî Yâsir, �amûl, Esid ve Sa’lebe b. Saye, �bni Bünyamin, Muhayr�k, Kâbü’l-Ahbar, Da�ât�r, �bni Nâtûr, Cârûd...[5]
Kur’an-� Kerim, ehl-i kitab�n bu hakperest âlimlerinden �u ayetleriyle bahseder:
“�üphe yok ki onlar, hakk� itiraf etmek hususunda büyüklenmek istemezler. Peygambere indirilen Kur’an’� dinledikleri zaman, hakk� tan�malar�ndan dolay� gözlerinin ya�la dolup ta�t���n� görürsün. Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Biz, Senin indirdi�ine iman ettik. Art�k Sen, bizi hakka �ahit olanlarla beraber yaz’ derler.”[6]
___________________________________
[1] Bahîra’n�n as�l ad�, Circis veya Sercis’tir. Avrupal� tarihçiler, “Serciyus” derler. Kendisi bir Yahudi âlimi iken, sonralar� H�ristiyanl��� kabul etmi�tir (�bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 191, dipnot 1).
[2] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 191.
[3] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 191-194; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 153-155; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 96-97; Taberî, Tarih, c. 1, s. 194-195.
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 194; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 155; Belâzurî, a.g.e., c. 1, s. 97.
[5] Hüseyin el-Cisr, Risale-i Hamidiyye, Terc., s. 55-56; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 168-169.
[6] Mâide, 82-83.
CAH�L�YE DEVR� K�T�L�KLER�NDEN UZAK KALI�I
Ebû Tâlib, bütün bu olup bitenlerden sonra nur yüzlü ye�eni Peygamberimizden adeta ayr�lmaz bir parça haline gelmi�ti. Kendisinde gittikçe kuvvet peydâ eden kanaat �uydu:
“Bu ye�enim, ileride büyük ve mühim bir �ahsiyet olacakt�r!”
Bu sebeple, Peygamberimiz üzerinde himâyesini son derece dikkatli ve �uurlu bir �ekilde sürdürüyor, adeta bir dedi�ini iki etmiyordu.
Art�k Peygamberimiz de ruhu ve d�� görünü�ü ile e�siz bir genç olmu�tu. Kalp ve ruhundaki e�siz fazilet ve güzellikler, suretini de fevkalâde güzel �ekillendirmi�ti: Ortadan uzun boylu, siyah dalgal� saçl�yd�. Aç�k ve yüksek al�nl�, kal�n siyah ka�l�yd�. Ka�lar� birbirine çok yak�n, fakat biti�ik de�ildi. Gözbebekleri, çok tatl� bir siyaht�. Uzun ve siyah kirpikleri, bak��lar�na apayr� bir tatl�l�k verirdi.
Kader-i �lâhî, onu ezelden “�nsanl���n Peygamberi” olarak takdir ve tayin etmi�ti. Bu sebeple o, Âlemlerin Rabbi’nin terbiyesi alt�nda hayat seyrine devam ediyordu. Ondand�r ki bütün Arabistan’la birlikte Mekke’de de hüküm süren f�sk, fücur, sefahet ve dalâletten, kötülük ve ahlâks�zl�klardan en ufak bir eser, en küçük bir iz hayat�nda görülmez.
Putlardan �iddetle nefret ederdi. Ömründe bir defa bile onlara hürmette bulunmad�.
Kurey� mü�riklerinin bir âdeti vard�. Her senenin belli bir gününde Buvane adl� putun etraf�nda toplan�rlar, geceye kadar orada bulunurlar, yan�nda tra� olurlar, kurban keserek büyük merasim tertiplerlerdi.
Yine böyle bir merasim için bütün Kurey� haz�rlanm��t�. Ebû Tâlib de onlar gibi aile efrad�n� toplayarak merasime i�tirak etmek istedi. Peygamber Efendimize de haz�rlanmas�n� söyledi. Ancak o, buna yana�mad� ve mâzur görülmesini istedi. Efendimizin bu davran���n�, Ebû Tâlib ve halalar�, taaccüple kar��lad�lar; hatta k�zar gibi oldular. Bir iki sefer daha tekliflerini tekrarlad�klar� halde Resûl-i Ekrem Efendimiz yine red cevab� verdi. Bunun üzerine k�zarak, “�lâhlar�m�zdan yüz çevirmek demek olan bu hareketinden dolay� bir felâkete u�rayaca��ndan korkuyoruz!” dediler.
Bunu demekle de iktifa etmediler; üzerine öylesine vard�lar ki Sevgili Peygamberimiz daha fazla �srar edemedi ve istemeye istemeye, sadece amcas� Ebû Tâlib’in ve halalar�n�n hat�r�n� k�rmamak için kendilerini takibe râz� oldu. Fakat putun yan�na var�r varmaz, nur yüzlü Efendimizin bir ara ortadan kayboldu�unu fark ettiler. Bir müddet sonra yanlar�na gelince onu müthi� bir hal içinde gördüler: Benzi sararm��, her halinden korktu�u belli idi.
Amcas� ve halalar�, kendisine sordular: “Ne oldu sana? Neye u�rad�n?”
Sevgili Efendimiz, �u cevab� verdi:
“Bana bir fenal�k gelmesinden korktum!”
Onlar, “Allah sana kötülük eri�tirmez. Sende çok iyi haslet ve meziyetler var. Söyle bakal�m, sen ne gördün?” dediler.
Bu sefer Peygamberimiz, �unlar� anlatt�:
“Ben, bu putun yan�na yakla�t���m zaman, uzun boylu ve beyazlar giyinmi� biri orada peydâ oldu. Bana ‘Yâ Muhammed! Geri çekil, sak�n o puta el sürme!’ diye hayk�rd�.”[1]
Bu vak’adan sonra, Resûlullah Efendimiz, herhangi bir sebep ve saikle putlar�n yan�na u�ramad� ve onlar�n bu bayram ve merasimlerine hiçbir zaman kat�lmad�.
Evet, risâlet vazifesiyle memur edilir edilmez eline tevhid bayra��n� al�p dalgaland�racak bir zât, elbette çocuklu�unda ve gençli�inde de tevhid inanc�n�n z�dd� olan �irkten ve putperestlikten uzak, tertemiz bir hayata sahip bulunacakt�r.
Cenab-� Hak, Sevgili Resûlünü, henüz ne teklif, ne memuriyet, hiçbir �eyle alâkal� bulunmad��� zamanlarda bile her türlü çirkinlikten koruyor ve onu hususî bir murakabe alt�nda terbiye ediyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, “Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti!”[2]sözleriyle bu gerçe�e i�aret buyurmu�lard�r.
�nsafl� müste�rikler de, her �eye ra�men bu hususu inkâr edememi�lerdir. Sir W. Muir, Muhammed’in Hayat� isimli eserinde, �u itirafta bulunmaktan kendini alamaz:
“Hz. Muhammed hakk�ndaki bütün ne�riyat�m�z bir nokta üzerinde ittifak eder. O da, onun ahlâk�n�n temizli�i ve yüksekli�idir!”
DÖRDÜNCÜ F�CAR MUHAREBES� VE EFEND�M�Z
Peygamberimiz yirmi ya��nda iken, Dördüncü Ficar Muharebesi patlak verdi.[3]
�slam’dan evvel, Câhiliyye devrinde, Araplar aras�nda cinayetlerin, kanl� çarp��ma ve �iddet olaylar�n�n, kan davalar�n�n ve her türlü h�rs�zl�k ve yolsuzluk olaylar�n�n ard� arkas� kesilmiyordu. Kalpleri �efkat ve merhametten mahrum, cemiyet hayatlar� hak ve hukuktan uzak insanlardan, birbirini k�r�p geçmekten ba�ka zaten ne beklenebilirdi?
Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce aylar�, öteden beri Araplarca mukaddes aylar say�l�yordu. Bu aylarda her türlü kötülü�ün i�lenmesi, her türlü haks�zl���n yap�lmas�, kan dökülmesi kesinlikle yasakt�. Bunun için de “haram aylar” ad�yla an�l�yorlard�.
��te, Ficar Muharebeleri bu aylardan birinde vuku buldu�u ve iki taraf aras�nda büyük haks�zl�klar, zulümler irtikâb edildi�i, kan döküldü�ü için bu ismi alm��lard�.[4]
Araplar aras�nda Ficar Muharebeleri, dört kere meydana gelmi�ti.
Birinci Ficar Muharebesi s�ras�nda, Kâinat�n Efendisi, henüz on ya�lar�nda bulunuyordu.[5]
Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe, asl�nda oldukça basit ve ehemmiyetsiz hadiseler yüzünden meydana gelmi�ti.
Birinci Ficar Muharebesi, G�farîlerden bir adam�n Ukâz panay�r�nda uzanm�� olarak, “Arab�n en �ereflisi benim!” sözü üzerine Havazin kabilesinden birinin bunu kendisine hakaret kabul edip, k�l�c�n� çekerek, övünen adam�n aya��n� yaralamas� sebebiyle Kinâne ve Havazinliler aras�nda vuku bulmu�tu.
�kincisi, yine Ukâz panay�r�nda bir kad�na sata�mak yüzünden Kurey� ile Havazin kabilesi aras�nda patlak vermi�ti.
Üçüncüsü, Kinâneo�ullar� kabilesinden bir adam�n, Âmiro�ullar� kabilesinden birine olan borcunu ödemeyip, müddeti uzatmas� sebebiyle Kinâne ve Havazin kabileleri aras�nda meydana gelmi�ti.
Peygamberimizin yirmi ya�lar�nda iken kat�ld��� Dördüncü Ficar Muharebesi ise, Kurey� ve Kinâneo�ullar� ile Kays-� Aylan kabileleri aras�nda, Kinâneli Barraz b. Kays ad�ndaki adam�n Kays-� Aylan [Havazin] kabilesinden Urve nâm�ndaki adam� öldürmesi neticesi ç�km��t�.[6]
Kurey�liler, Kinâneo�ullar�n�n müttefiki bulunduklar�ndan, dolay�s�yla bu muharebeye kat�lmak zorunda kalm��lard�.
Ukâz panay�r�nda yap�lan Dördüncü Ficar Muharebesi’ne Ebû Tâlib, haram ayda oldu�u ve çok zulüm i�lenece�ini tahmin etti�i için kat�lmak istememi�ti. Ancak Kurey� kabilesinin di�er kollar�n�n diretmesi üzerine i�tirak etmek mecburiyetinde kald�.
Muharebe s�ras�nda Ebû Tâlib’in, aziz ye�eni Efendimizi bir iki defa yan�na alarak götürdü�ü rivayet edilmi�tir. Ancak o, sadece at�lan dü�man oklar�n� toplay�p amcas�na vermekle yetinmi�tir.[7]
Çarp��man�n bir türlü son bulmad���n� gören taraftar, nihayet birbirlerine anla�ma teklif ettiler. Buna göre, ölüler say�lacak, hangi taraf�n ölüsü fazla ise di�er taraf onlar�n diyetlerini ödeyecek, böylece de harp son bulmu� olacakt�.
Say�m neticesinde, Kays-� Aylanlar�n ölüleri yirmi kadar fazla ç�kt�. Kinâneo�ullar� ve Kurey�liler taraf�ndan bu yirmi ki�inin diyeti ödenerek, Fil tarihinden yirmi y�l sonra vuku bulan[8bu kanl� çarp��ma da böylece nihayet buldu.
_______________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 158; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 164.
[2] Abdurrahman Münavî, Feyzü’l-Kadir, c. 1, s. 224.
[3] �bn Hi�am, Sîre, s. 198; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128.
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 195.
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 196.
[6] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 196-197; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126-128.
[7] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 198.
[8] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128; Taberî, Tarih, c. 1, s. 201.
H�LF�'L F�D�L CEM�YET�NDE
Peygamber Efendimiz, yirmi ya��nda.
Son Ficar Harbi’nde, çok kimse hayat�n� kaybetmi�, oluk oluk kan akm��t�. Bununla, Arap kabileleri aras�ndaki dü�manl�k duygusu daha da bilenmi�ti. Her an basit sebepler yüzünden büyük hadiseler ç�kabilir, adam öldürülebilir, kabileler birbirine sald�rabilir durumuna gelinmi�ti.
Mekke’de, d��ar�dan gelen yabanc�lar için can, mal ve namus emniyeti diye bir �ey kalmam��t�. �steyen, istedi�i yabanc�n�n mal�n� al�yor, kar��l���nda tek kuru� ödemiyordu. Âciz ve güçsüzler her türlü zulme maruz kal�yor ve bunlara kar�� koyma cesaretini gösteremiyorlard�.
Bu vah�et saçan manzaraya bir çare bulunmas� gerekiyordu. �nsanl�k haysiyetine yak��mayan bu hareketlerin önüne geçilmeliydi. Fakat ne yap�lmal�yd�? Ne yap�labilirdi?
Namus ehlinin, haks�zl�k kar��s�nda vicdan� �zd�rap duyanlar�n, cemiyetin emniyet ve âsâyi�ini dü�ünüp duranlar�n halletmek istedikleri meselelerdi bunlar!
Zebidlinin Gasp Edilen Mal�!
Barda�� ta��ran son damla, Yemen’in Zebid kabilesinden birinin bir deve yükü mal�n�n, �ehrin ileri gelenlerinden Âs. b. Vâil taraf�ndan gasp edilmesi hadisesi oldu.
Zebidlinin yard�m istemek maksad�yla çald��� her kap�, yüzüne kapat�l�yordu. Sonunda, Ebû Kubeys da��na ç�karak, u�rad��� zulüm ve hakareti Kurey�lilere yüksek sesle bildirmeyi denedi ve bu yüksek tepeden �ehir halk�n� yard�ma ça��rd�.[1]
Bu davet, cemiyetin peri�an halini dü�ünen kafalar� uyand�rd�. Derhal bir araya toplanarak, bu yolsuzluklara, bu gayrime�ru davran��lara çare aramaya koyuldular. Bu konuda ba�� çeken ve Mekke’nin hat�r� say�l�r büyüklerini bir araya getirmeye te�ebbüs eden ilk �ah�s, Peygamberimizin amcas� Zübeyr oldu.[2]
Hâ�im, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris, Teymo�ullar�n�n ileri gelenlerinden birço�unun i�tirak�yla, Mekke’nin zengin, itibarl� ve en ya�l�s� say�lan Abdullah b. Cüd’a’n�n evinde toplan�ld� ve “H�lfu’l-Fudûl” cemiyeti kuruldu.
Uzun uzad�ya konu�up tart���ktan sonra, �u maddeleri karar alt�na ald�lar:
1. Mekke’de —ister ehlinden, ister d���ndan olsun— zulme u�ram�� kimse b�rak�lmayacakt�r.
2. Bundan böyle Mekke’de zulme asla meydan verilmeyecek, zâlime asla müsamaha ve f�rsat tan�nmayacakt�r.
3. Mazlumlar zâlimlerden haklar�n� al�ncaya kadar, mazlumlarla beraber hareket edilecektir.[3]
Cemiyet üyeleri, bu ahitleri üzerinde sebat edeceklerine dair de �öylece yeminde bulundular:
“Denizlerin bir k�l parças�n� �slatacak sular� kalmay�ncaya, Hira ve Sebir da�� yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe’de istîlâm ibadeti [Kâbe’nin tavaf� s�ras�nda Hacerü’l-Esved’e el sürülmesi ve izdiham dolay�s�yla bizzat el sürülemiyorsa uzaktan selamlama i�aretinin yap�lmas�] ortadan kalk�ncaya kadar bu ahdimizde sebat edece�iz.”[4]
Kurulan bu cemiyete “H�lfu’l-Fudûl” ad� verildi.
Sebebi �öyle izah ediliyor:
“Hilf” yemin, “Fudûl” ise fâz�llar demek.
Mekke’de bulunduklar� bir s�rada Cürhümî kabilesinden Fazl isminde iki ki�i ile Katüra kabilesinden Fudayl ad�nda biri, “�ehirde, zulme ve tecavüze meydan vermemek” hususunda yeminde bulunmu�lard�.
Kurey� ileri gelenleri de, bunlara benzer sebeplerden dolay� bir araya gelip karar ald�klar�ndan, “Fâz�llar” hadisesini hat�rlama bab�nda bu cemiyete “H�lfu’l-Fudûl” denildi.[5]
Cemiyetin ifa etti�i ilk i�, Yemenli Zebidlinin, ticaret maksad�yla getirdi�i mal�n Âs b. Vâil’den geri al�nmas� oldu.
Sevgili Peygamberimiz de, henüz yirmi ya��nda bir genç olmas�na ra�men, ya�l�lardan te�ekkül eden bu cemiyete amcalar�yla birlikte kat�lm�� ve zulme kar�� birle�mede oyunu müspet olarak kullanm��t�r.
Bu, Efendimizin genç ya��ndan beri derin dü�ünceye sahip oldu�unun, zulme kar�� nefret duydu�unun ve henüz o zamandan beri kavmi ve kabilesi aras�nda büyük bir itibara sahip bulundu�unun ifadesidir.
�efkat ve merhamet timsâli zât, elbette peygamberlikle vazifelendirilmeden evvel de mazlumun imdad�na ko�acak, bu hususta gösterilen gayretlere yard�mc� olacakt�r. Çünkü o, “güzel ahlâk� tamamlamak” maksad�yla gönderilmi�ti. Öyle ise, güzel ahlâka vas�ta olan her gayrete kendisi de kat�lacakt�.
Nitekim kendilerine �lâhî risâlet vazifesi verildikten sonra da, mezkûr cemiyete kat�lm�� olmaktan duydu�u memnuniyeti �u ifadelerle beyan buyuracakt�r:
“Abdullah b. Cüd’a’n�n evinde yap�lan yeminle�mede ben de bulundum. Bence o yemin, k�rm�z� tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir! Ben, ona �slamiyet devrinde bile ça�r�lsam icabet ederim.”[6]
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu sözü, günümüz Müslümanlar� için de bir ölçüdür: Zulme ve ahlâks�zl���n her türlüsüne kar��, isim ve �ekli ne olursa olsun, mücadele veren te�ekkül ve cemiyetlere yard�mc� olmak...
_________________________________________________________________
[1] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 91.
[2] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128; Süheylî, a.g.e., c. 1, s. 91.
[3] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 141; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 129; Süheylî, a.g.e., c. 1, s. 93.
[4] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 129; Süheylî, a.g.e., c. 1, s. 93.
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 142; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 129.
[6] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 141-142; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 129; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 94; �bn Kesir, Sîre, c. 1, s. 261.
�AM'A �K�NC� G�D���
Mekke halk�n�n me�guliyetleri ba��nda ticaret geliyordu. Ebû Tâlib de bir müddet ticaretle u�ra�t�. Ancak k�tl�k kurakl�k y�llar�n�n ba�göstermesi, kabile sava�lar�n�n birbirini takip etmesi ve aile efrad�n�n fazla olu�u gibi sebepler yüzünden ticaret yapabilecek malî kuvveti pek kalmam��t�. Bu yüzden, Efendimizi de yan�na alarak yapt��� Suriye seyahatinden sonra bir daha ticaret kervanlar�na kat�lma imkân�n� elde edemedi. Mekke’nin içinde baz� i�ler yapmakla geçinip gidiyordu.
Mekke’de Nebiyy-i Ekrem Efendimizin akrabalar�ndan zengin bir dul kad�n vard�: Hatice binti Hüveylid... O, servetiyle ticaret kervanlar�na ortak oluyordu.
Peygamber Efendimiz, yirmi be� ya��nda bulundu�u s�rada, Kurey� yine �am’a göndermek üzere bir ticaret kervan�n�n haz�rl��� içindeydi. Bu kervana Hz. Hatice de, mallar�yla i�tirak edecekti. Her seferinde oldu�u gibi bu defa da mallar�n�n ba��nda gönderecek emin ve sa�lam adamlar ar�yordu.
Geçim s�k�nt�s� içinde k�vran�p duran Ebû Tâlib, bunu duydu. Himâyesinde bulunan ye�eni Nebiyy-i Muhterem Efendimizi yan�na ça��rarak, kendisine aç�lmak zorunda kald� ve �öyle konu�tu:
“Ey karde�im o�lu! Mal ve mülk sahibi olmad���m� biliyorsun. �iddetli k�tl�k ve kurakl�k, elimizi avucumuzu kuruttu; bizde ne ticaret b�rakt�, ne de kalkacak, k�m�ldanacak güç ve derman... Bak, kavminin ticaret kervan� �am’a gitmeye haz�rlan�yor. Hüveylid’in k�z� Hatice de, bu kervana yükleyece�i mallarla kat�lacak ve mallar�yla birlikte de kavminden baz� kimseler gönderecektir. Hatice, ticaretle u�ra�an, serveti bol ve ba�kas�n�n da bu servetten istifade etmesini isteyen bir kad�nd�r. Senin gibi emniyet edilen temiz, vefal� bir insana, onun bu konuda ihtiyac� vard�r. Gidip bu hususu kendisine anlatsan, herhalde dürüstlü�ün ve üstün meziyetlerinden dolay� seni ba�kalar�na tercih edecektir!”
Bu konu�mas�n�n ard�ndan endi�esini de üzüntü içinde belirtti: “Gerçi, seni �am’a göndermekten çekiniyorum; Yahudilerin sana bir zarar vermesinden de korkuyorum! Ama ne yapay�m ki geçimimizi temin konusunda, bundan ba�ka hat�r�ma gelen bir fikrim de yok.”[1]
Amcas�na, “Amcac���m, sen nas�l istiyorsan öyle yap” cevab�nda bulundu.
Ebû Tâlib’le Resûl-i Ekrem Efendimiz aras�nda geçen konu�ma, Hz. Hatice’ye ula�t�. Nebiyy-i Mükerrem’in do�ru sözlü, güvenilir, emniyetli, üstün ahlâkl� oldu�unu bilen Hz. Hatice, hemen haber göndererek ça��rtt�, kendisine �öyle dedi:
“Ben, seni �am’a gidecek ticaret mallar�m�n ba��nda göndermek istiyorum. Senin do�ru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâkl� oldu�unu biliyorum. Sana, kavmimden hiçbir kimseye vermedi�im yüksek bir ücret verece�im!”
Peygamber Efendimiz, teklifi amcas� Ebû Tâlib’e haber verdi. Buna son derece sevinen amcas�, “Bu, Allah’�n sana ihsan etti�i bir r�z�kt�r!” diye konu�tu.
Ebû Tâlib, ücreti tayin etmeden yola ç�k�lmas�n� münasip görmedi�inden, Efendimize, gidip bizzat Hz. Hatice’yle bu hususu konu�mas�n� söyledi. Ancak Peygamber Efendimiz, bunu istemedi�ini belli etti. Bunun üzerine Ebû Tâlib kendisi bizzat giderek, “Ey Hatice!” dedi. “Biz i�ittik ki sen filan� iki erkek deve vermek üzere tutmu�sun. Biz, Muhammed için dört erkek deveden a�a��s�na râz� olmay�z!”
Efendimiz gibi son derece itimat edilir birini bulan Hz. Hatice sevinç içinde, “Ey Ebû Tâlib!” dedi. “Sen çok kolay ve ho�a gidecek bir ücret dilemi� bulunuyorsun! Bundan daha fazlas�n� isteseydin bile ben yine kabul ederdim!”[2]
Haliyle Ebû Tâlib, bu sözlerden fazlas�yla memnun oldu.
Hz. Hatice, kölesi Meysere’yi de Resûlullah Efendimizin emrine verdi ve ona �u tembihte bulundu:
“Sana ne emrederse derhal itaat edeceksin, hiçbir fikrine kar�� ayk�r� i� görmeyeceksin, bir dedi�ini iki etmeyeceksin ve her halini bana bildireceksin!”
Kervan�n yola ç�kmas� için bütün haz�rl�klar tamamland�. Ebû Tâlib ile Efendimizin halalar� da, onu u�urlamaya geldiler ve kervanda bulunanlara onunla ilgilenmelerini rica ettiler.
...Ve kervan yola ç�kt�.
Ticaret kervan� üç ayl�k yorucu bir yolculuktan sonra, �am topraklar�na vard�. Kervana i�tirak edenlerin her biri, Busra panay�r�n�n münasip yerlerine tezgâhlar�n� kurdular. Kâinat�n Efendisi ise, oradaki manast�ra yak�n bir zeytin a�ac�n�n alt�na indi.
Rahip Nastûra ve Efendimiz
Efendimizin daha önceki �am seyahati s�ras�nda manast�rda bulunan Rahip Bahîra, ölümüyle yerini Nastûra ad�ndaki rahibe b�rakm��t�.
Efendimizin, zeytin a�ac�n�n alt�na inmesi, pencereden gelen kafileyi seyreden rahibin dikkatinden kaçmad�. Önceden tan��t��� Meysere’yi yan�na ça��rd� ve a�ac�n alt�nda konaklayan�n kim oldu�unu sordu.
Meysere, “O, Kurey� ve Mekke halk�ndan bir zâtt�r” cevab�n� verdi.
Nastûra, bir anl�k bir dü�ünceye dald�. Sonra da Meysere’yi hayretler içinde b�rakan fikrini aç�klad�: “O a�ac�n alt�na �imdiye kadar (bu vakitte) peygamberden ba�ka kimse inmemi�tir.”[3]
Daha sonra Meysere’ye �u suali yöneltti:
“Onun gözünde biraz k�rm�z�l�k var m�d�r?”
Meysere’den “Evet” cevab�n� al�nca, te�hisini kesinle�tirdi: “O, peygamberdir, hem de peygamberlerin sonuncusudur!”[4]
Meysere, heyecan ve hayretinden �a�k�na döndü. �stikbâlin peygamberinin hizmetinde bulunma saadet ve sevinci, vücudunun bütün zerrelerine bir anda yay�ld�. Tabii, rahibin söyledikleri de hâf�zas�na nak�oldu.
Sat��lar tamamlanm�� ve al�nacaklar al�nm��t�. Bir de bakt�lar ki Peygamberimiz herkesten ziyade kârl� bir ticaret yapm��.[5Bu sefer Meysere’nin hayretine, kafiledekilerin de hayret ve �a�k�nl��� kat�ld�.
Kervan, Busra’dan ayr�larak Mekke’ye do�ru yola ç�kt�.
Melekler Gölge Ediyor!
Kervan, s�cak kumlar üzerinde Mekke’ye do�ru yol al�yordu. K�zg�n güne�, ate�ten oklar�n� yere saplamakta idi. Fakat bu da ne? Meysere, gözlerine inanam�yordu. Tekrar tekrar aç�p kapat�yordu gözlerini... Acaba yanl�� m� görüyordu?
Ama hay�r! Gördü�ü, ne hayal, ne de gözlerindeki bir yan�lman�n eseri idi; tamam�yla gerçekti: �ki melek, kavurucu s�caktan rahats�z olmamas� için, bulut tarz�nda Kâinat�n Efendisi üzerinde gölgelik ediyordu.[6]
Meysere, hayranl�k ve heyecan�ndan yerinde duramaz hale gelmi�ti. Güne�in s�cakl���, bu garip hadisenin mûnis s�cakl��� yan�nda art�k ona pek de tesir etmiyordu. Ne var ki Nur Muhammed’e (a.s.m.), bu olup bitenleri ve duyduklar�n� anlatma cesaretini kendinde bir türlü bulam�yordu! Hayretini, heyecan�n� ve �a�k�nl���n� hep içinde sakl�yor, d��a aksetmemesi için var gücünü sarfediyordu.
Art�k kervan, Mekke’den görülmeye ba�lanm��t�.
Hz. Hatice, evinin dam�nda, Kurey� kad�nlar�yla birlikte, gelen kafileyi gözlüyordu. Herkes gibi o da hayret içinde idi! Gelen, Muhammed ve Meysere’dir. Ya Muhammed’in (a.s.m.) ba�� üzerinde gelenler ne? Gözleri yanl�� m� görüyor? Hay�r, o da gerçe�in ta kendisini görüyordu ve yine iki melek, Kâinat�n Efendisi üzerinde gölgelik ediyorlard�. Hatice, heyecan içinde yan�ndaki kad�nlara da bu garipli�i gösteriyordu:[7]“Bak�n, bak�n, Muhammed melekler taraf�ndan gölgeleniyor!”
Kervan Mekke’ye ula�t�. Peygamberimiz, mallar� Hz. Hatice’ye teslim etti. Hatice de getirilen mallar� yüksek bir kârla satt�.[8]Meysere, mü�âhedelerini anlat�yor...
Meysere, bu yolculuk esnas�nda Kâinat�n Efendisinden çok �ey görmü�, çok �ey ö�renmi�ti.
Her �eyden önce, temizli�e son derece riayet ediyordu, ahlâk� mükemmeldi, do�ru sözlüydü, arkada�l��� samimi ve ciddiydi. Ticaretteki dürüstlü�üne diyecek yoktu.
Bütün bunlar�, Rahip Nastûra’n�n söylediklerini ve yolda gördü�ü garipli�i, Meysere bir bir Hatice’ye anlatt�.
Hz. Hatice’nin yirmi be�indeki bu gence kar�� hayranl�k ve alâkas� art�k son haddine varm��t�. Meysere’den duyduklar�n� ve kendisinin gördü�ünü, vakit geçirmeden amcas� o�lu Varaka b. Nevfel’e nakletti.
Varaka, bilgili bir H�ristiyand�. Putperestli�e taraftar de�ildi. Kendi halinde ya�l� ve akl� ba��nda bir insan idi.
Hatice’den duyduklar� kar��s�nda o da hayretini gizleyemedi: “E�er bu söylediklerin do�ru ise, �üphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberidir! Ben, zaten bu ümmetten bir peygamberin ç�kaca��n� biliyor ve onu bekliyordum. Bu zaman, onun tam zaman�d�r!”[9]
Bu ifade ve itiraf kar��s�nda Hz. Hatice’nin gönlü sevinçle doldu.
____________________________________________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 129-130.
[2] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 130.
[3] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 199; �bn Sa’d, Tabakat, c, 1, s. 130; Taberî, Tarih, c. 2, s. 196.
[4] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 130; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 122.
[5] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 130.
[6] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 200; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 130; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 196.
[7] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 200; �bn Sa’d, a.g.e., s. 130-131.
[8] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 200; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 197.
[9] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 203; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 123; �bn Kesir, Sîre, c. 1, s. 267.
HAZRET� HAT�CE ANNEM�Z �LE EVLENMES�
Hz. Hatice, Kâinat�n Efendisini çocuklu�undan beri tan�yordu. Ticaret mallar�n�n ba��nda �am’a göndermesi ise, onu daha da yak�ndan tan�mas�na vesile olmu�tu.
Dul olan Hz. Hatice o s�rada, Kurey� kad�nlar� aras�nda soy sop, �eref ve zenginlik bak�m�ndan en üstün mevkiye sahip bulunuyordu. Ayn� zamanda, Cenab-� Hak, Cemîl ismiyle, pek az kad�na nasip olacak bir güzelli�i de kendisine ihsan etmi�ti.
O âna kadar, kabilesinden birçok kimse evlenmek için kap�s�n� çalm�� ise de, o bunlar�n hiçbirini kabul etmemi�ti.[1]Adeta, evlenmeyi dü�ünmüyor gibiydi.
Ne var ki kader �imdi kar��s�na bamba�ka bir �ahsiyet ç�karm��t�: Ruhundaki güzellikler yüzüne aksetmi�, gönlündeki sevgi simas�nda tebessüme kalbolmu�, zihnindeki derin dü�ünce d��ar�ya ciddiyet ve samimiyet �eklinde tezahür etmi� müstesna bir insan...
Daha önce bütün Kurey� büyüklerinin evlenme teklifini reddeden ve adeta evlenmek fikrini zihninden atm�� bulunan Hz. Hatice, bu e�siz insanla daha yak�ndan tan���nca, bu fikrinden vazgeçti.
�lâhî kader, bu iki insan�n kalbini birbirine �s�nd�rmay� takdir etmi�ti. Her �eye ra�men Kurey�’in ileri gelenleri ve zenginleri, kaderin çizmi� oldu�u bu program� bozamam��lard�.
Hz. Hatice’den Gelen Teklif
Evlenme teklifi, bizzat Hz. Hatice’den geldi. �ffeti ve namusunu korumas� sebebiyle Câhiliyye devrinde bile tertemiz kad�n manas�na gelen “Tâhire” lakab�yla an�lan Hz. Hatice’den...
Teklifi getiren, Hz. Hatice’nin yak�n arkada�� Münye k�z� Nefîse ile Peygamberimiz aras�nda �u konu�ma geçti:
“Ey Muhammed! Seni hangi �ey evlenmekten al�koyuyor?”
“Elimde evlenecek kadar para yok!”
“E�er bu temin edilse ve sen, mala, güzelli�e, �eref ve denkli�e ça�r�lsan icabet eder misin?”
“Kimdir bu?”
“Hüveylid’in k�z� Hatice...”
“Ama, bu nas�l olabilir?”
“Oras�n� ben bilirim!”
“O halde, diledi�ini yapar�m.”[2]
Nefise, sevinç içinde, Kâinat�n Efendisiyle konu�tuklar�n�, gelip Hz. Hatice’ye iletti.
Hz. Hatice’nin sonsuz memnuniyeti, yüzündeki tebessümlerden okunuyordu. Nefise’yle birlikte sevinç ve memnuniyetlerini ya�ad�ktan sonra, Peygamberimize, “Ey amcam o�lu! Sen, benim akrabam oldu�un,[3]kavmin içinde �erefli, güvenilir kimse, güzel huylu, do�ru sözlü bulundu�un için seninle evlenmeyi arzu ediyorum” diye haber gönderdi.[4]
Teklifi alan Efendimiz, durumu amcas� Ebû Tâlib’e bildirdi.
Ebû Tâlib, teklifi tahkik etti. Hz. Hatice’nin böyle bir evlili�i arzu etti�ini, bizzat kendisinden ö�rendi.
Dü�ün Merasimi
Dü�ün merasiminin tarihi, bizzat Hz. Hatice taraf�ndan tespit edildi. Merasim de onun evinde yap�lacakt�.
Tespit edilen tarihte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, amcalar�, halalar� ve Hâ�imo�ullar�n�n ileri gelenlerinden baz�lar�yla birlikte Hz. Hatice’nin evine geldi.
Güzel bir dü�ün merasimi için gereken her �ey, bizzat Hz. Hatice taraf�ndan temin edilmi�ti. Koyunlar kesilmi�, yemekler haz�rlanm��t�.
Yemekler yendikten sonra, âdet oldu�u üzere s�ra, iki taraf büyüklerinin konu�mas�na geldi. Hz. Hatice’nin babas�, Ficar Harbi’nde ölmü�tü. Bu sebeple onu temsilen merasime, amcas� Amr b. Esed kat�lm��t�.
Gelene�e göre, ilk konu�may� yapmak üzere Ebû Tâlib aya�a kalkt� ve �öyle dedi:
“Allah’a hamdolsun ki bizi, �brahim’in zürriyetinden, �smail’in sulbünden, Maad’�n mâdeninden, Mudar’�n asl�ndan vücuda getirdi. Bundan sonra, as�l maksada gelir ve derim ki:
“Karde�imin o�lu Muhammed b. Abdullah; ki akraban�z oldu�u malûmunuzdur. Onunla Kurey�’ten hiçbir genç tart�lamaz, ölçülemez! Bu, �eref ve asâletçe, ak�l ve faziletçe onlar�n hepsinden üstün gelir!
“Gerçi, mal� azd�r. Fakat mal dedi�in nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, al�n�r verilir i�reti bir �ey!
“Allah’a yemin ederim ki bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir!
“�imdi o sizden, k�z�n�z Hatice’yi zevceli�e istemekte, muaccel ve müeccel mehir olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüd etmektedir.”
Ebû Tâlib konu�mas�n� bitirince de, Hz. Hatice’nin amcas�n�n o�lu Varaka b. Nevfel aya�a kalkt� ve �öyle konu�tu:
“Allah’a hamdolsun ki bizi de, anlatt���n gibi yaratt�; sayd�klar�ndan daha fazlas�yla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle h�s�ml�k kurmak ve �ereflenmek istiyoruz!
“Ey Kurey� toplulu�u! �ahit olunuz ki ben, Huveylid’in k�z� Hatice’yi, �u kadar mehirle Muhammed b. Abdullah’la evlendirdim!”
Varaka b. Nevfel konu�mas�n� bitirdikten sonra, Ebû Tâlib, Hz. Hatice’nin amcas� Amr b. Esed’in de muvafakat�n� istedi. Amr da aya�a kalkarak, “Ey Kurey� toplulu�u! �ahit olunuz ki ben de Muhammed b. Abdullah’a Hüveylid’in k�z� Hatice’yi nikâlad�m!” diye konu�tu.
Böylece, Kâinat�n Serveri Efendimiz ile Kurey� kad�nlar�n�n, neseb, �eref ve zenginlik bak�m�ndan en üstünü bulunan Hüveylid’in k�z� Hz. Hatice-i Kübra zevc-zevce ilan edilmi� oldular. O s�rada Resûl-i Ekrem Efendimiz yirmi be�, Hz. Hatice ise k�rk ya�lar�nda bulunuyordu. Evlilikleri Milâdî tarihle 595 y�l�na rastl�yordu. Yani, Efendimizin nübüvvetinden on be� y�l önce...
Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, muhterem zevcesini alarak Ebû Tâlib’in evine geldi. Burada velime, yani dü�ün cemiyeti yapt�; iki deve kestirerek halka yemek ziyafeti verdi.
Ebû Tâlib de, bu mesut hadisenin hat�r� için develer kestirdi ve halka yemekler yedirdi. Sonra da, Peygamberimizle âilesini evine davet etti.
Onlar� kar��lamaya ç�kt���nda, sevinç gözya�lar� aras�nda Allah’a hamdediyordu: “Hamdolsun Allah’a ki bizden bütün üzüntüleri yok etti!”
Efendimiz ile ona ilk han�m olma �erefini kazanm�� bulunan Hz. Hatice, Ebû Tâlib’in evinde ancak birkaç gün kald�lar. Sonra tekrar Hz. Hatice’nin evine döndüler. Art�k mesut hayatlar�n� burada geçireceklerdi.
Kâinat�n Efendisi Peygamberimiz, kendisine “Hatice-i Kübra” dedi�i bu asil ve tâhire kad�n hayatta oldu�u müddetçe ba�ka bir kad�nla evlenmedi.[5]Her türlü teselliyi ve en parlak saadeti bu huzurlu evinde buldu.
Peygamber Efendimize, babas�ndan miras olarak pek bir �ey kalmam��t�. Uzun zamand�r himâyesinde bulundu�u Ebû Tâlib ise, fakir ve zaruret içinde idi. Bu bak�mdan, Hz. Hatice’yle evleninceye kadar bin bir me�akkat ve zahmet içinde hayat sürmü�tü.
Hz. Hatice’yle evlendikten sonra, onun servetini ticarette kulland� ve bir derece geni�li�e kavu�tu. Fakat zevcesi bol servet sahibi iken o yine israfa, gösteri� ve lükse kaçmad�. Eski mütevaz� ve sâde hayat�na yak�n bir ya�ay��� devam ettirdi. Üstelik, dünya mal�na da kalbinde yer vermiyordu. Onun o yüce ruhunu bamba�ka ulvî ve kutsî duygular istilâ etmi�ti. Dünya ve içindekilerin muhabbeti, o ulvî duygular� söküp atmaya hiçbir zaman muktedir olam�yordu.
Daha sonra, Hz. Hatice-i Kübra’dan, Resûl-i Ekrem Efendimizin s�ras�yla Kàs�m, Zeyneb, Rukiyye, Fât�ma, Ümmü Gülsüm, Abdullah ad�nda alt� çocu�u oldu. O�lu Abdullah, Tayyib ve Tâhir isimleriyle de an�l�rd�.[6]
Bu mesut aile yuvas�nda Kâinat�n Efendisi ile Hz. Hatice, en ulvî duygularla birbiriyle kayna�m��lard�. Âlî yuvas�nda hâkim olan, kar��l�kl� emniyet, samimi hürmet ve muhabbet idi. Hz. Hatice, Kâinat�n Efendisi kocas�ndan on be� ya� büyük olmas�na ra�men, yüce �ahsiyetinden dolay� kendilerine kar�� son derece nâzik, duygulu ve itinal� davran�yordu. Peygamber Efendimizin �erefli han�m�na kar�� muhabbeti de fazlayd�. Öyle ki vefat�ndan sonra bile hiçbir vakit muhabbetini kalbinden atmad�, gönlünün en mûtena kö�esinde ebedî beraberli�e kadar saklad�.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hatice’nin keremkârl���n�, hay�rseverli�ini ve kendisine yapt��� büyük yard�m� her zaman yad ederdi. Bu yad edi�, Hz. Âi�e validemize, “Hatice-i Kübra’dan ba�ka, Nebiyy-i Ekrem’in zevcelerinden hiçbirini k�skanmad�m!”[7]dedirtecek ve onun k�skançl�k damar�n� tahrik edecek kadar fazla idi.
Nas�l yâdetmezdi ki? Yedi çocu�undan biri hâriç di�erlerinin annesi o idi. Herkes ona dü�man iken, ona dost elini uzatan, o idi. Her türlü �zd�rap ve s�k�nt� kar��s�nda kendisini teselli eden, o idi. Herkesin ona arka çevirdi�i bir zamanda yan�ba��ndan ayr�lmayan, o idi.
Elbette, böylesine yüksek duygu ve meziyetler sahibi zevcesini, Peygamber Efendimiz hiçbir zaman unutmayacak ve onu her zaman hay�rla yad edecekti.
___________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 201; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 131.
[2] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 131.
[3] Baba taraf�ndan Hz. Hatice’nin soyu Peygamberimizin baba taraf�ndan dedesi olan Kusay’da birle�ti�i gibi, annesi taraf�ndan da soyu yine Resûl-i Ekrem Efendimizin baba taraf�ndan dedesi olan Lüey’de birle�ir.
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 200-201; Taberî, Tarih, c. 2, s. 197
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 201.
[6] Ebu’l-Kàs�m Abdurrahman es-Süheylî, Ravdu’l-Ünf, c. 1, s. 214.
[7] Müslim, Sahih, c. 7, s. 133.
ZEYD B�N HAR�SE'Y� AZAD ETMES�
Zeyd b. Hârise, Kelb kabilesine mensuptu. Henüz sekiz ya�lar�nda küçük bir çocuk iken, annesiyle beraber gitti�i akrabalar�n�n yan�nda, bir ba�ka kabilenin bask�n� s�ras�nda esir al�nm��t�. Esirler pazar�ndan da, Hz. Hatice’nin ye�eni Hâkim b. Hizan taraf�ndan dört yüz dirheme sat�n al�n�p Mekke’ye getirilmi�ti.[1]Hz. Hatice, Zeyd’i ye�eninden alm�� ve evinde bar�nd�r�yordu.
Bu s�rada Efendimiz, Hz. Hatice’yle evli bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem, bu küçük çocu�u sevmi�ti. Bu sebeple, Hz. Hatice’den onu kendisine ba���lamas�n� istedi. Muhterem zevceleri, Peygamberimizin bu arzusunu yerine getirdi.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, onu al�r almaz azat etti.[2]
Her zaman hürriyeti benimseyen ve seven bir büyük insand� o... Her ya��nda insanlara, onlar�n vazgeçilmez hak ve hürriyetlerine son derece hürmetkâr ve riayetkârd�. Fani hayat�n�n son ân�na kadar bu e�siz ulvî duygusu ve hasleti her zaman kemâl derecesinde tecelli edecektir!
Zeyd, belirtti�imiz gibi, henüz küçük bir çocuktu.
Ebeveyni, onun nereye götürüldü�ünü, kime sat�ld���n� bilmiyordu. Harise ailesi, çocuklar� için her gün gözya�� döküyordu.
Babas� Harise, evde duramaz olmu�tu. Diyar diyar dola��yor, sormad�k kabile ve u�ramad�k yurt b�rakm�yordu. Biricik o�lu Zeyd için �iirler söylene söylene geziyordu.
Küçük Zeyd ise, sanki anne babas�n� unutuvermi�ti. Mesut ailenin saadeti onun da yüksek ruhunu olanca gücüyle sarm�� ve adeta onun ayr�lmaz bir parças� haline gelmi�ti. Rahat� yerindeydi, Kâinat�n Efendisiyle kayna�m��t�. Onun �efkatli kanatlar� aras�nda mesuttu, sevinçli ve huzurlu idi.
Zeyd’in Yeri Tespit Edildi!
Günün birinde Kelb kabilesinden birkaç ki�i, Kâbe’yi ziyarete geldi. Bu arada, Zeyd’i gördüler ve kendisiyle sohbet edince de tan�d�lar.
Babas�n�n, annesinin durmadan kendisi için gözya�� döktüklerini, hasretiyle yan�p tutu�tuklar�n� Zeyd’e anlatt�lar.
Fakat Zeyd, gayet sâkin ve rahat idi. Anne �efkati ve baba sevgisinden daha ulvî ve kutsî �eylere mazhar olman�n gönül rahatl��� içinde, onlara cevab� �u oldu:
“Annemin babam�n benim için gözya�� döktüklerini biliyorum. Sadece sizden, �u söyleyeceklerimin onlara ula�t�r�lmas�n� istiyorum:
“‘Ben, her ne kadar uzaklarda bulunuyor isem de, kavmimle haber gönderdim ki hac merasimi yap�lan belli yerler yan�ndaki Beytullah’ta oturuyor, hizmet ediyorum. Art�k arad���n�z� elde etmek için son gücünüzü harcamaktan, uzun uzun yollar katetmekten, develeri yeryüzünde ko�turup durmaktan vazgeçin! Allah’a hamdederim ki ben �imdi, öyle hay�rl�, öyle �erefli bir aile içinde bulunuyorum ki Maad’�n sulbünden —uludan uluya geçerek gelmi� olan— en �erefliler, bu ailedendir!’”[3]
Bu haberi alan Harise, karde�i Kâ’b’la birlikte yan�na fazla miktarda akçe de alarak Zeyd’i kurtarmak için derhal Mekke’ye geldi. Sorup soru�turup Resûl-i Ekrem Efendimizi buldu ve “Ey Kurey� Kavminin Efendisi, efendisinin o�lu! Siz, Harem halk� ve Harem-i �erif’in kom�ususunuz! Beytullah’�n yan�nda esirlerin esaret ba�lar�n� çözer ve kar�nlar�n� doyurursunuz!” diye konu�tuktan sonra, as�l maksad�n� �öyle arz etti:
“Yan�nda bulunan o�lumuz için sana geldik. Sen bizi memnun ve râz� edecek bir fidye-i necat [kurtulu� akçesi] iste; biz sana onu verelim, o�lumuzu serbest b�rak!”
Nebiyy-i Ekrem, “O�lunuz kimdir?” diye sordu.
“Zeyd b. Hârise...” dediler.
Peygamberimiz, “Bundan ba�ka bir istedi�iniz var m�?” dedi.
Onlar, “Hay�r, ba�ka iste�imiz yok” cevab�n� verdiler.
Bunun üzerine, Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Zeyd’i ça��r�n! Diledi�ini yapmakta serbest b�rak�n! E�er, sizi tercih ederse fidye-i necat almaks�z�n o sizindir, al�n götürün; yok, e�er beni tercih ederse vallahi ben, beni tercih edene, kimseyi tercih etmem!”[4]diye konu�tu.
Harise ve karde�i, Efendimizin bu konu�mas�ndan memnun oldular ve “Sen” dediler. “Bize kar�� çok insafl� davrand�n!”
Huzura gelen Zeyd’e Efendimiz, “�unlar� tan�yor musun?” diye sordu.
Zeyd, “Evet, tan�yorum” dedi.
Peygamberimiz tekrar, “Kimdir onlar?” dedi.
Zeyd, “Bu babamd�r, �u da amcamd�r” cevab�n� verdi.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Zeyd’e, “Sen, benim kim oldu�umu ö�rendin. Sana olan �efkat ve sevgimi de gördün. O halde ya beni tercih et, yan�mda kal; ya onlar� tercih et, git” diyerek, onu tercihinde serbest b�rakt�.
Zeyd’in cevab� �u oldu:
“Ben hiçbir kimseyi sana tercih etmem! Sen, benim için anne ve baba makam�ndas�n!”
O�lunun bu cevab� kar��s�nda �a��ran ve sars�lan baba Harise hiddetle, “Yaz�klar olsun sana!” dedi. “Demek ki sen köleli�i; hürriyete, anne babana, amcana ve ev halk�na tercih ediyorsun!”
Fakat Zeyd, babas�yla ayn� kanaatte de�ildi. “Babac���m!” dedi. “Ben, bu zâttan öyle �eyler gördüm ki kendisine hiçbir zaman bir kimseyi tercih edemem!”[5]
Küçük Zeyd böylece Resûl-i Ekrem Efendimize olan sadâkat ve ba�l�l���n� ispatlam��t�. Kader, ona nurlu ve parlak bir istikbâl haz�rl�yordu. Bu hali, onun ilk müjdesiydi.
Efendimizin, Zeyd’i Evlat Edinmesi!
Peygamber Efendimiz, Zeyd’e bu e�siz ba�l�l���n mükâfat�n� vermede gecikmedi. Hemen elinden tutarak, onu Kurey�’in oturdu�u H�c�r mahalline götürdü ve halka �öyle hitap etti:
“Ey haz�r bulunanlar! �ahit olunuz ki bundan böyle Zeyd, benim o�lumdur. Ben ona vârisim, o da bana vâristir.”
Mekkeliler, birini evlat edinmek istedikleri zaman böyle yaparlard�. Efendimiz de onlar�n bu âdetlerine uyarak, Zeyd’i böylece kendisine evlat edinmi� oldu.
Peygamber Efendimizin bu güzel davran���, �a�k�n ve dalg�n duran Harise’nin mahzun gönlünde sevinç rüzgâr� estirdi: Demek ki o�lu emin bir elde bulunuyordu!
Gönül huzuru içinde Harise, o�lunu Kâinat�n Efendisinin yan�nda b�rakarak yurduna döndü.[6]
Bundan sonra, Mekke’de herkes Zeyd’i, “Muhammed’in o�lu Zeyd...” diye ça��rmaya ba�lad�.
Efendimiz, peygamberlik vazifesiyle memur edilip vahiy gelmeye ba�lay�nca, evlatl�klar�n kendi öz babalar�n�n adlar�yla ça�r�lmalar� emredildi.[7]Bunun üzerine Hz. Zeyd, babas�n�n ismiyle, “Harise o�lu Zeyd” diye ça�r�ld�.
Bu konuda ayet-i kerimede meâlen �öyle buyrulur:
“Evlatlar�, babalar�na nisbet ederek ça��r�n! Allah kat�nda, bu, daha do�rudur. E�er babalar�n� bilmiyorsan�z, onlar dinde karde�leriniz ve dostlar�n�zd�rlar (Kendilerini “karde�im” veya “dostum” diye ça��r�n).[8]
Hz. Ömer’in o�lu Abdullah (r.a.), bu hususu �öyle ifade etmi�tir:
“Biz, ‘Evlatlar� babalar�n�n ad�yla ça��r�n’ ayeti ininceye kadar Zeyd’i ‘Harise o�lu Zeyd’ diye de�il, ‘Muhammed o�lu Zeyd’ diye ça��r�rd�k.”[9]
Ayr�ca bu ayetle, evlatl�klar�n, evlat edinen kimseye vâris olmas� hükmü de ortadan kald�r�ld�.
Hz. Zeyd, Efendimize peygamberlik vazifesi verildikten sonra, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi müteakip derhal �slam’�n sînesine ko�acak ve “üçüncü Müslüman” olma �erefine erecektir.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyd’i fazlas�yla severdi. Zaman zaman kendisine, “Ey Zeyd! Sen, karde�imiz ve azatl�m�zs�n”[10]diyerek iltifatta bulunurdu.
Resûl-i Ekrem, daha sonra çok sevdi�i bu büyük insan�, dad�s� Ümmü Eymen’le evlendirecektir ve bu evlilikten yine çok sevdi�i ve ço�u zaman terkisinde ta��d��� Üsame Hazretleri dünyaya gelecektir!
_________________________________________________________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 497; �bn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 224; �bn Hacer, el-�sabe, c. 1, s. 563.
[2] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 264; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 497.
[3] �bn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 41; �bn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; �bn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
[4] �bn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; �bn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; �bn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
[5] �bn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; �bn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225.
[6] �bn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; �bn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; �bn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 563.
[7] Ahzab, 5, 40.
[8] Ahzab, 5.
[9] �bn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43; Buharî, Sahih, c. 3, s. 174; Müslim, Sahih, c. 3, s. 131.
[10] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 303.
PEYGAMBER�M�Z�N HAKEML���
Kâinat�n Efendisi 35 ya��nda idi.
Bu s�rada Kurey� kabilesi, Kâbe duvarlar�n� y�k�p, yeniden tamir karar�n� verdi. Zira, y�llardan beri ya�an ya�mur ve neticede meydana gelen seller, yap� itibar�yla pek sa�lam olmayan bu mâbedi oldukça y�pratm��t�. Çat�s�z bulunmas� sebebiyle de, ya�an ya�murlar temeline kadar tesir etmi� ve binay� adeta harab bir hale getirmi�ti.
Son olarak gelen büyük bir sel, Kâbe’yi bütün bütün sarsm�� ve duvarlar�n� çatlatm��t�. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâ� uyand�rm��t�.
Bu arada, bir hadise daha oldu: Kad�n�n biri Harem’de ate� yakt�. Ate�in korundan s�çrayan k�v�lc�mlar, Kâbe’nin örtüsünü tutu�turdu ve yanmas�na sebep oldu.
Bütün bunlar�n üzerine bir de Kâbe’nin içinde bulunan bir definenin çal�nmas� eklenince, Mekkeliler, art�k verdikleri karar� bir an evvel gerçekle�tirme gayretine girdiler.[1]
�n�aat Malzemesi Yüklü Gemi
Kurey�liler, Kâbe’yi nas�l ve neyle tamir edeceklerini dü�ünüp, i�ti�âre ediyorlard�.
Bu s�rada, Cidde’ye gitmek üzere M�s�r’dan yola ç�km�� bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yak�nlar�nda karaya oturdu.
Bunu haber alan Kurey�, olay yerine bir heyet gönderdi. Geminin yükü, yumu�ak akta�, tahta, direk ve demir idi. Bunlar, Kurey�’in aray�p da bulamad�klar� �eylerdi!
Heyet, gemide bulunanlarla anla�arak keresteyi sat�n ald�. Bunun yan�nda, gemideki tüccara, Mekke’ye serbestçe girebilme ve mallar�n� gümrüksüz satabilme garantisi de verdiler. Hâlbuki, daha evvel Mekkeliler, �ehirde ticaret e�yas� satanlardan ö�ür al�rlard�.
Gemide ayr�ca Bâkûm ad�nda Bizansl� bir mimar da bulunuyordu. Kâbe yap�m�nda kendisinden istifade etmek üzere bu mimarla da anla�t�lar.
Buna göre, duvarlar�n� yeniden tamire karar verdikleri Kâbe’nin mimarl���n� Bizansl� Bâkûm, marangozlu�unu ise Mekke’de oturan K�btî bir usta yapacakt�.[2]
Duvarlar�n Taksimi
Kâbe duvarlar�n�n ta�larla örülmesi i�i, kur’ayla kabileler aras�nda dörde taksim edildi. Buna göre, Abdi Menaf ile Zühreo�ullar�na Kâbe’nin �am cephesi (Hatiym, H�c�r taraf�); �ehm, Cehm (Cümah) ve Amiro�ullar� pay�na Kâbe’nin Yemen kö�esi ile Hacerü’l-Esved kö�esi aras�; Mahzum ve Teymo�ullar�na ise, Safâ ile Ecyad’a biti�ik olan Yemen cephesi dü�tü.[3]
Mekke’nin Sars�lmas�
Her kabile, kendisine dü�en taraf� y�k�yordu. Hz. �brahim’in att��� temele kadar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kayna�m�� deve s�rt� gibi ye�il ye�il ta�lar görülmeye ba�land�!
Niyetleri, daha da a�a�� inmekti. Ne var ki buna muvaffak olamad�lar. �çlerinden biri bu ye�il ta�lara kazmay� sallay�nca, birden zelzeleye u�ram�� gibi Mekke’nin sars�ld���n� gördüler. Herkeste bir korku ve telâ� ba�lad�. Bundan sonras�n� y�kmaya müsaade bulunmad���n� anlay�p, kazd�klar�yla iktifa ettiler.[4]
Kabileler Aras�nda Anla�mazl�k �kmas�
Herkes kendisine dü�en taraf için ta� ta��yor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü’l-Esved’in konulaca�� yere kadar yükseltilmi�ti. Ancak bu mübarek ta�� yerine koymada kabileler aras�nda anla�mazl�k ç�kt�. Her kabile, kendisini di�er kabilelerden bu hususta daha lây�k görüyordu. Kabile taassubunun bütün �iddetiyle hüküm sürdü�ü bir zamanda, hangi kabile bu �erefi ba�kas�na kapt�rmak isterdi? �� k�z��t�, tart��ma ve münaka�a son derece sertle�ti. Öyle ki birbirleriyle vuru�acaklar�na dair yemin bile ettiler.[5]
Ortal��� bir karga�al�k kaplam��t�. Her an çarp��ma bekleniyordu. Çarp��ma vuku bulursa, çok ki�i hayat�n� kaybedebilir, çok mal telef olabilirdi!
Bu duruma bir çare bulmak gerekiyordu!
Dört be� gün, Kâbe’nin duvarlar�na tek ta� koymadan, Kurey� kabileleri bekleyip durdular! Sonra tekrar Mescid-i Haram’da topland�lar, birbirleriyle konu�tular, tart��t�lar.
Bu arada, kabileleri uzla�maya davet edenler de vard�.
Uzla�may� Sa�layan Teklif!
Kanl� bir hadisenin kopmas� her an beklenirken, Kurey�’in en ya�l�lar�ndan Ebû Ümeyye diye bilinen Huzeyfe b. Mu�îre, ortaya at�ld� ve taraflara �u teklifi sundu:
“Ey Kurey�liler! Anla�amad���n�z �u i�te, mâbedin �u kap�s�ndan (Benî �eybe Kap�s�n� eliyle i�aret ederek) ilk girecek zât� aran�zda hakem yap�n; o kimse bu i�i bir neticeye ba�las�n!”[6]
Ebû Ümeyye’nin beklenmedik bu teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gördü.
“Muhammedü’l-Emin” Geliyor!
Art�k bütün gözler Benî �eybe kap�s�ndayd�!
Acaba kim ç�kacakt� ve kabilelerin anla�mazl���na nas�l bir çareyle son verecekti? Hiçbir kabilenin gönlünü k�rmadan bu i�i nas�l halledecekti?
Merak dolu bak��lar, mescidin mezkûr kap�s�n� dikkatle süzmekte idi.
Kap�dan bir zât belirdi!
Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu posu ve yürüyü�üyle vakar içinde gelen bu zât� derhal tan�d�lar ve sevinç içinde ba��rd�lar: “El-Emin o! Muhammed o! Onun aram�zda verece�i hükme râz�y�z!”[7]
Evet, gelen Muhammedü’l-Emin’di (a.s.m.). Herkesin itimad�n� kazanm�� olan dürüst insand�.
Bu sebeple, merak dolu bak��lar, birden sevinç bak��lar�na döndü. Çünkü âdil karar verece�inden hepsi tereddütsüz emindi.
Evet, isabetli karar vermekten �a�mayan Efendimizin geli�i, elbette tesadüfî de�ildi. Verece�i hükümle onlara, peygamberli�inden önce de, isabetli görü�e, derin dü�ünceye sahip oldu�unu tasdik ettirecekti.
Kurey�, durumu kendilerine anlatt�.
Kalbi gibi zihni de tertemizdi Efendimizin... �sabetli karar� vermekte gecikmedi ve �u emri verdi:
“Hemen bana bir örtü getiriniz!”
Ân�nda getirdiler. Bir rivayete göre bu Velid b. Mu�îre’nin elbisesiydi. Di�er bir rivayete göre ise, Efendimiz, bizzat kendi ridâs�n� bu i�te kulland�.[8]
Kâinat�n Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi.
Küçük büyük herkesin dikkatli bak��lar�, Efendimizin üzerinde toplanm��t�. O örtüyle ne yapacakt�?
Meraklar� fazla sürmedi ve Sevgili Peygamberimiz, Hacerü’l-Esved’i bu örtünün ortas�na koydu; sonra da, “Her kabileden bir ki�i bunun birer kö�esinden tutsun” diye emretti.
Öyle yapt�lar. Hacerü’l-Esved’i örtüyle, konulacak yere kadar kald�rd�lar.
...Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, bizzat Hacerü’l-Esved’i kendi eliyle yerine koyarak, bu �erefe nâil oldu!
Bundan sonra duvar örülmeye ba�land� ve k�sa zamanda tamamland�.[9]
Böylece, Allah Resûlü, �lâhî mevhibenin bir eseri olan isabetli karar�yla, kabileler aras�nda büyük bir kanl� çarp��may� önlemi� oldu.
Bu karar�yla Sevgili Peygamberimiz, kendisinden çok daha ya�l� ve haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görü�e, daha kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulundu�unu, ayn� zamanda �lâhî bir kuvvetle teyit edildi�ini ortaya koymu� oluyordu!
�bni Abbas Hazretlerinin bir rivayetine göre, Efendimizin, Hacerü’l-Esved’i[10]yerine koydu�u gün, Pazartesi günü idi.[11]
PEYGAMBER�M�Z�N, HZ. AL�’Y� YANINA ALMASI
Efendiler Efendisi otuz alt� ya��nda.
Milâdî 607 senesi.
Mekke’de �iddetli bir kurakl�k ve k�tl�k ba�göstermi�ti. Ço�u aile, geçim s�k�nt�s�ndan peri�an bir durumda idi.
Geçim s�k�nt�s� içinde bulunan ailelerden biri de,Resûl-i Ekrem Efendimizin amcas� Ebû Tâlib’in ailesiydi.
Efendiler Efendisinin kalbi, �efkat ve merhamet kayna��yd� sanki... Zât�na yap�lan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine kar�� gösterilen kadîr�inasl�klar� asla kar��l�ks�z b�rakmak istemiyordu! Böylesi güzel ve e�siz bir mizaca sahip bulunuyordu!
��te, �imdi geçim s�k�nt�s� çeken biri vard�. Kendisine elinden gelen yard�m� esirgemeyen biri. Çocuklu�undan beri, �efkatli kanatlar� aras�nda büyüdü�ü biri: Ebû Tâlib...
Amcas� geçim s�k�nt�s� içindeyken, o nas�l rahat edebilir ve nas�l yard�m�na ko�mazd�?
Derhal harekete geçti. Hali vakti yerinde olan di�er amcas� Hz. Abbas’a ko�tu, durumu kendisine arz etti. S�k�nt� içinde k�vranan Ebû Tâlib’e yard�m ellerini uzatmalar�, yükünü bir nebze de olsa hafifletmeleri gerekti�ini anlatt�.
Hz. Abbas, Efendimizin bu davetini memmuniyetle kar��lad� ve birlikte Ebû Tâlib’e vard�lar.
Maksatlar�, Ebû Tâlib’in evindeki kalabal��� biraz azaltmak, hiç olmazsa birkaç�n�n nafaka yükünü omuzundan kald�rmakt�!
Maksatlar�n� Ebû Tâlib’e aç�nca, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda Efendimiz ismini bizzat koydu�u Hz. Ali’yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer’i himâyesine ald�.[12]
O s�rada Hz. Ali, dört veya be� ya��nda bulunuyordu. Henüz bu ya�ta, “Güzel ahlâk� tamamlamak için gönderildim” buyuran Resûl-i Kibriya’n�n himâyesine girmesi, Hz. Ali için e�siz bir mazhariyetti. Bu ya��ndan itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, davet edildi�inde ise, derhal iman edecektir! Bu iman� s�ras�nda dokuz on ya�lar�nda bulunan Hz. Ali, ayn� zamanda “ilk Müslüman çocuk” �erefini de kazanm�� olacakt�r.[13]
______________________________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 205; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 145; Taberî, Tarih, c. 2, s. 198.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 205; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 145.
[3] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 207; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 1, s. 200.
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 207-208; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 209; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[6] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 209; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[7] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 209; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. ?
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 99.
[9] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 209-210; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 2, s. 201.
[10] Renginin siyah olmas� sebebiyle “Hacerü’l-Esved (Siyah Ta�)” diye adland�r�lm�� bulunan bu mübarek ta�, Kâbe’nin �ark kö�esinde olup yerden bir buçuk metre yükseklikte, kap�ya yak�n bir yere yerle�tirilmi�, üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müte�ekkildir. Etraf� gümü� bir halkayla çevrilidir. Bir ba�ka ismi “Ruhü’l-Esved”dir.
Bu mübarek ta�, semâvî bir ta� olup, Hz. �brahim’e (a.s.) Hz. Cebrail taraf�ndan getirilmi�tir. Kâbe duvar�na yerle�tirilmeden evvel, Ebû Kubeys da��nda muhâfaza edilmekteydi. Bir rivâyete göre, Peygamber Efendimizin “Ben peygamber gönderilmeden evvel, Mekke’de bana selam veren ta��, hâlâ biliyor ve tan�yorum!” ifadelerinin i�aret etti�i ta�, bu Hacerü’l-Esved’dir.
Bir gün, bu ta�a yakla��p öpen Hz. Ömer, �öyle demi�ti:
“Çok iyi bilirim ki sen zarar� ve menfaati olmayan bir ta� parças�s�n! E�er Resûlullah’�n seni takbil etti�ini (öptü�ünü) görmeseydim asla seni takbil etmezdim!”
[11] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 129.
[12] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 263.
[13] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 262; Taberî, Tarih, c. 2, s. 213.
D�NYANIN VE �NSANLI�IN DURUMU �
K�inat�n Efendisine, ris�let vazifesi verilmeden �nce, insanl���n ve d�nyan�n ma'nevi �ehresini tan�mak ve bilmekte fayda vard�r. Ancak o zaman Res�lullah'�n insanl��� nas�l din�, ruh�, fikr�, i�tima� ve siyas� bir karanl�k ve sap�kl�k i�inden k�sa zamanda �ekip ��kard���n� anlayabiliriz! Mil�di alt�nc� as�r sonlar�... Bu zaman, insanl�k �leminin �zerine k�f�r, dal�let ve ahl�ks�zl�k k�busunun olanca kesafetiyle ��kt��� ve onu bo�maya var g�c�yle �al��t��� bir as�rd�r... O g�n i�in d�nya �zerinde g�ze �arpan m�him devletler �unlard�r: Bizans, �ran, M�s�r, Hindistan, �skenderiye, Mezopotamya, �in, v.s. B�t�n bu devletlerde :
A) Do�ru Bir �nan� Sistemi Mevcut De�ildi. �nan�s�zl���n veya yanl�� inanc�n ruh ve vicdan �zt�rab� i�inde k�vranan zaman�n insanlar� �deta ��lg�na d�nm��ler, ne yapt�klar�n� bilmeyen azg�nlar durumuna gelmi�lerdi. K�inatta cereyan eden h�diselere ve y�ce Kudretin eseri olan e�yaya tap�lmakta idi. Y�ld�zlara, ate�e, kupkuru, ruhsuz ta� ve tahtalara zavall� insanl�k "�l�h!" diye secde ediyordu. Ruh ve vicdanlar tek Allah'a �m�ndan mahrum karanl�klara g�m�l� bulunduklar�ndan, "Her�ey �l�h� kudretin eseridir" denilmiyor ve dolay�s�yla devrin insanlar� taraf�ndan, k�inat; m�n�s�z, abes ve gayesiz m�talaa ediliyordu! �m�n, irfan ve basiretten mahrum bu zavall�lar, bir harfin, bir kelimenin, bir kitab�n m�ellifsiz v�cud bulmayaca��n� biliyorlard� da, i�inde binbir t�rl� esr�r ve hikmeti muhafaza eden k�inat kitab�n� sahipsiz ve m�n�s�z kabul edecek kadar d���nceden mahrum bir peri�anl�k i�inde k�vran�p duruyorlard�... Bu i�ler ac�s� vaziyetiyle b�t�n d�nyan�n, Tevhid inanc�n�, Allah'�n varl�k ve birli�ine inanmay� insanl��a takdim edecek, g�n�lleri �irk, k�f�r ve dal�let kirinden temizleyecek bir peygambere ihtiyac� vard� ve onu bekliyordu!
B) Bu �lkelerin Hepsinde �nsanlar S�n�flara Ayr�lm��lard�. �l�h� �l��den mahrum insanl�k, zengin fakir, kuvvetli zaif, avam havas, efendi k�le diye bir�ok s�n�flara ayr�lm�� durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricali aras�nda korkun� bir kopukluk ve u�urum vard�! S�n�flar aras� hava olduk�a gergindi. �st tabakadakilerin zul�m ve tahakk�m� sebebiyle alt s�n�flar her an patlamaya haz�r bir barut f���s�n� and�r�yordu. Mis�l olsun diye o g�nk� �ran'�n durumuna bir g�z atal�m: "Bir�ok ibtida� kavimlerde oldu�u gibi �ranl�lar da birbirinden tamamen ayr�lm�� ve ilk ��� en a�a�� tabakada olan d�rd�nc�s�nden b�t�n�yle kopmu� d�rt s�n�fa (kasta) ayr�lm��t�. En y�ksek olan �� s�n�f, m�nhas�ran Magi kabilesinden al�nan ve bu itibarla Magiped veya M�bed denilen rahipler ve h�kimler, ceng�verler ve resm� me'murlard�. Ren�ber ve san'at sahiplerinden m�rekkep k�s�m da d�rd�nc� s�n�f� te�kil ediyordu." S�zde halk denilen z�mre ise, h�r �ehirlilerden ve topra�a ba�l� esir ve k�lelerden (serfler) m�rekkepti ve bu sonuncular�n vazifeleri, hi� bir m�k�fat ve �cret kar��l��� olmaks�z�n tarlalarda veya orduda �al��makt�. Bunlar tamamiyle kendi hallerine terkedilmi�, a��lmaz mani�larla ayr�lm�� olduklar� -mal ve m�lk�nden serbest�e faydalanan- Dehkanl��a, yani �ehirlili�e bile y�kselmeyi �mid edemezlerdi..." Do�u Roma �mparatorlu�unun hali daha da ac�kl� ve ibretliydi: "Halk, kendili�inden bir �ok tali s�n�flara ayr�lm��t�. Bunlar: 1) Ne orduya al�nan ve ne de herhangi bir �e�it tic�rete giri�ebilen toprak sahiplerinden m�rekkep Curule (K�r�l) denilen s�n�f, 2) �ran'daki benzerleri gibi toprak sahibi olmayan, n�fus vergisi veren, babadan o�ula intikal eden muhtelif loncalara ba�l� Hara�g�z�r (vergi veren) halk, 3) Asker� s�n�ft�." Bu konu �zerinde bir yazar�n dedi�i gibi: 'Topra�� eken �ift�iler, saray halk�n� doyuran ve giydiren birer �letten ba�ka bir�ey de�ildi." Orta Do�unun hat�r� say�l�r bir tarih�isi olan Finlay, Do�u Roman�n (Bizans) o zamanki peri�an durumunu bak�n�z nas�l h�l�sa eder: "J�stinyen'in �l�m� ile (528-565) Muhammed'in (a.s.m.) do�umu aras�nda ge�en zaman zarf�nda oldu�u gibi, belki tarihin hi� bir devrinde ahl�k� bu dereceye kadar bozulmu� bir cemiyet ve o cemiyette Yunanl�lar ve Romal�lar kadar ir�de ve fazilletten mahrum milletler g�r�lm�� de�ildir." Avrupa'da halk, aristokratlar�n, ��valyelerin, kilise adamlar�n�n z�lim elinde, krallar�n, barbarlar�n �efkatsiz pen�eleri aras�nda ruhsuz bir e�yadan, dilsiz bir hayvandan farks�zd�. �stenildi�i zaman al�n�r, arzu edildi�i zaman da sat�l�rlard�. �tiraza hi� bir haklar� yoktu. Sat�lanlar k�le durumuna girerdi. K�le olmasa bile, efendisinin dizi dibinden ayr�lma g�� ve kuvvetinin sahibi bulunmayan birer hizmet�i olurlard�. Hi� kimse efendisini be�enmemek hakk�na sahip olmad��� gibi, efendisini se�mek yetkisine de m�lik de�ildi. Sadece �u vard�; baz� barbar memleketlerde hizmet�i ilk efendisine muayyen bir kurtulu� ak�esi vermek suretiyle bir ba�ka kap�ya kendisini atabiliyordu. Bu onlar i�in haliyle b�y�k bir l�tuftu. H�l�sa, Arabistan Yar�madas�n�n d���ndaki di�er b�t�n devletlerde de, insanlar birbirlerine kinle, nefretle, vah�etle bakan s�n�flara ayr�lm��lard�. Bu peri�an durumda bulunan d�nyan�n, insan�n yery�z�nde Allah'�n en k�ymetli mahluku oldu�unu, insanlar�n tek babadan geldiklerini ve dolay�s�yla bir tara��n di�leri gibi hepsinin belli haklara ayn� nisbette sahip olma h�rriyetini do�u�tan beraberinde getirdi�ini il�n edecek, insanlar aras�ndaki kin, nefret ve d��manl��� sevgiye, sayg�ya ve dostlu�a d�nd�recek b�y�k bir peygambere ihtiyac� vard�. Hal diliyle �deta bu b�y�k peygamberin bir an evvel gelmesi i�in yalvar�yor, yakar�yordu.
C) B�t�n Bu Devletlerde K�lelik Bir M�essese Olarak Mevcuttu. �nsan, m�kerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak ger�ek bir �m�n sayesinde m�mk�nd�r. G�n�lleri bu �m�n�n �erefinden mahrum bulunan o devrin insanlar� elbette, insana h�rmetin, insan�n yery�z�nde en m�kerrem varl�k oldu�unun �uurundan uzak bulunacaklard� ve hemcinslerini para ile al�p satabilecek kadar vah��le�eceklerdi. K�le diye adland�r�lan zavall� insanlar, pazarlarda basit bir mal al�p satmak gibi, a��k art�rma ile sat�l�yordu. Efendi, k�lesine her t�rl� hakareti, zulm� yapma ve her t�rl� i�te �al��t�rma yetkisine eksiksiz sahipti. Bu derin vah�ete ve kadirbilmezli�e son verecek birine insanl�k �leminin �iddede ihtiyac� vard�. Bir g�ne� gibi �efkat �����n� hi� kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanl�k muhta�t�.
D) Mezhep Kavgalar� S�r�p Gitmekteydi: H�ristiyan devletlerde, Hz. �s�'n�n tebli� ve telkin etti�i "Tevhid" akidesi, yerini bat�l "Teslis" inanc�na b�rakm��t�. Papazlar, Hz. �s�'n�n tebli� ve telkin etti�i din yerine, apayr� bir din meydana getirmi�lerdi. Di�er devletlerde de olmakla birlikte, hususan Do�u Roma �mparatorlu�unda din ad�na ak�l almaz zul�m ve i�kencelere ba�vuruluyordu. Misal olsun diye tarih�iler, Patrisiyen Fokas'�n H�ristiyanl��a zorla d�nd�r�lmekten kurtulmak i�in kendisini zehirlemi� oldu�u hadisesini ibret nazarlar�na sunarlar. �ran'da h�kim olan Mazdeizm dininden d�nenler veya bu dine ih�net edenler �l�m cezas�na merhametsizce �arpt�r�l�yorlard�. G�z ��karma, �arm�ha germe, ta�a g�mme, a� susuz b�rakarak �l�me terk etme, al���la gelmi� �l�m �ekilleri aras�nda yer al�yordu. Konfi�y�s ile �in, medeniyette ilerlemi�ken, Sa�det G�ne�inin parlamas� arefesinde en kar���k g�nlerini ya��yor, y�k�lma ile kar�� kar��ya bulunuyordu. Karde� kavgalar� d�nmek bilmez bir hal alm��t�. Mezhep ayr�l�klar� y�z�nden halk birbiriyle bo�az bo�aza kavga halindeydi. Habe�istan, �sl�m�n zuhuru s�ras�nda, karde� kavgalar�yla i�in i�in kayn�yordu...
E) B�t�n Bu Devletlerde Ahl�ks�zl�k Kol Gezmekteydi. Allah'a �m�n�n verdi�i hay� ve korkudan mahrum, faziletten nasipsiz insanl�k, her t�rl� ahl�k d��� davran��larda, haysiyet ve namuslar� ayaklar alt�na al�c� ad� hareketlerde serbest�e bulunuyordu. Kumar, i�ki, zevk ve sef� �lemleri g�nl�k i�ler aras�nda yer al�yordu. Ard� arkas� kesilmeyen �ld�rme, zin�, gasb ve bask�n olaylar� insanl�k denilen kuds� ve ulvi m�n�y� �deta yery�z�nden silip s�p�rm��t�. ��te bir tek misali: Bizans �mparatorlu�unda ahl�k �ylesine silinmi�, �ylesine �l� bir unsur haline gelmi�ti ki, bizzat Kontantiniyye Patri�i, �mparatorun kendi �zye�eni ile evlenmesinde nik�h�n� k�y�yordu. Kad�n, al�n�p sat�lan basit bir meta'dan �teye ge�miyordu. Evet, milattan sonra alt�nc� as�r sonlar�, yedinci asr�n ba�lar� i�te b�ylesine bir vah�et, ink�r, �irk, ceh�let ve zul�m asr� durumundayd�. Her t�rl� anar�i, inan�s�zl�k, sap�k inan� �e�itleri, sefahetin her t�rl�s� en yo�un bir tarzda bu as�rda h�km�n� icra ediyordu. �nsanlar�n yarat�l���ndan bu yana d�nya belki b�ylesine bir sap�kl��a, ahl�ks�zl��a, vah�ete, deh�ete �ahit ve sahne olmam��t�. Manevi rehberden mahrum insanl�k, avare su gibi ta�tan ta�a ba��n� vuruyor, her vuru�ta kalb, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir �eyler kaybediyordu. �ald��� b�t�n be�er� kap�lar, derdine �are olam�yacaklar�n� s�yl�yor ve y�z�ne kapat�l�yordu. Ger�ek yarat�c� y�ce Allah'� bilmemi�, tan�mam�� ve Onun peygamberleri vas�tas�yla �izdi�i asl� gayeyi bulamam�� yery�z� insanlar�, �deta birer canavar h�viyetine b�r�nm��lerdi. Her an ba�kas�n� yutmaya haz�r canavarlar misali, yery�z�n� sald�rganl�klar�, zalimlikleri, vurup �ld�rmeleriyle kana bulam��lar, her tarafta anar�i ve huzursuzluk r�zg�r�n� estiriyorlard�. �nsanl�k yetim kalm��t�. K�inat yasl�yd�. Yery�z� bir matem meydan�n� and�r�yordu. Herkes birbirine d��man, her�ey m�n�s�z, ruhsuz, gayesiz telakki ediliyordu. Ger�ek rehberinden yoksun insanl���n v�veyl�lar� ar�� ��nlat�yor, k�inat zerresiyle, g�ne�iyle insanl���n bu ac� haline adeta a�l�yordu. H�l�sa; b�t�n d�nyay� kesif bir �irk, cehil, k�f�r, zul�m ve ahl�ks�zl�k bulutu kaplam�� bulunuyordu. Bunun g�zler, ruhlar, vicdanlar kama�t�ran taptaze bir m�nev� g�ne�in e�siz ���klar�yla bir kere daha y�rt�lmas�, d�nyan�n bir kere daha ayd�nl��a kavu�mas� gerekiyordu. O Sa�det G�ne�i b�t�n ha�metiyle insanl�k ufkunda do�mal�yd� ki, insanl���n y�z� g�ls�n. K�inat zerresiyle, g�ne�iyle, da��yla, ta��yla, insan�yla, hayvan�yla m�n�s�z, abes ve gayesiz telakki edilmekten kurtulsun. Her �eyin yaz�lm�� ve ibret nazarlar�na arz edilmi� Allah'�n birer mektubu oldu�u bilinsin, idr�k edilsin. �nan�s�zl���n yerini tertemiz �m�n, zulm�n yerini adalet, huzursuzlu�un yerini huzur, ceh�letin yerini ilim, �zt�rab�n yerini sa�det als�n. �nanan herkes dost ve karde� olsun. K�inat�n hiddeti sevince d�ns�n. Y�ld�zlar g�ls�n, zerreler cezbeye tutulmu� mevlev� gibi raksa gelsin. G�ne�le ay, yerle g�k a�k ve �evk i�inde memuriyetlerine devam etsin. �nsan da, yarat�l���n�n, yokluk karanl�klar�ndan varl�k �lemine misafir edilmi� olman�n as�l hikmet ve gayesinin Cen�b-� Hakk� tan�mak ve Ona �m�n edip, ibadet etmek oldu�unu bilsin. B�ylece hakiki huzur ve ger�ek sa�dete kavu�mu� olsun.
Kainat' �n Efendisi (ASM), Salih Suru�
Kâinat�n Efendisine risâlet vazifesi verilmeden önce, insanl���n ve dünyan�n mânevî çehresini tan�mak ve bilmekte fayda vard�r. Ancak o zaman Resûlullah’�n insanl��� nas�l dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanl�k ve sap�kl�k içinden k�sa zamanda çekip ç�kard���n� anlayabiliriz!
Milâdî alt�nc� as�r sonlar�...
Bu zaman, insanl�k âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâks�zl�k kâbusunun olanca kesafetiyle çöktü�ü ve onu bo�maya var gücüyle çal��t��� bir as�rd�r. O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler �unlard�r:
Bizans, �ran, M�s�r, Hindistan, �skenderiye, Mezopotamya, Çin v.s…
Bütün bu devletlerde;
Do�ru Bir �nanç Sistemi Mevcut De�ildi
�nançs�zl���n veya yanl�� inanc�n ruh ve vicdan �zd�rab� içinde k�vranan zaman�n insanlar�, adeta ç�lg�na dönmü�ler, ne yapt�klar�n� bilmeyen azg�nlar durumuna gelmi�lerdi.
Kâinat�n Yarat�c�s� Yüce Allah’a iman ve ibadet yerine, kâinatta cereyan eden hadiselere ve Yüce Kudret’in eseri olan e�yaya tap�lmakta idi. Y�ld�zlara, ate�e, kupkuru ve ruhsuz ta� ve tahtalara zavall� insanl�k “�lâh!” diye secde ediyordu.
Ruh ve vicdanlar, tek Allah’a imandan mahrum karanl�klara gömülü bulunduklar�ndan “Her �ey, �lâhî Kudret’in eseridir” denilmiyor ve dolay�s�yla devrin insanlar� taraf�ndan kâinat manas�z, abes ve gayesiz mütalâa ediliyordu! �man, irfan ve basîretten mahrum bu zavall�lar, bir harfin, bir kelimenin, bir kitab�n müellifsiz vücud bulmayaca��n� biliyorlard� da, içinde bin bir türlü esrar ve hikmeti muhafaza eden Kâinat Kitab�n� sahipsiz ve manas�z kabul edecek kadar dü�ünceden mahrum bir peri�anl�k içinde k�vran�p duruyorlard�.
Bu içler ac�s� vaziyetiyle bütün dünyan�n, tevhid inanc�n�, Allah’�n varl�k ve birli�ine inanmay� insanl��a takdim edecek, gönülleri �irk, küfür ve dalâlet kirinden temizleyecek bir peygambere ihtiyac� vard� ve onu bekliyordu!
�nsanlar, S�n�flara Ayr�lm��lard�
�lâhî ölçüden mahrum insanl�k, zengin-fakir, kuvvetli-zay�f, avam-havas, efendi-köle diye birçok s�n�fa ayr�lm�� durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricâli aras�nda korkunç bir kopukluk ve uçurum vard�!
S�n�flar aras� hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahakkümü sebebiyle alt s�n�flar her an patlamaya haz�r bir barut f�ç�s�n� and�r�yordu. Misâl olsun diye o günkü �ran’�n durumuna beraberce bir göz atal�m: “Birçok ibtidaî kavimde oldu�u gibi, �ranl�lar da birbirinden tamamen ayr�lm�� ve ilk üçü en a�a�� tabakada olan, dördüncüsünden bütünüyle kopmu� dört s�n�fa [kasta] ayr�lm��t�. En yüksek olan üç s�n�f, münhas�ran Magi kabilesinden al�nan ve bu itibarla Magiped veya Möbed denilen rahipler ve hâkimler, cengâverler ve resmî memurlard�. Rençber ve san’at sahiplerinden mürekkep k�s�m da dördüncü s�n�f� te�kil ediyordu. Sözde halk denilen zümre ise, hür �ehirlerden ve topra�a ba�l� esir ve kölelerden [serflerden] mürekkepti ve bu sonuncular�n vazifeleri, hiçbir mükâfat ve ücret kar��l��� olmaks�z�n tarlalarda veya orduda çal��makt�. Bunlar tamam�yla kendi hallerine terk edilmi�, a��lmaz manialarla ayr�lm�� olduklar� —mal ve mülkünden serbetçe faydalanan— dehkanl��a, yani �ehirlili�e bile yükselmeyi ümit edemezlerdi.”[1]
Do�u Roma �mparatorlu�u’nun hali daha da ac�kl� ve ibretli idi: “Halk, kendili�inden birçok tâlî s�n�fa ayr�lm��t�. Bunlar: 1) Ne orduya al�nan ve ne de herhangi bir çe�it ticarete giri�ebilen toprak sahiplerinden mürekkep Curule [Kürül] denilen s�n�f, 2) �ran’daki benzerleri gibi, toprak sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan o�ula intikal eden muhtelif loncalara ba�l� Haraçgüzar [vergi veren] halk, 3) Askerî s�n�ft�. Bu konu üzerinde bir yazar�n dedi�i gibi, ‘topra�� eken çiftçiler, saray halk�n� doyuran ve giydiren birer âletten ba�ka bir �ey de�ildi.’”[2]
Ortado�u’nun hat�r� say�l�r bir tarihçisi olan Finlay, Do�u Roma’n�n [Bizans’�n] o zamanki peri�an durumunu, bak�n�z, nas�l hülâsa eder: “Jüstinyen’in ölümü (528-565) ile Muhammed’in (a.s.m.) do�umu aras�nda geçen zaman zarf�nda oldu�u gibi, belki tarihin hiçbir devrinde ahlâk� bu dereceye kadar bozulmu� bir cemiyet ve o cemiyette Yunanl�lar ve Romal�lar kadar irade ve faziletten mahrum milletler görülmü� de�ildir.”[3]
Avrupa’da halk aristokratlar�n, �övalyelerin, kilise adamlar�n�n zâlim elinde, krallar�n, barbarlar�n �efkatsiz pençeleri aras�nda ruhsuz bir e�yadan, dilsiz bir hayvandan farks�zd�r. �stenildi�i zaman al�n�r, arzu edildi�i zaman da sat�l�rlard�. �tiraza hiçbir haklar� yoktu. Sat�lanlar köle durumuna girerdi. Köle olmasa bile, efendisinin dizi dibinden ayr�lma güç ve kuvvetinin sahibi bulunmayan birer hizmetçi olurlard�. Hiç kimse, efendisini be�enmemek hakk�na sahip olmad��� gibi, efendisini seçmek yetkisine de mâlik de�ildi. Sadece �u vard�: Baz� barbar memleketlerde hizmetçi, ilk efendisine muayyen bir kurtulu� akçesi vermek suretiyle bir ba�ka kap�ya kendisini atabiliyordu. Bu, onlar için haliyle büyük bir lütuftu!
Hülâsa, Arabistan Yar�madas�’n�n d���ndaki di�er bütün devletlerde de, insanlar birbirlerine kinle, nefretle, vah�etle bakan s�n�flara ayr�lm��lard�! Bu peri�an durumda bulunan dünyan�n, insan�n yeryüzünde Allah’�n en k�ymetli mahlûku oldu�unu, insanlar�n tek babadan geldiklerini ve dolay�s�yla bir tara��n di�leri gibi hepsinin belli haklara ayn� nisbette sahip olma hürriyetini do�u�tan beraberinde getirdi�ini ilan edecek, insanlar aras�ndaki kin, nefret ve dü�manl��� sevgiye, sayg�ya ve dostlu�a döndürecek büyük bir peygambere ihtiyac� vard�! Hal diliyle, adeta bu büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvar�yor, yakar�yordu!
Kölelik, Bir Müessese Olarak Mevcuttu
�nsan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak gerçek bir iman sâyesinde mümkündür.
Gönülleri bu iman�n �erefinden mahrum bulunan o devrin insanlar�, elbette insana hürmetin, insan�n yeryüzünde en mükerrem varl�k oldu�unun �uurundan uzak bulunacaklard� ve hemcinslerini parayla al�p satabilecek kadar vah�île�eceklerdi.
“Köle” diye adland�r�lan zavall� insanlar, pazarlarda basit bir mal al�p satmak gibi, aç�k art�rmayla sat�l�yordu! Efendi, kölesine her türlü hakareti, zulmü yapma ve her türlü i�te çal��t�rma yetkisine eksiksiz sahipti!
Bu derin vah�ete ve kadirbilmezli�e son verecek birine, insanl�k âleminin �iddetle ihtiyac� vard�. Bir güne� gibi �efkat �����n� hiç kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanl�k muhtaçt�.
Mezhep Kavgalar� Sürüp Gitmekteydi
H�ristiyan devletlerde, Hz. �sa’n�n tebli� ve telkin etti�i “tevhid” akîdesi, yerini bât�l “teslis” inanc�na b�rakm��t�.
Papazlar, Hz. �sa’n�n tebli� ve telkin etti�i din yerine, apayr� bir din meydana getirmi�lerdi.
Di�er devletlerde de olmakla birlikte, hususan Do�u Roma �mparatorlu�u’nda din ad�na ak�l almaz zulüm ve i�kencelere ba�vuruluyordu. Misâl olsun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas’�n, H�ristiyanl��a zorla döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemi� oldu�u hadisesini ibret nazarlar�na sunarlar.[4]
�ran’da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihanet edenler ölüm cezas�na merhametsizce çarpt�r�l�yorlard�. Göz ç�karma, çarm�ha germe, ta�a gömme, aç susuz b�rakarak ölüme terk etme, al���lagelmi� ölüm �ekilleri aras�nda yer al�yordu.
Konfüçyüs’le Çin, medeniyette ilerlemi�ken, Saadet Güne�inin parlamas� arefesinde en kar���k günlerini ya��yor, y�k�lmayla kar�� kar��ya bulunuyordu. Karde� kavgalar�, dinmek bilmez bir hal alm��t�. Mezhep ayr�l�klar� yüzünden halk birbiriyle bo�az bo�aza kavga halindeydi.
Habe�istan, �slam’�n zuhuru s�ras�nda, karde� kavgalar�yla için için kayn�yordu.
Ahlâks�zl�k Kol Gezmekteydi
Allah’a iman�n verdi�i hayâ ve korkudan mahrum, faziletten nasipsiz insanl�k, her türlü ahlâk d��� davran��ta, haysiyet ve namuslar� ayaklar alt�na al�c� âdi hareketlerde serbetçe bulunuyordu.
Kumar, içki, zevk ve sefâ âlemleri, günlük i�ler aras�nda yer al�yordu. Ard� arkas� kesilmeyen öldürme, zina, gasp ve bask�n olaylar�, insanl�k denilen kutsî ve ulvî manay� adeta yeryüzünden silip süpürmü�tü.
��te, tek bir misâli:
Bizans �mparatorlu�u’nda ahlâk öylesine silinmi�, öylesine ölü bir unsur haline gelmi�ti ki bizzat Konstantiniyye Patri�i, �mparatorun, kendi öz ye�eniyle evlenmesinde nikâh�n� k�y�yordu.[5]
Kad�n, al�n�r sat�l�r basit bir metadan öteye geçmiyordu.
Evet, Milât’tan sonra alt�nc� as�r sonlar�, yedinci asr�n ba�lar�, i�te böylesine bir vah�et, inkâr, �irk, cehalet ve zulüm asr� durumundayd�. Her türlü anar�i, inançs�zl�k, sap�k inanç çe�itleri, sefahetin her türlüsü, en yo�un bir tarzda bu as�rda hükmünü icra ediyordu.
�nsanlar�n yarat�l���ndan bu yana dünya belki böylesine bir sap�kl��a, ahlâks�zl��a, vah�et ve deh�ete �ahit ve sahne olmam��t�!
Mânevî rehberden mahrum insanl�k, avare su gibi ta�tan ta�a ba��n� vuruyor, her vuru�ta kalp, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir �eyler kaybediyordu. Çald��� bütün be�erî kap�lar, derdine çare olamayacaklar�n� söylüyor ve yüzüne kapat�l�yordu.
Gerçek yarat�c� Yüce Allah’� bilmemi�, tan�mam�� ve O’nun peygamberleri vas�tas�yla çizdi�i aslî gayeyi bulamam�� yeryüzü insanlar�, adeta birer canavar hüviyetine bürünmü�lerdi. Her an ba�kas�n� yutmaya haz�r canavarlar misâli, yeryüzünü sald�rganl�klar�, zâlimlikleri, vurup öldürmeleriyle kana bulam��lar, her tarafta anar�i ve huzursuzluk rüzgâr�n� estiriyorlard�!
�nsanl�k yetim kalm��t�. Kâinat yasl�yd�. Yeryüzü bir mâtem meydan�n� and�r�yordu. Herkes birbirine dü�man, her �ey manas�z, ruhsuz, gayesiz telâkki ediliyordu!
Gerçek rehberinden yoksun insanl���n vâveylâlar� ar�� ç�nlat�yor, kâinat zerresiyle, güne�iyle insanl���n bu ac� haline adeta a�l�yordu!
Hülâsa, bütün dünyay� kesif bir �irk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâks�zl�k bulutu kaplam�� bulunuyordu.
Bunun taptaze, mânevî bir güne�in gözler, ruhlar, vicdanlar kama�t�ran e�siz ���klar�yla bir kere daha y�rt�lmas�, dünyan�n bir kere daha ayd�nl��a kavu�mas� gerekiyordu!
O Saadet Güne�i, bütün ha�metiyle insanl�k ufkunda do�mal�yd� ki insanl���n yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güne�iyle, da��yla, ta��yla, insan�yla, hayvan�yla manas�z, abes ve gayesiz telâkki edilmekten kurtulsun. Her �eyin yaz�lm�� ve ibret nazarlar�na arz edilmi�, Allah’�n birer mektubu oldu�u bilinsin, idrak edilsin. �nançs�zl���n yerini tertemiz iman, zulmün yerini adalet, huzursuzlu�un yerini huzur, cehaletin yerini ilim, �zd�rab�n yerini saadet als�n. �nanan herkes dost ve karde� olsun. Kâinat�n hiddeti sevince dönsün. Y�ld�zlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmu� mevlevî gibi raksa gelsin. Güne�le ay, yerle gök, a�k ve �evk içinde memuriyetlerine devam etsin.
�nsan da, yarat�l���n�n, yokluk karanl�klar�nda varl�k âlemine misafir edilmi� olman�n as�l hikmet ve gayesinin, Cenab-� Hakk’� tan�mak ve O’na iman edip, ibadet etmek oldu�unu bilsin. Böylece, hakikî huzur ve gerçek saadete kavu�mu� olsun!
_______________________________________________________________________
[1] Prof. Harun Han �irvanî, �slam’da Siyasî Dü�ünce ve �dare, Terc.: Kemâl Ku�çu, s. 8.
[2] Prof. Harun Han �irvanî, a.g.e., s. 10.
[3] Prof. Harun Han �irvanî, a.g.e., s. 11.
[4] Prof. Harun Han �irvanî, a.g.e., s. 11.
[5] Prof. Harun Han �irvanî, a.g.e., s. 11.
ARAB�STANIN DURUMU
D�nya haritas� �zerinde siyas�, co�raf� ve ticar� a��dan m�him bir yer i�gal eden Arabistan'�n da, di�er d�nya �lkelerinden farkl� bir taraf� kalmam��t�. Orada da - lisan ve edebiyat istisna edilirse - her �ey ����r�ndan ��km��, b�t�n m�esseseler bozulmu�tu.
Din� durum �nan� y�n�nden Arabistan, kelimenin tam m�n�s�yla anar�i i�inde k�vran�yordu. Garip itikatlar burada da kol geziyordu. Bir k�sm� tamamen ink�rc� idiler. D�nya hayat�ndan ba�ka hi� bir �eyi kabul etmiyorlar, "Bizim i�in d�nya hayat�ndan ba�ka bir hayat yoktur ya�ar�z ve �l�r�z. Bizi �ld�ren zamandan ba�ka bir�ey de�ildir" 125 diyerek, g�y� keyiflerince hayat s�r�yorlard�. Res�l-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye ba�lay�nca, Kur'�n-� Kerim'inde Cen�b-� Hak, bu inanc� ta��yanlara ��yle hitap edecektir: "De ki: Size hayat veren Allah't�r. Sonra O sizi �ld�r�r, sonra da gelece�inde ��phe olmayan k�y�met g�n�nde hepinizi toplar. L�kin insanlar�n �o�u bunu bilmez." 126 Yine o zaman Araplar�n bir k�sm� Allah'a ve �hiret g�n�ne inan�yor, ancak insandan bir peygamberin olaca��n� kabul etmiyorlard�. Kur'�n, �u �yetiyle bu ina� sahiplerinin hallerini anlat�yor: "Kendilerine hid�yet geldi�i zaman insanlar� �m�n etmekten al�koyan, 'Allah, g�ndere g�ndere bir be�eri mi peygamber olarak g�nderdi?' demelerinden ba�ka bir�ey olmam��t�r." 127 Peygamberin insan nev'inden gelmi� olmas�n� ak�llar�na s��d�ramay�p, bir mele�in bu vazife ile g�nderilimesini arzu eden bu g�r�ha, yine Kur'�n �u �yetiyle cevap vererek isteklerinin ne kadar mant�ks�z oldu�unu il�n ediyordu: "De ki: E�er yery�z�n�n s�kinleri olarak orada melekler dola�sayd�, elbette onlara peygamber olarak g�kten bir melek g�nderirdik. " 128 Di�er bir k�sm� ise, Allah'�n varl���n� kabul edip inan�yor, ancak, �hiret hayat�n�, �ld�kten sonra dirilme ger�e�ini, oradaki ceza ve m�k�fat� kabul etmiyordu. Kur'�n-� Kerim, bu gruba da �u �yetiyle i��ret ediyor: "Kendi yarat�l���n� unutup, Bize misal getirmeye kalkt�: '��r�m�� kemikleri kim diriltecek?' diye." 129 Ve bu haddini bilmezlere ��yle cevap veriyordu: "De ki: Onu ilk �nce kim yaratm��sa, tekrar o diriltecek. O her�eyin yarat�l���n� hakk�yla bilendir." 130 Bir k�sm� ise puta tap�yordu. Bunlar �o�unlu�u te�kil etmekteydi. Hem ta�tan, tahtadan, hatt� zaman zaman helvadan yapt�klar� putlara tap�yor, hem de ��yle diyorlard�: "Bizi Allah'a daha �ok yakla�t�rs�nlar diye onlara tap�yoruz..." 131 Evet, Araplar�n ekserisi ta�tan, tahtadan, zaman zaman sefere ��karken de helvadan yapt�klar� putlara tap�yor, onlardan meded ve yard�m umacak kadar zavall� bir vaziyete d��m�� bulunuyorlard�. Yery�z�n�n ilk Tevhid evi Beytullah�, bu inan�lar�n�n eseri olarak, 360 adet putla doldurmu�lard�. �sl�m �erefiyle �ereflendikten sonra d�nyaya adaletiyle �n salan Hz. �mer (r.a.), Cahiliyye Devrinde putlara tapma hususunda ba��ndan ge�mi� bir h�diseyi ��yle anlat�r: "Cahiliyye Devrinde yapt���m�z iki i� vard� ki, onlar� hat�rlad�k�a birine a�lar, di�erine ise g�lerim. Beni a�latan h�dise �u idi: K�z evlatlar�m�z� diri diri topra�a g�merdik. O masum ve �efkata muhta� �aresizlere bu hareketi nas�l reva g�r�rd�k, bilmem. Bunu hat�rlad�k�a kalbim par�alan�r ve a�lamaktan kendimi alamam. Beni g�ld�ren hadiseye gelince: Cahiliyye Devrinde evlerimizde putlar vard�. Bir yolculu�a ��kt���m�z zaman, o putlar�n bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnas�nda onlara tapar ve h�rmet g�sterirdik. Yol uzay�p ac�kt���m�zda ise, az evvel h�rmet etti�imiz, tapt���m�z helvadan putumuzu al�r yerdik. Bundan daha g�l�n� bir hadise var m�? Bunu hat�rlad�k�a da Cahiliyye zaman�nda ne kadar ak�l d��� i�ler yapt���m�z� anlar ve g�lerim." B�t�n bunlar yan�nda, Arabistan'da Hz. �brahim'in Tevhid dininin izlerine de rastlan�yordu. Gaflete ve aradan uzun zaman ge�mesine ra�men silinmeyen bu dini izlerle amel edenlere, Hz. �brahim'e nisbetle "Hanifler" denilirdi. Zira, Kur'�n-� Kerim'de "Hanif" tabiri Hz. �brahim i�in kullan�l�r: "�brahim (a.s.) ne Yahudi idi, ne de H�ristiyan. O, Hanif M�sl�man idi." 132 Hanifler diye an�lan bu insanlar, putlara nefret besler ve Allah'�n varl�k ve birli�ine inan�rlard�. Nitekim putlardan birinin �erefine kurulan bir panay�rda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cah�, Osman b. H�veyris, Zeyd bin Amr ad�ndaki �ah�slar, haddi zat�nda cans�z, dilsiz, sa��r, zarar veya menfaat vermekten mahrum bir tak�m putlara secde edip h�rmet g�stermeyi zillet saym��lar ve bunu a��k�a ilan etmi�lerdi.133 Yine ak�l ve fikirlerini �al��t�rarak bir tak�m cans�z putlara tapman�n manas�zl���n� idrak edip bu bat�l �tikada kar�� m�cadele verenler de vard�. Taif halk�n�n reisi ve Arab�n me�hur �airlerinden �meyye bin Ebi Salt, bunlardan biri idi. Bu zat, Cahiliyye Devrinde mukaddes kitaplar� okumu�, putperestli�i terk ederek Hz. �brahim'in dinine girmi�ti. "Bismike Allah�mme" tabirini ilk defa bu �air bulmu�tu. Sonra bu tabir Araplar�n ho�una gitmi� ve kitaplar�n�n evveline de yazmaya ba�lam��lard�r. �iirlerinde bir peygamberin l�zumundan bahseder, insanl�k i�in n�b�vvetin kati bir ihtiya� oldu�unu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edece�ini ge�mi� mukaddes kitaplardan ��rendi�i i�in, o makam� kendisi arzu ediyordu. Buna binaendir ki, Efendimize risalet vazifesi verilince, hased ve k�skan�l���n�n esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesinde �ld�r�len m��rikler i�in mersiyeler s�yledi.134 Hicretin ikinci senesinde �m�n etmeden �len �meyye hakk�nda Hazret-i Resul-� Ekremden birka� hadis de riv�yet olunmu�tur. Efendimiz birg�n terkisinde �erid bin S�veyd ile gidiyordu. Sahab�ye, "�meyye'nin �iirlerinden bir�ey biliyor musun?" diye sordu. "Evet, biliyorum," cevab�nda bulunan sahab�, arkas�ndan da �meyye'nin �iirinden beyitler okudu. Okunanlar� �ok be�enen Efendimiz, �erid'den (r.a.) biraz daha okumas�n� istedi. Sahab� kasideyi okuyup bitirdi. Bunun �zerine Resul-� Ekrem ��yle buyurdular: "�meyye M�sl�man olmaya yakla�m��t�r."135 Bir di�er rivayete g�re ise, "�meyye'nin �iiri �m�n etmi�, fakat kendisi dalalette kalm��t�r."136 buyurdular. Bu meyanda ad�ndan bahsedece�imiz bir ba�kas� da ��phesiz me�hur Arap hatiplerinden Kuss bin Saide'dir. Efendimizin peygamberli�inden haber veren bu zat�n hutbesinden ilerde bahsedece�iz.
Putlar Mekke'ye ilk defa put getirmenin de bir hikayesi var:Amr bin Luhay �ehire ilk defa putu getirip, halk� putlara tapmaya te�vik eden adamd�r. Amr, �am'a gitti�i bir s�rada, Maab denilen yere de u�rar ve burada Hz. Nuh'un s�lalesinden bir kabilenin putlara tapt���n� g�r�r. Bunlar�n ne i�e yarad���n�, ni�in kendilerine tapt�klar�n� sorunca da: "Bunlardan yard�m isteriz, yard�m ediliriz, ya�mur isteriz, ya�mura kavu�uruz" cevab�n� al�r. Bunun �zerine Amr, Mekke'ye g�t�rmek i�in bir put ister. �ste�ini kabul ederler ve kendisine H�bel ad�n� ta��yan putu verirler. Amr, H�bel'i Mekke'ye getirir ve diker. Halk� bu puta tapmaya te�vik eder. Cahil halk bu te�vike kap�larak H�bel'e tapmaya ba�lar. ��te Mekke'ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikayesi b�ylece ba�lam�� oldu.
Her Kabilenin Ayr� Putu Vard� Bundan sonra putperestlik Mekke'de yay�lmaya ba�lad�. Her kabilenin de kendisine ait putlar� vard�. Kurey�, en b�y�k put olarak Uzza'y� kabul eder ve ona h�rmet ederdi. Evs ve Hazre� kabilelerinin tapt��� put, Menat ad�n� ta��yordu. Bu put Mekke ile Medine aras�nda M��ellel denilen yerde bulunuyordu. Sonralar� bu iki kabile Menat'tan ba�ka, Lat ve Uzza putlar�na da tapmaya ba�lam��lard�. Kelb kabilesinin putu Ved idi ve Dumet�'1-Cendel denilen mevkide bulunuyordu. Huzeyl kabilesi, Suva' putuna tapard�. Bu put Gatafan mevkiinde idi. Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu Yauk putuna ta'zim ederdi. Bu put, Hemdan civar�nda bulunuyordu. Tayy ve Mezhi� kabilelerinin putu Ya�us idi. Himyerilerinki ise Nesr idi. Bekro�ullar� ve Kinane kabilelerinin putu ise, Sa'd idi. ��te, yukar�da sayd���m�z kabileler, adlar�n� verdi�imiz bu putlara tapar, onlardan yard�m diler, ya�mur ister, zafer taleb ederlerdi. �tikadlar�nca cans�z, ruhsuz, ta�tan veya a�a�tan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme g�� ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlard�. Halbuki, her akl� ba��nda insan bilir ve kabul eder ki, cans�z, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir ne de fayda... Onlarda insana yard�m edecek ne g�� vard�r ne de kuvvet... Ne var ki, o zaman�n Araplar� bu ger�e�i d���nemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlard�. ��te, Allah Res�l� Hazret-i Muhammed (a.s.m.), inan� y�n�nden b�ylesine cehalet ve dalalet i�inde k�vranan bu insanlar� ilim ve hidayet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini y�klenecekti.
Ahlak� Durum Cahiliyye Devrinde Arabistan ahlak� cihetten de tam bir sefalet i�inde idi. Cemiyete hakim olan, s�fli arzu ve emellerdi... ��ki, kumar, zina, yalan, h�rs�zl�k, zul�m, h�lasa ahlaks�zl�k nam�na ne varsa yar�madan�n d�rt bir yan�nda h�k�m s�r�yordu. Zul�m, g��l�n�n g��s�ze kar�� kulland��� en amans�z bir k�rba�t�. Kuvvetli olan, ayn� zamanda hakl�yd�. Kuvvetli olan, zaif ve g��s�zlere istedi�ini zorla yapt�rabiliyordu. �nsana ve onun hayat�na bir sinek kadar bile �nem verilmiyordu. Yap�lan bask�nlarla yakalanan insanlar i�kenceler alt�nda inim inim inletilerek �ld�r�l�yorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi k�le olarak sat��a ��kar�l�yorlard�. Kad�n, elde basit bir meta, al�n�r sat�l�r adi bir mal telakki ediliyordu. Gen� cariyeler, fuh�a te�vik edilerek, hatta zorlanarak, s�rtlar�ndan para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur'an, insan haysiyetine yak��mayan bu hareketten bahsediyor ve onlar� insan hayat�na h�rmeti katleden bu �irkin adetten nehyediyordu: "Evlenmeye imk�n bulamayanlar da, Allah onlar� l�tfuyla zenginle�tirinceye kadar iffetlerini korusunlar. K�lelerinizden bir bedel kar��l���nda h�rriyetlerine kavu�mak isteyenlerle, e�er onlarda bir hay�r g�r�yorsan�z, anla�ma yap�n. Allah'�n size ihsan etti�i maldan onlara da verin. �ffetli kalmak isteyen c�riyelerinizi de, d�nya hayat�n�n ge�ici menfaatine g�z dikerek fuh�a zorlamay�n. Kim onlar� fuh�a zorlarsa veb�li kendisinedir; zorlananlar i�in ise, muhakkak ki Allah �ok ba���lay�c�, �ok merhamet edicidir." 137 Bir kad�n, birka� erkekle birden m��terek hayat ya�ayabiliyordu. B�yle bir kad�n, evinin dam�na dikti�i bir i�aretle, kendisini halka ilan ediyordu. �vey anne, baban�n terekesi aras�nda ev e�yas�ym�� gibi o�ula miras olarak intikal ediyordu.
K�z �ocu�unu Diri Diri G�mme �deti ��l araplar�n�n bir k�sm� k�z �ocuklar�n�n d�nyaya gelmesini bir felaket, bir y�z karas� sayarlard�. Bu sebeple do�an �ocuk k�z olunca, bazen kimsenin g�rmesine bile f�rsat verilmeden gaddar babalar� taraf�ndan diri diri topra�a g�m�l�yor veya kuyulara at�l�yorlard�. Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak baz� hayali gerek�eleri g�steriyorlard�. Diyorlard� ki: "Bunlar bir g�n gelip �erefimizi lekeleyecekler veya sefalete d��eceklerdir. Ayr�ca mai�et cihetiyle de bize y�k olacaklar ve r�z�klar�n� temin edemeyece�iz." B�zan da anneler, do�um yakla��nca �ukur kazd�r�rlard�. D�nyaya g�zlerini a�an yavru k�z ise, hemen �ukura at�l�r, �zeri topraklarla �rt�l�rd�. Babalar �ld�rmeyi kararla�t�rd�klar� k�zlar�n�, alt� ya��na gelince g�zel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarm�� gibi ��le g�t�r�rlerdi. Zavall� �ocuk, orada daha �nce kendisi i�in haz�rlanm�� mezara b�rak�l�r, �zerine de toprak at�larak diri diri g�m�l�rd�. G�mmek istemedikleri k�z �ocuklar�na ise, kal�n y�n kuma�tan bir c�bbe giydirir, onlara deve veya koyun �obanl��� yapt�rarak cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi. Kur'�n-� Kerim, ��l Araplar�n�n bu �irkin ve vah�et sa�an adetlerini �u ayetiyle bize haber verir: "Halbuki, onlardan biri k�z �ocukla m�jdelendi�i zaman, �fkeden y�z� simsiyah kesiliverir."M�jdelendi�i �eyin utanc�yla kavminden gizlenir. Onu sa� b�rak�p zilletine mi katlans�n, yoksa topra�a m� g�ms�n? Bak�n, ne k�t� bir�eydir o h�kmettikleri!" 138 Cahiliyye zaman�nda bu �irkin adete tevess�l etmi� biri, bilahere �slamiyetle m��erref olduktan sonra g�zya�lar� aras�nda Resul�llaha bu durumunu ��yle anlatm��t�: "Ya Resulallah, biz, Cahiliyye Devrini de ya�am�� insanlar�z. Putlara tapar, �ocuklar�m�z� �ld�r�rd�k. Benim de bir k�z�m vard�. �a��rd���m zaman yan�ma sevin�li sevin�li gelirdi. Birg�n yine onu �a��rm��t�m. Ko�arak geldi, arkama d��t�. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza g�t�rd�m. Elinden tutup kuyuya at�verdim. Onun, bana son s�zleri �u oldu: "Babac���m! Babac���m!" Kainat�n Efendisi tasvir edilen vah�etengiz manzara kar��s�nda kendisini tutamam�� ve a�lam��t�. �yle ki, m�barek g�zlerinden akan ya�lar sakal�n� �slatt�. Sonra da ��yle buyurdular: "��phesiz Allah yeniden yapmad�k�a cahiliyye icab� olarak yapt�klar�n�z� orada b�rak�r, �slamiyet devrine ge�irmez."139 ��te, o zamanlar, �efkat ve merhamet denilen y�ce hasletler, ruh, kalb ve vicdanlardan b�ylesine s�k�l�p at�lm��t�. Zaten, Kainat Sultan�na ger�ek �m�n�n bulunmad��� bir kalbde, Sultandan korkunun bulunmad��� bir vicdanda, �efkat, merhamet ve faziletin yeri olamaz ki!
Siyas� Nizam Cahiliyye Devrinde Arabistan, siyasi bir nizam ve i�timai bir d�zenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi g��ebe hayat� ya��yordu. Kabilelere b�l�nm��lerdi. Kabile, i�timai d�zenlerini kendi aralar�nda temin eden bir toplumdur. Bu g��ebeler, devaml� surette birbirleriyle �eki�me halinde idiler. Her an ba�kas�na sald�rmaya, gayr�n mal�n� talan etmeye, namusunu lekelemeye haz�r bir hayat tarz� i�inde bulunuyorlard�. Bask�n ve ya�mac�l���, adeta kendileri i�in bir ge�im vas�tas� kabul etmi�lerdi. Kendilerine d��man olan kabileye bask�nlar d�zenler, develerini s�r�p g�t�r�rler, kad�n ve �ocuklar�n� esir al�rlard�. Aralar�nda d��manl�k eksik olmazd�. Bir kabilenin di�erine yapt��� k�t�l�kleri, kar�� kabile de ayn�yla yapmaya u�ra��rd�. Harb, bask�n, �arp��ma ruh ve hayatlar�na �ylesine i�lemi�ti ki, ba�ka kabileler aras�nda �zerlerine sald�racak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle sava��rlard�. �air Kutami bu hususu, "Karde�lerimizden olan Bekr'lerden ba�kas�n� bulamazsak, onlara sald�r�r�z" beyitiyle anlatmak ister.140 �teden beri kabileler ve a�iretler halinde ya��yorlard�. Merkezi bir h�k�met etraf�nda toplanmay� d���nmemi�lerdi. Bu sebeple Yar�mada, medeni ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu y�zden de kar��l�kl� zul�mler eksik olmuyor, �arp��malar, vuru�malar devam edip gidiyordu. �steyen istedi�ini g�c� yetti�i takdirde yapabiliyordu. G��l� ve itibarl�n�n yapt�klar� daima yan�na kar kal�rd�. 141
Edeb� Durum B�t�n bunlar yan�nda, inkar� m�mk�n olmayan bir ger�ektir ki, �slamiyetin zuhuru s�ras�nda Araplar; edebiyat, belagat ve fesahat konular�nda tekam�l�n zirvesinde bulunuyorlard�. Bu hususta kendileriyle boy �l���ecek yery�z�nde hi� bir millet mevcut de�ildi. �air ve �iir onlar i�in her �eydi. ��nk� �iir, atalar�n�n cemiyet hayat�n�, adet ve inan�lar�n� aksettiren tek g�venilir ayna idi. Cemiyette �airler, b�y�k de�er sahibi idiler ve b�y�k h�rmet g�r�rlerdi. �yle ki, kabilelerinden g��l� bir kahraman yerine, bir �airin ��kmas�n� her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegane gayeleri olan ��hreti, en g�zel �ekilde yayabilecek olan ancak �airdi. Y�landan korkar gibi, �airlerin hicivlerinden �ekinir ve korkarlard�. �airler, onlarca birer kahraman kabul ediliyordu. �yle ki, bir �airin, bir tek s�z� �zerine kabileler birbirleriyle k�yas�ya �arp���yorlard�. Yine bir �airin bir tek s�z� ile de y�llardan beri birbirleriyle kanl� b��akl� olanlar bir anda bar��abiliyorlard�. Eski zamanda �iire; "Arab'�n Defteri" deniliyordu. Zira, Arab�n ahlak ve adetleri, diyanet ve akideleri ancak �iirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu. Bu devirde, �iiri besleyen ve te�vik eden bir �ok unsurlar vard�. G��l� bir �air, hem kendisi hem de kabilesi i�in itibar sa�l�yordu. Yine muayyen zamanlarda kurulan panay�rlar �iirin geli�mesinde b�y�k rol oynuyordu. Kurulan bu panay�rlar bir nevi edebiyat ��leni idi. Panay�rlarda, j�ri huzurunda �iir ve hitabet m�sabakalar� d�zenlenirdi. �e�itli yerlerden gelen �airler ve hatipler, burada �iirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine �st�n gelmek i�in b�t�n g��lerini ortaya koyarlard�. �st�nl�k sa�lamakla da son derece iftihar ederlerdi. Sonunda, j�ri taraf�ndan birinci se�ilen �iir, keten bez �zerine alt�n yald�zla yaz�larak Kabe duvar�na as�l�rd�. Taif'le Nahle aras�nda bulunan Suk-� Ukaz, panay�rlar�n en b�y��� idi. �o�unlukla �iir yar��malar� burada tertip edilirdi... Panay�rlar ayn� zamanda bir �e�it fuar mahiyetini de ta��yordu. B�t�n kabilelerin bir araya geldi�i ticari, i�timai ve siyasi faaliyet sahalar�yd�. Zilhicce ay�nda a��lan panay�rlar 20 g�n devam ederdi. Esirini fidye ile kurtarmak, davas�n� halletmek, d��man�n� bulmak, �iir okumak, konu�ma yapmak isteyen herkes bu panay�rlara ko�ard�. "�iire bu derce �nem verilmi� olmas�, dilin en ince �ekilde incelenmesi sonucunu haz�rlam��t�r." B�ylece, �slam�n zuhuru s�ras�nda Arabistan'da edebiyat, fesahat ve bel��at zirveye ula�m��t�. Adeta g�r�nmez bir el, zihinleri ve ruhlar�, Kur'�n-� Mu'ciz�'l-Beyan�n insan �st� �slubuna haz�rl�yordu. Araplar�n bu m�mtaz hususiyeti haiz bulunmalar� sebebiyledir ki, Kur'�n-� Azim���an, edebiyat, belegat ve fesahat�n zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve bel�gat�, i'caz (mucizeli�i) ve �caz�yla (vecizli�i) Arap edip, �air ve hatiplerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, �ok ge�meden bu e�siz kelama benzer getirmenin m�mk�n olmad���n� anlad�lar ve susmak mecburiyetinde kald�lar. Kur'�n'�n �slubu �ylesine veciz, �ylesine tatl�, �ylesine fesih ve beli� idi ki, bu i�i iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlard�. Birg�n bedevi Arap ediplerinden biri, "Art�k emrolundu�un �eyi a��kla ve m��riklerden de y�z �evir," 142 �yetini duyunca, kendisinden ge�ercesine secdeye kapanm��t�. Hadise, m��rikleri ��ld�rtacak nitelikteydi. Nefret sa�an bak��larla adam�n �zerine vard�lar ve �fkeyle ba��rd�lar: "Sen de mi M�sl�man oldun?" "Hay�r," diye cevap verdi, bedevi edip. "Ben sadece bu ayetin bel�gat�na secde ettim."143 �mr'�l-Kays, Muallaka �airlerinden biriydi. Birg�n k�z karde�i, "Ve denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut. Ey g�k, suyunu tut.' Su �ekildi, i� bitirildi ve gemi C�d� Da��na oturdu. Ve 'Z�limler g�r�hu Allah'�n rahmetinden uzak olsun' denildi" 144 �yetini i�itince, do�ruca K�be'ye vard� ve "Art�k kimsenin s�yleyecek bir�eyi kalmad�. Bu bel�gat kar��s�nda karde�imin �iiri de duramaz" diyerek karde�inin en �stte as�l� bulunan kasidesini duvardan indirdi. En me�hur kasidenin kald�r�ld��� g�r�l�nce, di�er Muallakat da birer birer indirildi.145 Cahiliyye Devrinin en me�hur ve en eski �iir �rnekleri ��phesiz "Muallakat-� Seb'a" (Yedi ask�) �iirleridir. Bu �iirler, dilden dile dola�m��, as�rlar sonras�na kadar varm��t�r. Kuvvetli bir g�r��e g�re bu �iirler, Hammad�'r-Raviye taraf�ndan toplanm��t�r. �iirleri Kabe duvar�na as�lan �airler �unlard�r: �mr�'l-Kays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. G�ls�m, Antara (veya Nabi�a), Haris bin Hiliza (veya A'�a). ��te, Efendiler Efendisi Hazret-i Muhammed'e, peygamberlik vazifesi verilece�i s�rada Arabistan'�n din�, ahlak�, siyas�, i�tima� ve edebi manzaras� b�yleydi... Bu deh�et ve vah�et sa�an manzaray� de�i�tirecek bir zata elbette ihtiya� vard�. O zat da ezeli Kaderin h�km�yle tesbit edilmi�ti: Hazret-i Muhammed (a.s.m.). O, beraberinde getirdi�i Nur ile d�nyan�n maddi, manevi �eklini de�i�tirecekti... �nsanlar�n y�zlerini d�nyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Baki'ye �evirecek ve bununla insan� maddi, manevi saadate erdirecekti. Allah taraf�ndan peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu z�t, insanlar�n ba�� bo� olmad���n�, kainatta atomdan g�ne� sistemlerine, y�ld�zlardan galaksilere kadar her �eyin kudsi bir gaye i�in d�n�p dola�t�klar�n�, kainat�n umum heyetiyle ulvi bir maksada hizmet etti�ini bildirip, ilan edecek olan z�tt�. Bu z�t, ahlaks�zl�k �amurunda bo�ulmaya y�z tutmu� insanl���, en g�zel ahlak� ders vererek kurtaracak z�tt�. Bu z�t, kainat ni�in var edilmi�? �nsanlar nereden gelmi�ti? Ni�in gelmi� ve nereye gidecekler, gibi suallere en g�zel cevaplar� verecek z�tt�. Bu z�t, insan�n sahibi Allah'�n, insanlardan neleri istedi�ini, raz� oldu�u ve olmad��� �eylerin neler oldu�unu gayet a��k bir �ekilde beyan edecek z�tt�. Bu z�t, yaln�z bir kavme, bir millete de�il, b�t�n insanl��a Allah'tan ald��� emirleri bildirecek, ilan edecekti. ��te, b�t�n d�nya gibi, Arabistan Yar�madas� da b�ylesine b�y�k vazifeleri yerine getirecek z�t�n ortaya ��kmas�n� d�rt g�zle bekliyordu.
125. C�siye S�resi, 24 126. C�siye S�resi, 26 127. �sr� S�resi, 94 128. �sr� S�resi, 95 129. Y�sin S�resi, 78 130. Y�sin S�resi, 79 131. Z�mer S�resi, 3 132. �l-i �mr�n S�resi, 67 133. �bn-i Hi��m, S�re, 1/237-238 134. Ba�dad� Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-� Arabiyye: 1/19 135. Zebid�, Tecrid Tercemesi: 10/38-39. 136. Ba�dad� Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-� Arabiyye: 1/43 137. N�r S�resi, 33 138. Nahl S�resi, 58-59 139. Darim�, S�nen, 1/34 140. Ahmed Emin, Fecr�'l-�sl�m, Terc: Ahmed Serdaro�lu, s.37. 141. Ahmed Emin, Fecr�'l-�sl�m, Terc: Ahmed Serdaro�lu, s.37-38 142. Hicr S�resi, 94 143. Ahmed Cevdet Pa�a, K�sas-� Enbiya, 1/78; Bedi�zzaman Said Nurs�, S�zler, s. 350 144. H�d S�resi, 44 145. Ahmed Cevdet Pa�a, K�sas-� Enbiya, 1/79; Bedi�zzaman Said Nurs�, S�zler, s. 416
Kainat' �n Efendisi (ASM), Salih Suru�
Dünya haritas� üzerinde siyasî, co�rafî ve ticarî aç�dan mühim bir yer i�gal eden Arabistan’�n da, di�er dünya ülkelerinden farkl� bir taraf� kalmam��t�. Orada da —lisan ve edebiyat istisna edilirse— her �ey ça��r�ndan ç�km��, bütün müesseseler bozulmu�tu.
K�saca göz atal�m:
Dinî Durum
�nanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manas�yla anar�i içinde k�vran�yordu. Garip itikadlar burada da kol geziyordu.
Bir k�sm� tamamen inkârc� idiler. Dünya hayat�ndan ba�ka hiçbir �eyi kabul etmiyorlar,“Bizim için dünya hayat�ndan ba�ka bir hayat yoktur; ya�ar�z ve ölürüz. Bizi öldüren, zamandan ba�ka bir �ey de�ildir”[1]diyerek, güya keyiflerince hayat sürüyorlard�!
Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye ba�lay�nca, Kur’an-� Kerim’inde Cenab-� Hak, bu inanc� ta��yanlara �öyle hitap edecektir:
“Ey Resûlüm! Onlara de ki:
“‘Sizi Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürecek. Sonra da sizi, vukuunda �üphe olmayan k�yamet günü (diriltip bir araya) toplayacak yine O’dur. Fakat insanlar�n ço�u bu gerçe�i bilmez.’”[2]
Yine o zaman Araplar�n bir k�sm� Allah’a ve ahiret gününe inan�yor, ancak insandan bir peygamberin olaca��n� kabul etmiyorlard�.
Kur’an, �u ayetiyle, bu inanç sahiplerinin hallerini anlat�yor:
“Mekkelilere do�ru yolu gösteren Peygamber, onlara Kur’an’la geldi�i zaman, insanlar�n iman etmelerine, ancak �öyle demeleri mani oldu:
“‘Allah, bir insan� m� peygamber gönderdi?’”[3]
Peygamberin insan nev’inden gelmi� olmas�n� ak�llar�na s��d�ramay�p, bir mele�in bu vazifeyle gönderilmesini arzu eden bu gürûha yine Kur’an, �u ayetiyle cevap vererek, isteklerinin ne kadar mant�ks�z oldu�unu ilan ediyordu:
“(Ey Resûlüm! Mekkelilere) �öyle de:
“‘E�er insanlar gibi yeryüzünde yürüyüp duran melekler olsayd�, elbette onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik.’”[4]
Di�er bir k�sm� ise, Allah’�n varl���n� kabul edip inan�yor, ancak ahiret hayat�n�, öldükten sonra dirilme gerçe�ini, oradaki ceza ve mükâfat� kabul etmiyordu.
Kur’an-� Kerim, bu gruba da �u ayetiyle i�aret eder:
“(Nutfeden) yarat�l���n� unutarak, bize bir de misâl getirdi: ‘Bu kemikleri kim diriltir, onlar çürüyüp da��lm��ken?’ dedi.”[5]
Bu haddini bilmezlere de �u �ekilde cevap veriliyordu:
“(Ey Resûlüm!) De ki:
“‘Onlar� ilk defa yaratan, diriltir ve O, her yarat�lan� tamam�yla bilir.’”[6]
Bir k�sm� ise, puta tap�yorlard� ve bunlar, ço�unlu�u te�kil ediyordu. Hem ta�tan, tahtadan, hatta zaman zaman helvadan yapt�klar� putlara tap�yor, hem de �öyle diyorlard�:
“Biz, putlara ancak bizi Allah’a daha fazla yakla�t�rs�nlar diye tap�yoruz!”[7]
Evet, Araplar�n ekserisi ta�tan, tahtadan, zaman zaman sefere ç�karken de helvadan yapt�klar� putlara tap�yor, onlardan medet ve yard�m umacak kadar zavall� bir vaziyete dü�mü� bulunuyorlard�. Yeryüzünün ilk tevhid evi Beytullah’�, bu inançlar�n�n eseri olarak 360 adet putla doldurmu�lard�.
�slam �erefiyle �ereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömerü’l-Fârûk (r.a.), Câhiliyye devrinde putlara tapma hususunda ba��ndan geçmi� bir hadiseyi �öyle anlat�r:
“Câhiliyye devrinde yapt���m�z iki i� vard� ki onlar� hat�rlad�kça birine a�lar, di�erine ise gülerim!
“Beni a�latan hadise �u idi:
“K�z evlatlar�m�z� diri diri topra�a gömerdik. O masum ve �efkate muhtaç çaresizlere bu hareketi nas�l revâ görürdük, bilmem! Bunu hat�rlad�kça kalbim parçalan�r ve a�lamaktan kendimi alamam.
“Beni güldüren hadiseye gelince... Câhiliyye devrinde evlerimizde putlar vard�. Bir yolculu�a ç�kt���m�z zaman, o putlar�n bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnas�nda onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzay�p ac�kt���m�zda ise, az evvel hürmet etti�imiz, tapt���m�z helvadan putumuzu al�r, yerdik! Bundan daha gülünç bir hadise var m�? Bunu hat�rlad�kça da, Câhiliyye zaman�nda ne kadar ak�l d��� i�ler yapt���m�z� anlar ve gülerim!”
Bütün bunlar yan�nda, Arabistan’da Hz. �brahim’in tevhid dininin izlerine de rastlan�yordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine ra�men silinmeyen bu dinî izlerle amel edenlere, Hz. �brahim’e nisbetle “Hanifler” denilirdi. Zira, Kur’an-� Kerim’de “Hanif” tâbiri Hz. �brahim için kullan�l�r: “�brahim, ne Yahudi idi, ne de H�ristiyan... O, Hanif Müslüman idi.”[8]
Hanifler diye an�lan bu insanlar, putlara nefret beslerler, Allah’�n varl�k ve birli�ine inan�rlard�. Nitekim putlardan birinin �erefine kurulan bir panay�rda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cah�, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr ad�ndaki �ah�slar, haddizât�nda cans�z, dilsiz, sa��r, zarar veya menfaat vermekten mahrum birtak�m putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saym��lar ve bunu aç�kça ilan etmi�lerdi.[9]
Yine ak�l ve fikirlerini çal��t�rarak, birtak�m cans�z putlara tapman�n manas�zl���n� idrak edip bu bât�l itikada kar�� mücadele verenler de vard�. Taif halk�n�n reisi ve Araplar�n me�hur �âirlerinden Ümeyye b. Ebî Salt, bunlardan biriydi. Bu zât, Câhiliyye devrinde mukaddes kitaplar� okumu�, putperestli�i terk ederek Hz. �brahim’in dinine girmi�ti.
“Bismike Allahümme” tâbirini ilk defa bu �âir bulmu�tu. Sonra bu tâbir Araplar�n ho�una gitmi� ve kitaplar�n�n evveline de yazmaya ba�lam��lard�r.
�iirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanl�k için nübüvvetin kat’î bir ihtiyaç oldu�unu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edece�ini, geçmi� mukaddes kitaplardan ö�rendi�i için, o makam� kendisi arzu ediyordu. Buna binaendir ki Efendimize risâlet vazifesi verilince, haset ve k�skançl���n�n esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesi’nde öldürülen mü�rikler için mersiyeler söyledi.[10]
Hicret’in 2. senesinde iman etmeden ölen Ümeyye hakk�nda, Hz. Resûl-i Ekrem’den birkaç hadis de rivayet olunmu�tur.
Efendimiz bir gün, terkisinde �erîd b. Süveyd’le gidiyordu. Sahabeye, “Ümeyye’nin �iirlerinden bir �ey biliyor musun?” diye sordu.
“Evet, biliyorum” cevab�nda bulunan sahabe, arkas�ndan da Ümeyye’nin �iirinden beyitler okudu. Okunanlar� pek be�enen Efendimiz, �erid’den (r.a.) biraz daha okumas�n� istedi.
Sahabe, kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, �öyle buyurdular:
“Ümeyye, Müslüman olmaya yakla�m��t�r.”[11]
Bir di�er rivayete göre ise, “Ümeyye’nin �iiri iman etmi�, fakat kendisi dalâlette kalm��t�r”[12]buyurdular.
Bu meyanda ad�ndan bahsedece�imiz bir ba�kas� da �üphesiz, me�hur Arap hatiblerinden Kuss b. Saide’dir. Efendimizin peygamberli�inden haber veren bu zât�n hutbesinden ileride bahsedece�iz.
Putlar
Mekke’ye ilk defa put getirmenin de bir hikâyesi var:
Amr b. Luhay, �ehre ilk defa putu getirip, halk� putlara tapmaya te�vik eden adamd�r.[13]
Amr �am’a gitti�i bir s�rada, Maab denilen yere de u�rar ve burada Hz. Nuh’un sülâlesinden bir kabilenin putlara tapt���n� görür. Bunlar�n ne i�e yarad���n�, niçin kendilerine tapt�klar�n� sorunca da, “Bunlardan yard�m isteriz, yard�m ediliriz; ya�mur isteriz, ya�mura kavu�uruz” cevab�n� al�r.
Bunun üzerine Amr, Mekke’ye götürmek için bir put ister. �ste�ini kabul ederler ve kendisine Hübel ad�n� ta��yan putu verirler.[14]
Amr, Hübel’i Mekke’ye getirir ve diker; halk�, bu puta tapmaya te�vik eder. Câhil halk bu te�vike kap�larak Hübel’e tapmaya ba�lar.
��te, Mekke’ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikâyesi böylece ba�lam�� oldu.
Her Kabilenin Ayr� Putu Vard�
Bundan sonra putperestlik Mekke’de yay�lmaya ba�lad�. Her kabilenin de kendisine âit putlar� vard�.
Kurey�, en büyük put olarak Uzzâ’y� kabul eder ve ona hürmet ederdi.
Evs ve Hazreç kabilelerinin tapt��� put, Menat ad�n� ta��yordu. Bu put, Mekke ile Medine aras�nda Mü�ellel denilen yerde bulunuyordu. Sonralar� bu iki kabile Menat’tan ba�ka, Lât ve Uzzâ putlar�na da tapmaya ba�lam��lard�.
Kelb kabilesinin putu Vedd idi ve Dûmetü’l-Cendel denilen mevkide bulunuyordu.
Huzeyl kabilesi, Suva putuna tapard� ve bu put Gatafan mevkiinde idi.
Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu, Yauk putuna tâzim ederdi. Bu put, Hemdan civar�nda bulunuyordu.
Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu, Ye�ûs idi; Himyerîlerinki ise, Nesr...
Bekro�ullar� ve Kinâne kabilelerinin putu ise, Sa’d idi.[15]
��te, yukar�da sayd���m�z kabileler, adlar�n� verdi�imiz bu putlara tapar, onlardan yard�m diler, ya�mur ister, zafer talep ederlerdi. �tikadlar�nca, cans�z, ruhsuz, ta�tan veya a�açtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlard�.
Hâlbuki, her akl� ba��nda insan bilir ve kabul eder ki cans�z, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir, ne de fayda... Onlarda insana yard�m edecek ne güç vard�r, ne de kuvvet...
Ne var ki o zaman�n Araplar� bu gerçe�i dü�ünemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlard�.
��te, Allah Resûlü Hz. Muhammed (a.s.m.), inanç yönünden böylesine cehalet ve dalâlet içinde k�vranan bu insanlar� ilim ve hidayet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.
Ahlâkî Durum
Câhiliyye devrinde Arabistan, ahlâkî cihetten de tam bir sefâlet içindeydi. Cemiyete hâkim olan, süflî arzu ve emeller idi. �çki, kumar, zina, yalan, h�rs�zl�k, zulüm, hülâsa ahlâks�zl�k nâm�na ne varsa yar�madan�n dört bir yan�nda hüküm sürüyordu.
Zulüm, güçlünün güçsüze kar�� kulland��� en amans�z bir k�rbaçt�. Kuvvetli olan, ayn� zamanda hakl�yd�. Kuvvetli olan, zay�f ve güçsüzlere istedi�ini zorla yapt�rabiliyordu. �nsana ve onun hayat�na bir sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yap�lan bask�nlarla yakalanan insanlar, i�kenceler alt�nda inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak sat��a ç�kar�l�yorlard�.
Kad�n, elde basit bir meta, al�n�r sat�l�r âdi bir mal telâkki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhu�a te�vik edilerek, hatta zorlanarak, s�rtlar�ndan para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur’an, insan haysiyetine yak��mayan bu hareketten bahsediyor ve onlar�, insan hayat�na hürmeti katleden bu çirkin âdetten nehyediyordu:
“... Dünya hayat�n�n geçici menfaatini kazanaca��z diye, cariyelerinizi fuhu�a zorlamay�n; hele iffetli olmak isterlerken... Kim onlar� zinaya mecbur ederse, muhakkak ki Allah bu mecbur edili�lerinden ve tevbelerinden sonra onlar (o cariyeler) hakk�nda Gafûr’dur [çok affedicidir], Rahîm’dir.”[16]
Bir kad�n, birkaç erkekle birden mü�terek hayat ya�ayabiliyordu. Böyle bir kad�n, evinin dam�na dikti�i bir i�aretle, kendisini halka ilan ediyordu.
Üvey anne, baban�n terekesi aras�nda ev e�yas�ym�� gibi o�ula miras olarak intikal ediyordu.
K�z Çocu�unu Diri Diri Gömme Âdeti
Çöl Araplar�n�n bir k�sm� k�z çocuklar�n�n dünyaya gelmesini bir felâket, bir yüz karas� sayarlard�. Bu sebeple, do�an çocuk k�z olunca, bazen kimsenin görmesine bile f�rsat verilmeden gaddar babalar� taraf�ndan diri diri topra�a gömülüyor veya kuyulara at�l�yorlard�.
Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayalî baz� gerekçeleri gösteriyorlard�:
Diyorlard� ki:
”Bunlar bir gün gelip �erefimizi lekeleyecekler veya sefâlete dü�eceklerdir. Ayr�ca mai�et cihetiyle de bize yük olacaklar ve r�z�klar�n� temin edemeyece�iz.”[17]
Bazen de anneler, do�um yakla��nca çukur kazd�r�rlard�. Dünyaya gözlerini açan yavru k�z ise, hemen çukura at�l�r, üzeri toprakla örtülürdü.
Babalar, öldürmeyi kararla�t�rd�klar� k�zlar�n�, alt� ya��na gelince, güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarm�� gibi çöle götürürlerdi. Zavall� çocuk, orada daha önce kendisi için haz�rlanm�� mezara b�rak�l�r, üzerine de toprak at�larak diri diri gömülürdü.
Gömmek istemedikleri k�z çocuklar�na ise, kal�n yün kuma�tan bir cübbe giydirip, onlara deve veya koyun çobanl��� yapt�rarak cemiyetten tecrit etme yoluna giderlerdi.
Kur’an-� Kerim, çöl Araplar�n�n bu çirkin ve vah�et saçan âdetlerini �u ayetiyle bize haber verir:
“Onlardan birine, k�z do�um haberi müjdelendi�i zaman, öfkelenerek yüzü karar�yor. Verilen müjdenin b�rakt��� kötü tesirle utan�p kavminden gizleniyor. Acaba o çocu�u zillet ve horlu�a katlanarak saklayacak m�, yoksa topra�a m� gömecek? Bak ki hüküm verdikleri �eyler ne kötü!”[18]
Câhiliyye zaman�nda bu çirkin âdete tevessül etmi� biri, bilâhare �slamiyetle mü�erref olduktan sonra gözya�lar� aras�nda Resûlullah’a bu durumunu �öyle anlatm��t�:
“Yâ Resûlallah! Biz, Câhiliyye devrini de ya�am�� insanlar�z. Putlara tapar, çocuklar�m�z� öldürürdük. Benim de bir k�z�m vard�. Ça��rd���m zaman yan�ma sevinçli sevinçli gelirdi.
“Bir gün, yine onu ça��rm��t�m. Ko�arak geldi, arkama dü�tü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya at�verdim.
“Onun, bana son sözleri �u oldu:
“‘Babac���m! Babac���m!’”
Kâinat�n Efendisi, tasvir edilen vah�etengiz manzara kar��s�nda kendisini tutamam�� ve a�lam��t�. Öyle ki mübarek gözlerinden akan ya�lar sakal�n� �slatt�. Sonra da �öyle buyurdular:
“�üphesiz, Allah yeniden yapmad�kça Câhiliyye icab� olarak yapt�klar�n�z� orada b�rak�r, �slamiyet devrine geçirmez.”[19]
��te, o zamanlar �efkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalp ve vicdanlardan böylesine sökülüp at�lm��t�. Zaten, Kâinat Sultan�na gerçek iman�n bulunmad��� bir kalpte, o sultandan korkunun bulunmad��� bir vicdanda, �efkat, merhamet ve faziletin yeri olmaz ki!
Siyasî Nizam
Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayat� ya��yordu. Kabilelere bölünmü�lerdi.
Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralar�nda temin eden bir toplumdur.
Bu göçebeler, devaml� surette birbirleriyle çeki�me halinde idiler. Her an ba�kas�na sald�rmaya, gayr�n mal�n� talan etmeye, namusunu lekelemeye haz�r bir hayat tarz� içinde bulunuyorlard�. Bask�n ve ya�mac�l���, adeta kendileri için bir geçim vas�tas� kabul etmi�lerdi. Kendilerine dü�man olan kabileye bask�nlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kad�n ve çocuklar�n� esir al�rlard�.
Aralar�nda dü�manl�k eksik olmazd�. Bir kabilenin di�erine yapt��� kötülükleri, kar�� kabile de ayn�yla yapmaya u�ra��rd�.
Harp, bask�n, çarp��ma, ruh ve hayatlar�na öylesine i�lemi�ti ki ba�ka kabileler aras�nda üzerlerine sald�racak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle sava��rlard�. �âir Kutamî, bu hususu, “Karde�lerimizden olan Bekrlerden ba�kas�n� bulamazsak, onlara sald�r�r�z!”[20]beytiyle anlatmak ister.
Öteden beri, kabileler ve a�iretler halinde ya��yorlard�. Merkezî bir hükûmet etraf�nda toplanmay� dü�ünmemi�lerdi. Bu sebeple, yar�mada, medenî ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de kar��l�kl� zulümler eksik olmuyor, çarp��malar, vuru�malar devam edip gidiyordu. �steyen istedi�ini, gücü yetti�i takdirde yapabiliyordu. Güçlünün ve itibarl�n�n yapt�klar� daima yan�na kâr kal�rd�.[21]
Edebî Durum
Bütün bunlar yan�nda, inkâr� mümkün olmayan bir gerçektir ki �slamiyetin zuhuru s�ras�nda Araplar, edebiyat, belâgat ve fesahat konular�nda tekâmülün zirvesinde bulunuyorlard�. Bu hususta kendileriyle boy ölçü�ecek, yeryüzünde hiçbir millet mevcut de�ildi.
�âir ve �iir onlar için her �eydi. Çünkü �iir, atalar�n�n cemiyet hayat�n�, âdet ve inançlar�n� aksettiren tek güvenilir ayna idi.
Cemiyette �âirler, büyük de�er sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki kabilelerinde güçlü bir kahraman yerine bir �âirin ç�kmas�n� her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegâne gayeleri olan �öhreti, en güzel �ekilde yayabilecek olan, ancak �âirdi. Y�landan korkar gibi, �âirlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlard�.
�âirler, onlar taraf�ndan birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki bir �âirin bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle k�yas�ya çarp���yorlard�. Yine bu �âirin bir tek sözüyle de, y�llardan beri birbirleriyle kanl� b�çakl� olanlar bir anda bar��abiliyorlard�.
Eski zamanda �iire, “Arab�n Defteri” deniliyordu. Zira, Araplar�n ahlâk ve âdetleri, diyanet ve akîdeleri, ancak �iirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.
Bu devirde, �iiri besleyen ve te�vik eden birçok unsur vard�. Güçlü bir �âir, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sa�l�yordu.
Yine muayyen zamanlarda kurulan panay�rlar, �iirin geli�mesinde büyük rol oynuyorlard�. Kurulan bu panay�rlar, bir nevi edebiyat �öleniydi. Panay�rlarda, jüri huzurunda �iir ve hitabet müsabakalar� düzenlenirdi. Çe�itli yerlerden gelen �âirler ve hatibler, burada �iirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlard�. Üstünlük sa�lamakla da son derece iftihar ederlerdi.
Sonunda, jüri taraf�ndan birinci seçilen �iir, keten bez üzerine alt�n yald�zla yaz�larak Kâbe duvar�na as�l�rd�.
Taif’le Nahle aras�nda bulunan Sûk-i Ukâz, panay�rlar�n en büyü�ü idi. Ço�unlukla �iir yar��malar� burada tertip edilirdi.
Panay�rlar, ayn� zamanda bir çe�it fuar mahiyetini de ta��yordu. Bütün kabilelerin bir araya geldi�i ticarî, içtimaî ve siyasî faaliyet sahalar�yd�. Zilhicce ay�nda aç�lan panay�rlar, yirmi gün devam ederdi. Esirini fidyeyle kurtarmak, davas�n� halletmek, dü�man�n� bulmak, �iir okumak, hutbe irad etmek isteyen herkes bu panay�rlara ko�ard�. “�iire bu derece önem verilmi� olmas�, dilin en ince �ekilde incelenmesi sonucunu haz�rlam��t�r.” Böylece, �slam’�n zuhuru s�ras�nda Arabistan’da edebiyat, fesâhat ve belâgat, zirveye ula�m��t�. Adeta, görünmez bir el, zihinleri ve ruhlar�, Kur’an-� Mu’cizü’l-Beyan’�n insanüstü üslûbuna haz�rl�yordu.
Araplar�n bu mümtaz hususîyeti haiz bulunmalar� sebebiyledir ki Kur’an-� Azîmü��an, edebiyat, belâgat ve fesahatin zirvesinde nâzil oluyordu. Bu fesahat ve belâgati, i’caz [mucizeli�i] ve icaz� [vecizli�i] ile Arap edip, �âir ve hatiblerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu e�siz kelâma nazire [benzer] getirmenin mümkün olmad���n� anlad�lar ve susmak mecburiyetinde kald�lar.
Kur’an’�n üslûbu öylesine veciz, öylesine tatl�, öylesine fesih ve beli� idi ki bu i�i iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlard�. Bir gün, bedevî Arap ediplerinden biri, فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُayetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanm��t�.
Hadise, mü�rikleri ç�ld�rtacak nitelikteydi. Nefret saçan bak��larla adam�n üzerine vard�lar ve öfkeyle ba��rd�lar: “Sen de mi Müslüman oldun?”
“Hay�r...” diye cevap verdi bedevî edip: “Ben sadece bu ayetin belâgatine secde ettim!”[22]
�mriü’l-Kays, Muallaka �âirlerinden biriydi. Bir gün k�z karde�i
ayetini i�itince, do�ruca Kâbe’ye vard� ve “Art�k kimsenin söyleyecek bir �eyi kalmad�. Bu belâgat kar��s�nda karde�imin �iiri de duramaz!” diyerek, karde�inin en üstte as�l� bulunan kasidesini duvardan indirdi. En me�hur kasidenin kald�r�ld��� görülünce, di�er Mhttps://t da birer birer indirildi[23]
Câhiliyye devrinin en me�hur ve en eski �iir örnekleri, �üphesiz “Muallakat-� Seb’a [Yedi Ask�]” �iirleridir. Bu �iirler, dilden dile dola�m��, as�rlar sonras�na kadar varm��t�r. Kuvvetli bir görü�e göre bu �iirler, Hammadü’r-Râviye taraf�ndan toplanm��t�r.
�iirleri Kâbe duvar�na as�lan �âirler �unlard�r:
�mriü’l-Kays, Tarafe, Lebîd, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antere (veya Nâbi�a), Hâris b. Hiliza (veya A’�â).[24]
��te, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’e, peygamberlik vazifesi verilece�i s�rada Arabistan’�n dinî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve edebî manzaras� böyleydi.
Bu deh�et ve vah�et saçan manzaray� de�i�tirecek bir zâta elbette ihtiyaç vard�. O zât da ezelî kaderin hükmüyle tespit edilmi�ti: Hz. Muhammed (a.s.m.).
O, beraberinde getirdi�i nurla dünyan�n maddî mânevî �eklini de�i�tirecekti. insanlar�n yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Bâkî’ye çevirecek ve bununla insan� maddî mânevî saadete erdirecekti.
Allah taraf�ndan peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanlar�n ba�� bo� olmad���n�, kâinatta atomdan güne� sistemlerine, y�ld�zlardan galâksilere kadar her �eyin kutsî bir gaye için dönüp dola�t�klar�n�, kâinat�n umum heyetiyle ulvî bir maksada hizmet etti�ini bildirip ilan edecek olan zâtt�.
Bu zât, ahlâks�zl�k çamurunda bo�ulmaya yüz tutmu� insanl���, en güzel ahlâk� ders vererek kurtaracak zâtt�.
Bu zât, “Kâinat niçin var edilmi�, insanlar nereden gelmi�, niçin gelmi� ve nereye gidecekler?” gibi suallere en güzel cevaplar� verecek zâtt�.
Bu zât, insan�n sahibi Allah’�n, insanlardan neleri istedi�ini, râz� oldu�u ve olmad��� �eylerin neler oldu�unu gayet aç�k bir �ekilde beyan edecek zâtt�.
Bu zât, yaln�z bir kavme, bir millete de�il, bütün insanl��a, Allah’tan ald��� emirleri bildirecek, ilan edecekti.
��te, bütün dünya gibi, Arabistan Yar�madas� da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zât�n ortaya ç�kmas�n� dört gözle bekliyordu!
___________________________________________________________________________________
[1] Câsiye, 24.
[2] Câsiye, 26.
[3] �srâ, 94.
[4] �srâ, 95.
[5] Yâsin, 78.
[6] Yâsin, 79.
[7] Zümer, 3.
[8] Âl-i �mrân, 67.
[9] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 237-238.
[10] Ba�dadî, Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-� Arabiyye, c. 1, s. 19.
[11] ez-Zebidî, Tecrit Tercemesi, c. 10, s. 38-39.
[12] Ba�dadî, Muhammed Fehmi, a.g.e., c. 1, s. 43.
[13] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 79.
[14] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 79.
[15] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 80-84.
[16] Nur, 33.
[17] En’am, 151.
[18] Nahl, 58-59.
[19] Darimî, Sünen, c. 1, s. 3-4.
[20] Ahmed Emin, Fecrü’l-�slam, Terc.: Ahmed Serdaro�lu, s. 37.
[21] Ahmed Emin, Fecrü’l-�slam, s. 37-38.
[22] Ahmed Cevdet Pa�a, K�sas-� Enbiya, c. 1, s. 78; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 350.
[23] Ahmed Cevdet Pa�a, a.g.e., c. 1, s. 79; Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 416.
[24] Ahmed Emin, a.g.e., s. 102.
KUSS B�N S��DE EFEND�M�Z�N PEYGAMBERL���N� HABER VER�YOR
Kainat�n Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden birka� y�l �nceydi. Arab�n Cahiliyye Devrinde iki me�hur panay�r�ndan biri olan Hicaz'daki "Suk-� Ukaz", renk renk y�zlerce insanla dolup ta�m��t�. ��lerinde pek �ok Arap beli�leri de vard�. Bu s�rada k�z�l t�yl� bir deve �st�nde y�z ya��n� a�m�� bir pir-i fani peydahland�. G�zleri �ukura ka�m��, ya�l�l�ktan iki b�kl�m olmu�, fakat ruhu ayd�nl�k bu s�vari, �yad kabilesinin b�y��� Kuss b. Saide idi. Cenab-� Hakk�n varl�k ve birli�ine, ha�ir ve ne�re inanan Kuss, Araplar�n �airi, hatibi ve hakimi idi. Fesahat� ile dillere destan olmu� bu zat, dikkat kesilmi� ve derin s�kuta dalm�� y�zlerce insana beligane ��yle hitap ediyordu: "Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! �bret al�n�z! Ya�ayan �l�r, �len fena bulur. Olacak neyse olur. Ya�mur ya�ar, otlar biter; �ocuklar do�ar, annelerinin ve babalar�n�n yerini al�r. Derken hepsi �l�p gider. H�diselerin ard� aras� kesilmez. Hepsi birbirini kovalar. Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; g�kte haber, yerde ibret al�nacak �eyler var. Yery�z� bir b�y�k divan, g�ky�z� bir y�ksek tavan. Y�ld�zlar y�r�r, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vard�klar� yerden ho�nud olup da m� kal�yorlar? Yoksa orada kal�p da uykuya m� dal�yorlar? Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah'�n indinde bir din vard�r ki, �imdi i�inde bulundu�unuz dinden daha sevgilidir. Ve Allah'�n gelecek bir peygamberi vard�r ki, gelmesi pek yak�nd�r. G�lgesi ba��n�z�n �st�ne geldi. Ne mutlu o kimseye ki, ona iman eder; O da kendisine hidayet eyleye! Yaz�klar olsun Ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta! Yaz�klar olsun O'na isyan ve muhalefet edecek bedbahta! Ey �nsanlar! Hani ya babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani o s�sl� saraylar ve mermer bin�lar y�kselten Ad ve Sem�d kavimleri? Hani ya, d�nya varl���ndan gururlan�p da kavmine, 'Ben sizin en b�y�k Rabbiniz de�il miyim?' diyen Firavun'la Nemrud?" Onlar, zenginlik�e, kuvvet ve kudret�e sizden �ok daha �st�n idiler. Ne oldular? Bu yer onlar�, de�irmeninde ���tt�, toz etti, da��tt�. Kemikleri bile ��r�y�p da��ld�. Evleri y�k�l�p �ss�z kald�. Yerlerini, yurtlar�n� �imdi k�pekler �enlendiriyor? Sak�n, onlar gibi gaflete d��meyin! Onlar�n yolundan gitmeyin! Her�ey fanidir. Baki olan ancak Allah'd�r. Ki O, birdir, �er�ki ve naz�ri yoktur. �badet edilecek ancak O'dur, do�mam�� ve do�urmam��t�r. Evvel gelip ge�enlerde, bize ibret alacak �ey �oktur. �l�m bir �rmakt�r. Girecek yerleri �ok, ama, ��kacak yeri yoktur. B�y�k, k���k hep g���p gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kat'i bildim ki, herkese olan, size ve bana da olacakt�r."146 Gariptir ki, bu muazzam hitabesini verip, H�tem�'l-Enbiy�n�n pek yak�nda gelece�ini haber veren Kuss bin S�ide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler aras�nda gelece�inden s�z etti�i z�t�n bulundu�undan habersiz idi. Cahiliyye Devrinde Cen�b-� Hakk�n kalblerine hid�yet ihsan etti�i bahtiyarlardan biri olan Kuss bin S�ide'nin bu hitabesinden az zaman sonra K�inat�n Efendisine n�b�vvet ve ris�let geldi. Fakat, Kuss, bu s�rada hayata g�zlerini yummu�tu. Haliyle, pek yak�nda gelece�ini m�jdeledi�i Efendimizle g�r��mek kendisine nasip olmad�. Aradan y�llar ge�ti. Ben� �yad'�n m�vahhid ve Hz. �s�'n�n dinine mensup bulunan b�y��� Carud bin Al� ad�ndaki z�t, kavminin ileri gelenleriyle birlikte vas�flar�n� ��renmek �zere Res�lullah Efendimizin huzuruna vard�. Peygamber Efendimize ne ile g�nderildi�ini sorup ��rendikten sonra, "Seni hak peygamber olarak g�nderen Allah'a yemin ederim ki, senin vasf�n� �ncil'de buldum. Seni, Meryem'in o�lu m�jdeledi. Sana devaml� sel�m olsun ve seni g�nderen Allah'a da hamdolsun. Elini uzat. Ben �eh�det ederim ki, Allah'tan ba�ka il�h yoktur ve sen Allah'�n Res�l�s�n" diyerek M�sl�man oldu. Onu takiben de di�er arkada�lar� �sl�miyete girdiler.147 Bu durumdan fazlas�yla memnun olan Fahr-i K�inat Efendimiz sordu: "��inizde Kuss bin Saide'yi bilen var m�?" Carud, "Elbette y� Res�lallah," dedi, "hepimiz onu biliriz. Hususan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim." Bunun �zerine Res�l-i Zi��n Efendimiz ��yle buyurdular: "Kuss bin S�ide'nin bir zamanlar "Suk-u Ukaz" da bir deve �zerinde, 'Ya�ayan �l�r, �len fen� bulur, olacak neyse olur' diye okudu�u hutbesi hi� hat�r�mdan ��kmaz. O, bir hayli s�z daha s�ylemi�ti. Zannetmem ki, hepsi hat�r�mda kalm�� olsun." Mecliste haz�r bulunan Hz. Eb� Bekir (r.a.) at�larak, "Y� Res�lallah," dedi, "ben de o g�n S�k-u Ukaz'da haz�rd�m. Kuss bin S�ide'nin s�yledi�i s�zler hep hat�r�mdad�r. M�saade buyurursan�z okuyay�m." Sonra da mezkur hutbeyi ba��ndan sonuna kadar huzur-u Ris�lette okudu. Bunun �zerine heyetten de bir ki�i aya�a kalkt� ve Kuss'un �iirlerinden bir ka��n� daha okudu. Bu �iirlerinde de o, Harem-i �erifte H��imo�ullar�ndan Muhammed'in (a.s.m.) peygamber g�nderilece�ini a��k�a zikir ve beyan etmi�ti. B�t�n bunlardan sonra Res�lullah Efendimiz de, Cahiliyye Devrinde hid�yet yolunu bulmu� bu bahtiyar i�in ��yle buyurdu: "�mit ederim ki, Cen�b-� Hak, K�y�met g�n�nde Kuss bin S�ide'yi ayr� bir �mmet olarak ha�reder." 148
146. Ahmed Cevdet Pa�a, K�sas-� Enbiya, 1/62 147. �bn-i Hi�an, S�re, 4/221; �bn-i Sa'd, Tabak�t, 5/560; Taber�, Tarih, 3/161 148. Ahmed Cevdet Pa�a, K�sas-� Enbiya, 1/62
Kainat' �n Efendisi (ASM), Salih Suru�
PEYGAMBERL�K VAZ�FES�N�N VER�LMES�
�u kâinat�n sahip ve mutasarr�f�, elbette bilerek yap�yor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her�eyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her�eyde görünen hikmetleri, gàyeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor.
Mâdem yapan bilir; elbette bilen konu�ur.
Mâdem konu�acak; elbette zî�uur ve zîfikir ve konu�mas�n� bilenlerle konu�acak.
Mâdem insan nev’i ile konu�acak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konu�acak.
Mâdem en mükemmel ve istidâd� en yüksek ve ahlâk� ulvî ve nev-i be�ere muktedâ olacak onlarla konu�acakt�r; elbette dost ve dü�man�n ittifak�yla, en yüksek istidatta ve en alî ahlâkta ve nev-i be�erin humsu [be�te biri] ona iktidâ etmi� ve n�sf-� arz onun hükm-ü mânevîsi alt�na girmi� ve istikbâl onun getirdi�i nurun ziyâs�yla bin üç yüz sene [�imdi bin dört yüz sene] ���klanm�� ve be�erin nurânî k�sm� ve ehl-i imân mütemâdiyen günde be� defa onunla tecdid-i bîat edip, ona duâ-i rahmet ve saadet edip, ona medih ve muhabbet etmi� olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konu�acak ve konu�mu� ve resûl yapacak ve yapm�� ve sâir nev-i be�ere rehber yapacak ve yapm��t�r.
Bediüzzaman Said Nursî
GA�BDEN SES GELMEYE BA�LIYOR
Kâinat�n Efendisi, otuz sekiz ya��na girince gaibten baz� sesler duymaya ve baz� taraflarda birtak�m ���klar görmeye ba�lad�. Bazen de kendilerine gaibten “Yâ Muhammed!” diye nidâ ediliyordu.
Fakat Efendimiz, bu garip seslerin ve parlay�p geçen ���klar�n ne demek istediklerine henüz o s�rada tam manas�yla vâk�f de�ildi. Bununla beraber, bu hadiselerin manas�z ve bo�u bo�una cereyan etmediklerini biliyordu ve günlerini onlar� dü�ünmekle geçiriyordu.
Zaman zaman da sadece muhterem zevcesi Hatice-i Kübra’ya bu s�rlar� anlat�r ve konu�urlard�. O anda yeryüzünde maddî hayatta tek teselli kayna�� Hz. Hatice validemiz de Resûl-i Ekrem Efendimizi bir siyanet mele�i gibi koruyor ve konu�malar�, sohbetleriyle onu teselliye çal���yordu.
Kâinat�n Efendisinin bu hali tam bir sene devam etti.
Sâd�k Rüyalar
Kâinat�n Efendisi otuz dokuz ya��nda iken “sâd�k rüyalar” devri ba�lad�. Gündüzün meydana gelecek hadiseler kendilerine geceden, uyku ile uyan�kl�k aras�nda bir hal içinde gösteriliyor ve bildiriliyordu. Öyle ki geceden gördü�ü rüyalar, o gecenin sabah�nda �afak ayd�nl��� gibi berrak ve apaç�k ortaya ç�k�yordu.[1]
Peygamber Efendimizi, vahiy almaya bir nevi haz�rlama maksad�na mebni olan bu durum alt� ay devam etti.
Yaln�zl�k Aramas�
Kâinat�n Efendisinin mübarek ruhu, bu alt� ayl�k devreden sonra art�k tamam�yla yaln�zl�k ar�yordu. Cemiyetten uzak durmak, dü�ünceleriyle ba�ba�a kalmak, en büyük arzusuydu. Çünkü ruhu, içinde bulundu�u cemiyetin ahlâks�zl���ndan, zulüm ve zulmetinden s�k�l�yordu.
Ona adeta yaln�zl�k sevdirilmi�ti. Öyle ki her �eyinden vazgeçebelir, fakat insanlardan uzak, kâinatla ve kendi tefekkür âlemiyle ba�ba�a kalmaktan asla vazgeçemezdi.
Bu sebeple, onun Mekke içinde pek durmad��� ve hep insanlardan uzak �ss�z yerleri seçti�i, buralarda hususî tefekküre dald��� görülüyordu.
Ve bu yaln�zl�k s�ras�nda, adeta da�dan ta�tan, yerden gökten, kâinat�n niçin yarat�ld���n�, insanlar�n bu dünyaya niçin gönderildiklerini, gaye ve maksatlar�n�n neler oldu�unu soruyordu. Ne var ki bu suallerine ne Hira’n�n kayalar�, ne uçsuz bucaks�z çöller, ne gündüz âleminin lâmbas� güne�, ne gece âleminin kandili ay, ne p�r�l p�r�l parlayan y�ld�zlar ve ne de gelip geçen bulutlar�n hiçbiri cevap veremiyordu. Ve o, bu suallerine cevap bulamay���n hayreti içinde gün ve gecelerini geçiriyordu.
Evet, Fahr-i Kâinat’�n mübarek ruhu, zâhiren yaln�zl�k istiyordu; hakikatte ise, kâinat�n yarat�c�s� Cenab-� Hakk’a muhatab olmak arzusunu ruhunun derinliklerinde ta��yordu. Yaln�zl�k içinde sonsuz varl��a kavu�mak arzusuydu bu...
Bu hal, az veya çok, hemen hemen bütün peygamberlerin vahiy almadan az önceki hayatlar�nda görülmü�tür. Hz. Musa, peygamberli�inden önce k�rk gün kadar Tur da��nda, dünyadan uzak, oruç tutmakla vakit geçirmi�tir. Yine Hz. �sa, sâkin bir ormanda k�rk gün kadar her �eyden uzak ibadetle me�gul olmu�tur.[2]
KÂ�NATIN EFEND�S�, H�RA’DA
Sene Milâdî 610.
Kâinat�n Efendisi k�rk ya��nda.
Y�llardan beri devam edip gelen bir âdetleri vard�: Her senenin Ramazan ay�n� Hira da��n�n[3]tepesindeki ma�arada tefekkür, ibadet ve dua ile geçirirdi. Buras� sessiz ve sâkindi. Tefekkürüyle ba�ba�a kalmas� için en müsait yerdi. Cemiyetin bozuk havas�ndan s�k�lan mübarek ruhlar� burada adeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.[4]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hira ma�aras�nda rastgele de�il, ceddi Hz. �brahim’in Hanif dini üzere ibadet ve tâatte bulunuyordu.[5]
Ömr-ü saadetlerinin bu k�rk�nc� senesinin Ramazan ay�n� da ayn� �ekilde Hira’da ibadet ve tâatle geçirecekti. Zevcesi Hatice-i Kübra’n�n haz�rlad��� az���yla Hira da��na do�ru ilerliyordu.
Kâinat, o anda adeta Efendisinin att��� her ad�m� hürmetle takip ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat bu sükût ve sükûnet manas�z de�ildi; ibret ve hikmetle doluydu.
Kâinat�n bu manal� sükûtuna, Peygamberimiz de derin dü�üncesiyle kat�l�yordu ve adeta bir ahenk meydana getiriyorlard�. Sanki kâinat, onun muazzam ruhuna derinden derine f�s�ld�yordu: “Sebeb-i vücudum, sensin. Manam� da en güzel izah edecek, sensin. Bir kitab-� Rabbanî oldu�umu bildirecek, sensin. Onun için sana minnettar�m, sana hürmetkâr�m.”
Kâinat�n Efendisi, art�k sessiz sâkin ve �lâhî tecelli mazhariyetine erecek Hira da��n�n tepesindeki ma�aradayd�. Burada ibadetiyle, tâatiyle, dua ve tefekkürü ile me�guldü.
_________________________________________________________________________________
[1] Buharî, Sahih, c. 1, s. 6; Müslim, Sahih, c. 1, s. 97; Ahmed �bn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 153.
[2] Seyyid Süleyman Nedvî, Asr-� Saadet, Terc.: Ali Genceli, c. 1, s. 44-45.
[3] Hira da��: Resûl-i Ekrem Efendimizin evinin bulundu�u yerden takriben 5 km kadar uzakl�ktad�r. Ma�ara ise, da��n tam tepesindedir. Ma�aran�n üç taraf� ve kemeri, y�k�lm��, y���lm�� kayalardan meydana gelmektedir. Ba�� kemere de�meksizin bir adam�n içinde durabilece�i kadar yükseklik ve uzunluktad�r. Gariptir ki ma�aran�n uzand��� cihet, k�ble istikametidir. Giri� kap�s� oldukça yüksekte, sadece bir deliktir. Buraya kayadan yap�lm�� birkaç basamakla ç�k�larak var�l�r.
[4] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 252.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 260.
�LK VAH�Y TEBL�� ED�L�YOR
Ramazan ay�n�n 16 gecesi geride kalm��t�.
Ve Ramazan’�n 17’si, Pazartesi gecesi idi.
Nur da��, derin ve manal� bir sessizli�e bürünmü�tü. O civarda her �ey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Kim bilir, konu�ulacaklar� dinlemek, söylenenleri adeta duyabilmek e�siz mazhariyetine ermek için... Konu�acak olan ile dinleyene belki de hürmet için!
Gecenin yar�s� geçmi� idi ve zaman seher vaktine ayak basm��t�. Bülbüllerin ötmeye ba�lad���, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri da��tt�klar� ve Allah’� zikredenlerin co�up sonsuz hazza eri�tikleri müstesna vakit!
Vahiy mele�i Cebrail (a.s.), en güzel bir insan suretine bürünmü�tü. Mis gibi kokularla çevre, buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellileri iç içe idi.
Cebrail (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü son resûlle, Peygamberler Peygamberiyle muhatab olacak, “Habibullah” unvan�n� iman�, ibadeti, tefekkürü ve mücâdesi ile hakedecek olan Sultan-� Levlak’la konu�acak, onunla yüz yüze gelecekti.
Beklenen an gelmi�ti.
Vahiy mele�i Cebrail (a.s.), bu �ss�z ve karanl�k gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ���l ���l nurlar saçarak göz kama�t�rc� bir ayd�nl�kla Kâinat�n Efendisine göründü. Tatl�, fakat gür bir sedâ ile hitap etti:
Kâinat�n Efendisini, hayret ve korku sard�. Yüre�i ürperiyordu!
ما[Ben okuma bilmem] diye cevap verdi.
Hz. Cebrail, kendilerini kucaklad� ve s�k�p b�rakt�ktan sonra, tekrar, “Oku!” diye seslendi.
Fahr-i Kâinat, ayn� cevab� verdi: “Ben okuma bilmem!”
Hz. Cebrail, ikinci kere Kâinat�n Efendisini kucaklad� ve s�k�p b�rakt�ktan sonra yine seslendi: “Oku!”
Bu sefer Fahr-i Kâinat, “Ben okuma bilmem” dedi. “Söyle, ne okuyay�m?”
Bunun üzerine melek, Allah’tan ald��� ve Resûlüne teslim etmeye geldi�i Alak Suresi’nin ilk ayetlerini ba��ndan sonuna kadar okudu:
“Oku! Seni yaratan Rabbinin ad�yla oku! Ki O, insan�, p�ht�la�m�� bir kandan yaratt�. Oku ki senin Rabbin, kalemle yaz� yazmay� ö�reten, insana bilmedi�ini tâlim eden, bol kerem ve ihsan sahttps://.”[1]
Heyecan ve ha�yetin son haddinde, Kâinat�n Efendisi, bizzat konu�tu�u lisanla nâzil olan ayetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Art�k inen ayetler Allah Resûlünün hem diline, hem kalbine yerle�mi�ti.
O andaki vazifesi sona eren Hz. Cebrail de birdenbire kayboluverdi.
“Beni Örtünüz!”
�lâhî vahye muhatab olman�n verdi�i heyecan ve ha�yetle titreyen Allah Resûlü, ma�aradan ç�kt� ve Mekke’ye do�ru hareket etti.
Yolda birçok gariplikle kar��la�t�. Da�, ta� ve a�açlar, “Esselamü Aleyke Yâ Resûlallah!” diyerek onu selaml�yor ve yüksek vazifesinden dolay� tebrik ediyorlard�.
Evine varan Peygamber Efendimiz, kar��la�t��� hadisenin azameti ve ha�yeti kar��s�nda adeta konu�amaz hale gelmi�ti.
Kendisini merak içinde kar��layan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübra’ya sadece, “Beni örtünüz, beni örtünüz!” diyebildi.[2]
Sâd�k zevce, bu emri al�nca, yüzündeki ba�kal��� sezmesine ra�men, hiçbir �ey sorma cesaretini gösteremeden Kâinat�n Efendisini �efkat ve hürmetle yata��na yat�rd� ve üstüne örtüler örttü.
Hira’da yaln�zl�k arayan Fahr-i Âlem, �imdi de evinde ruh ve dü�ünceleriyle ba�ba�a idi.
Bir müddet sonra uyand�lar. Bir nebze olsun rahata ve sükûnete kavu�tuklar� belli idi. Hatice-i Kübra’ya ba��ndan geçenleri oldu�u gibi anlatt� ve ekledi: “Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zarar�n gelmesinden korkuyorum!”
Resûl-i Zî�an Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve �erefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan geliyordu.
Ancak bir peygambere, hem de en �erefli peygambere ilk zevce olacak kadar yüksek bir kabiliyet, anlay�� ve basîrete sahip Hz. Hatice, her halinden son derece emniyet duydu�u zevci Kâinat�n Efendisinin itminan arzusunu �u sözlerle teyid etti:
“Hiçbir korku ve endi�e duymana sebep yok. Hiç üzülme; Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utand�rmaz. Ben biliyorum ki sen sözün do�rusunu söylersin. Emanete riayet edersin. Akrabalar�na yak�n alâka gösterirsin. Kom�ular�na nâzik ve mü�fik davran�rs�n. Fakirlere yard�m elini uzat�rs�n. Gariplere evinin kap�s�n� aç�p onlar� misafir edersin. U�rad�klar� felâket ve musibetlerde halka yard�m edersin! Ey Amcamo�lu! Sebat et! Vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olaca��n� ümit ederim.”[3]
Varaka Ne Dedi?
Bütün bu olup bitenler elbette manas�z de�ildi ve bir �eyler ifade ediyordu. Sorup soru�turup ö�renmek ise, Hz. Hatice’ye dü�üyordu.
Kime gidebilirdi? Bu i�lerden kim anlayabilirdi ve kime itimat edebilirdi?
Hz. Hatice, uzun uzad�ya dü�ündü ve sonunda dan��aca�� adam� tespit etti: Amcas� o�lu Varaka bin Nevfel.
Varaka b. Nevfel, oldukça ya�lanm��, saf bir H�ristiyand�. Gözleri görmez olmu�tu, ama gönlü ayd�nl�kt�. Tevrat’� ve �ncil’i okumu�, onlardan pek çok �ey ö�renmi�ti.
Hz. Hatice, vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle, amcas� o�luna gitti.
Varaka, önce Resûl-i Ekrem Efendimizi dinledi. O, ba��ndan geçenleri anlatt�kça Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Varaka hayk�rd�: “Kuddûs, Kuddûs! Bu gördü�ün melek, yüce Allah’�n Mûsa Peygambere gönderdi�i Ruhü’l-Kudüs’tür. Namus-� Ekber’dir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin. Ah, ne olurdu, yeni dine halk� ça��rd���n günlerde ben de genç olayd�m; kavmin seni yurdundan ç�karacaklar� zaman sa� olsayd�m!”[4]
Bu ifadeler, hem Allah Resûlünü, hem de Hz. Hatice’yi bir derece rahatlatt�. Ancak Efendimizin anlamad��� bir �ey vard�: Kavmi, onu niçin yurdundan ç�karacakt�?
Bu sualine Varaka cevap verdi: “Evet, seni buradan ç�karacaklard�r! Çünkü senin gibi vahiy tebli� etmi� bir kimse yoktur ki dü�manl��a u�ramam�� olsun. E�er, senin davet gününe yeti�sem, bütün gücümle sana yard�m ederim!”[5]
Varaka b. Nevfel, gerçe�i konu�uyordu. Gizlenmesi kabil olmayan gerçe�i... Bütün aç�kl���yla ortaya konmas� gereken gerçe�i...
Bundan sonra Resûl-i Ekrem, Hz. Hatice’yle birlikte, Varaka b. Nevfel’in yan�ndan ayr�ld�.
VAHY�N B�R ARA KES�LMES�
Resûlullah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hadiseyle kar�� kar��ya geldi: “�nk�ta-� Vahy” hadisesi, yani “vahyin kesilmesi...” Sebebi (�öyle veya böyle) izah edilmi� olmakla beraber, be�erî akl�m�zla hikmetini tam kavrayamad���m�z bu hadise kar��s�nda Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir s�k�nt� ve üzüntü duydu�u fark ediliyordu. Öyle ki adeta dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnada Cebrail veya �srafil (a.s.), teselli için, birkaç sefer kendilerine görünmü�lerdir.[6]
Allah Resûlü, tam k�rk gün bu üzüntüyle kar�� kar��ya kald�. Dünya “Dârü’l-Hikmet” olmas� sebebiyle, onda her �ey —�üphesiz— hikmetle cereyan etmektedir. Akl�m�z�n küçücük terazisiyle biz, Bazen bu gibi hadiselerin sebep ve hikmetlerini yakalar�z, Bazen de yakalamam�z mümkün olmaz. Ama sebep ve hikmetini bilmeyi�imiz, elbette hadiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiçbir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her �eyi hikmet kalemiyle programlanm�� bir vazifenin içine elbette hikmetsizli�in girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Buna binaen, ink�ta-� vahy, yani vahyin bir ara kesilmesi hadisesi, �üphesiz birçok sebep ve hikmete binaen cereyan etmi�tir. Fakat biz hikmetlerin künhüne vâk�f de�iliz. Bununla birlikte meseleye çe�itli izah tarz� getirenler de vard�r. Bu görü�leri �öylece hülâsâ etmek mümkündür:
a) Allah Resûlü, ilk vahiy kar��s�nda fazla telâ� duymu� ve ruhu adeta vahyin a��rl���yla sars�lm��t�r. Bu durumda ruhunun ve sâir lâtifelerinin biraz sükûn bulmas� ve daha sonra gelecek vahye haz�rlanmas� için bu hadise vuku bulmu�tur.
b) Ruh-� Ahmed’in (a.s.m.), �zd�rap ve elemlere dayanmaya �imdiden al��t�r�lmas�.
c) Vahye, daha fazla i�tiyak duymas�n� temin.[7]
VAHY�N TEKRAR GELMEYE BA�LAMASI
K�rk günlük bir aradan sonra, Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye ba�lad�.
Vahyin tekrar gelmeye ba�lamas� hadisesini bizzat kendileri �öyle anlatm��lard�r:
“Bir gün giderken, aniden gökyüzünde bir ses i�ittim. Ba��m� kald�r�p bakt���mda, Hira’da bana gelen mele�i (Cebrail), yerle gök aras�nda bir kürsü üzerinde oturmu� gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp, ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah,
‘Ey örtüye bürünen Peygamber! Kalk da sana iman etmeyenleri azapla korkut! Rabbinin büyüklü�ünden bahset! Elbiseni temiz tut! Putperestlik pisli�ini b�rakmakta devam et!’[8]ayetlerini indirdi. Art�k vahiy gelmeye ba�lad� ve ard� arkas� kesilmedi.”[9]
Vahiy tekrar gelmeye ba�lay�nca, Resûl-i Kibriya Efendimizin ruhundaki s�k�nt�lar dindi; iç âlemi huzur ve sükûta kavu�tu. Cenab-� Hak, serâpa ahlâkî güzellikler ve kemâllerle süslemi� oldu�u Hz. Muhammed’i (a.s.m.) peygamberlik vazifesiyle vazifelendirmekle, onu insan nev’i içinde en mümtaz ve en seçkin mevkiye ç�karm�� oluyordu. Bu suretle ayn� zamanda Yüce Allah’�n umum kâinatta cârî olan “Her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve cami’ halkedip, nev’in medar-� fahri ve kemâli yapar” kanunu, insanl�k câmias�nda da tecellisini buluyordu.
“Cenab-� Hakk’�n esmâs�nda [isimlerinde] bir �sm-i Âzam oldu�u gibi, masnuat�nda [san’atlar�nda] da bir Ferd-i Ekmel bulunacak ve kâinatta münte�ir [da��t�lm��] kemâlât� o ferdde cem edip [toplay�p] kendine medar-� nazar edecek.
“O ferd, herhalde zîhayattan olacakt�r. Çünkü enva-� kâinat�n [kâinattaki türlerin] en mükemmeli zîhayatt�r. Ve herhalde zîhayat içinde o ferd, zî�uurdan olacakt�r. Çünkü zîhayat�n enva� içinde en mükemmel, zî�uurdur. Ve herhalde o ferd-i ferîd, insandan olacakt�r. Çünkü zî�uur içinde hadsiz terakkîyata müstaid, insand�r.
“Ve insanlar içinde herhalde o ferd, Muhammed (a.s.m.) olacakt�r. Çünkü zaman-� Âdem’den �imdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zât , küre-i arz�n [yeryüzünün] yar�s�n� ve nev-i be�erin [insanlar�n] be�ten birisini saltanat-� mânevîyesi alt�na alarak bin üç yüz elli sene (�imdi bin dört yüz sene) kemâl-i ha�metle saltanat-� mânevîyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün enva-� hakaikte [hakikatlerin her türlüsünde] bir Üstad-� Küll hükmüne geçmi�.
“Dost ve dü�man�n ittifak�yla, ahlâk-� hasenenin en yüksek derecesine sahip olmu�, bidayet-i emrinde [peygamberli�inin ba�lang�c�nda] bütün dünyaya meydan okumu�. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanlar�n vird-i zeban� olan Kur’an-� Mu’cîzü’l-Beyan’� göstermi� bir zât, elbette o ferd-i mümtazd�r, ondan ba�kas� olamaz.
“Bu âlemin hem çekirde�i, hem meyvesi odur.”[10]
____________________________________________________________________________
[1] Alak, 1-5.
[2] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7.
[3] Buharî, a.g.e., c. 1, s. 7.
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 254; �bn Kesir, Sîre, c. 1, s. 404.
[5] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 97-98.
[6] Tecrid Tercemesi, c. 1, s. 13.
[7] Abdüllatif es-Sübkî, el-Vahyü �le’r-Rasûl Muhammed (a.s.m.), s. 89.
[8] Müddessir, 1-5.
[9] Buharî, Sahih, c. 1, s. 7; Müslim, Sahih, c. 1, s. 98; Ahmed �bn Hanbel, Müsned (h. 2846); Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 592.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 284-285.
�LK M�SL�MAN HZ. HAT�CE
Kâinat�n Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.), Hira’daki ulvî mazhariyetle �lâhî memuriyetini idrak etmi� ve kutsî risâlet vazifesini yüklenmi�ti.
Ancak bu a��r ve büyük vazifenin icablar� vard�, onlar� yerine getirmek lâz�m geliyordu.
Bunun ise, içinde bulundu�u cemiyette pek kolay olmayaca�� da, kendisince muhakkak bilinen bir husustu.
O anda Efendimiz tek ba��na bir tarafta, bütün dünya bir tarafta yer al�yordu. Ve o, umum dünyaya Allah’tan ald��� emirleri tebli� edecekti. Elbette bu, basit bir hadise olarak görülemezdi.
Allah Resûlü, dünyalar durdukça insanl��a nur ve �eref olan vazifesine nereden ve nas�l ba�lamas� gerekti�ini de çok iyi hesapl�yordu.
Durumu evvela, en yak�n� bulunan zevcesi Hz. Hatice’ye anlatt�. Hz. Hatice, ona tereddütsüz sadâkat elini uzatt� ve “ilk Müslüman” olma �erefine kavu�tu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan sonra, Hz. Hatice’ye, Cebrail’den (a.s.) ö�rendi�i �ekilde abdest ald�rd� ve yine Cebrail’den ö�rendi�i surette imam olarak �erefli zevcesine iki rekât namaz k�ld�rd�.
Efendimizin k�ld�rd��� bu iki rekât namaz,[1]imam olarak k�ld��� ilk namazd�r ve bir Pazartesi gününün sonuna do�ru k�l�nm��t�r.[2]
___________________________________________________
[1] Önceleri namaz iki�er rekâttan iki vakit (bizim, sabah ve ak�am namazlar�na yak�n bir vakitte) olarak farz k�l�nm��t�. Daha sonra buna gece namaz� da (teheccüd) ilave olundu. Mîrac’ta vaktin be� olarak tayin edilmesinden sonra, gece namaz� farz� ümmet için nâfileye çevrildi, ancak Resûl-i Ekrem Efendimize farz olmakta devam etti (bkz. �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 260-261; Tâhirü’l-Mevlevî, Müslümanl�kta �bâdet Tarihi, s. 24).
[2] Tâhirü’l-Mevlevi, Müslümanl�kta �bâdet Tarihi, s. 25.
HZ. AL�'N�N M�SL�MAN OLU�U
Hz. Hatice’nin tereddütsüz iman edip Müslüman olmas�, Resûl-i Ekrem Efendimizi son derece memnun etti�i gibi, �evkini de art�rd�. Art�k yeryüzünde davas�n� tasdik ve kabul eden biri vard�.
Peygamber Efendimizin �slam’a davet etti�i ikinci insan, yine en yak�nlar�ndan biri olan Hz. Ali idi. O, dört be� ya��ndan beri Efendimizin terbiyesi alt�nda bulunuyordu ve o, e�siz terbiyenin eseri olarak, akranlar�na göre feraset ve ahlâk bak�m�ndan üstün bir seviyedeydi.
Bir gün, Resûl-i Ekrem Efendimizi, Hz. Hatice’yle namaz k�larken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince, “Nedir bu?” diye sordu. Resûl-i Ekrem, “Ey Ali! Bu, Allah’�n seçti�i, be�endi�i dindir. Ben seni, bir olan Allah’a iman etmeye davet eder, insana ne faydas� ne de zarar� dokunmayan Lât ve Uzzâ’ya tapmaktan sak�nd�r�r�m” dedi.
Hz. Ali, bu teklif kar��s�nda tatl� çocuk bak��lar�n� yere dikerek bir an duraklad�. Sonra, “Benim �imdiye kadar görmedi�im, i�itmedi�im bir �ey bu! Babam Ebû Tâlib’e dan��madan bir �ey diyemem” diye konu�tu.
Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz davas�n� aç�kça ilan etmek emrini alm�� de�ildi. Bu sebeple Hz. Ali’yi ikaz etti. “Ey Ali!” dedi. “E�er söylediklerimi yaparsan yap; yok, e�er yapmayacak olursan, gördü�ünü ve i�itti�ini gizli tut, kimseye bir �ey söyleme!”[1]
Hz. Ali, bu ikaz üzerine, s�rr�n� muhafaza edece�ine söz verdi. O geceyi dü�ünerek geçirdi. �afak ayd�nl���yla birlikte gönlüne de ayd�nl�k do�du. Resûlullah’�n huzuruna vararak, “Allah beni yarat�rken Ebû Tâlib’e sormad� ki ben de O’na ibadet etmek için gidip kendisine dan��ay�m!” dedi ve Müslüman oldu. “�lk Müslüman çocuk” �erefini kazanan Hz. Ali, o s�rada on ya��nda bulunuyordu.[2]
Tedbir, her zaman güzel bir harekettir; ama bir davan�n yeni yeni yay�lmaya ba�lad��� s�rada çok daha güzeldir. ��te, Allah Resûlü, Hz. Ali’ye gördüklerini ve i�ittiklerini �imdilik kimseye anlatmama ve duyurmama ikaz�nda bulunmakla kâinatta da cârî olan tedbir, tedric ve hikmet kanununa riayet ederek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten, tedbire ba�vurma, zaman ve mekân�n �artlar�n� göz önünde bulundurarak davas�n� yayma, Allah Resûlünün tebli� hayat�nda mühim bir yer i�gal eder.
�man saf�nda yer almada, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi, Resûl-i Ekrem’in o�ul edindi�i Zeyd b. Hârise (r.a.) takip etti.
Müslüman olduktan sonra Hz. Ali ile Hz. Zeyd’in Nebiyy-i Ekrem Efendimize gönülden ba�l�l�klar� yeniden tazelendi ve güç kazand�. Art�k Efendimizden ayr�lm�yor, namaz ve ibadetlerini onunla birlikte ifa ediyorlard�.
Hz. Ali, zaman zaman Resûl-i Ekrem’le birlikte Kâbe’ye gider, orada namaz k�larlard�.
Ashaptan Afîfi Kindî, al��veri� maksad�yla geldi�i Mekke’de, henüz iman etmemi�ken Peygamberimiz, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi namaz k�larken görmü�tü. Müslüman olduktan sonra, o hallerinden g�btayla bahsederek �öyle demi�tir:
“Ben, o zaman iman edip de onlar�n dördüncüsü olmay� ne kadar isterdim!”[3]
Peygamber Efendimiz, davas�n� henüz umuma aç�klamam�� olmas�na ra�men, mü�rikler onlar�n Kâbe’de namaz k�lmalar�ndan, yapt�klar� ibadetten farkl� bir ibadet yap�lmas�ndan pek ho�lanm�yorlard�. Bu sebeple bir müddet sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yle namazlar�n� k�rlarda, vadilerde eda etmeyi daha uygun buldular.
Annesi ile Babas�, Hz. Ali’nin Pe�inde!
Resûl-i Ekrem’i bir gölge gibi takip edip yaln�z b�rakmayan Hz. Ali’nin bu hali, anne ve babas�n�n endi�e ve telâ��na sebep oldu. Bilhassa anne Fât�ma Hâtun, fazlas�yla korkuya kap�ld�. Kocas�na, “Dikkat et, o�lun Muhammed’le çok dola��yormu�; sak�n ona bir �eyler olmas�n!” dedi.
Ebû Tâlib, anlay��l� bir insand�. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden ö�renmek istedi. Bunun için bir gün Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ali’nin arkalar�ndan gitti. Onlar� Mekke’nin bir vadisinde namaz k�larken buldu. Fahr-i Kâinat’a, “Ey karde�imin o�lu!” dedi. “Bu din, ne dindir?”
Peygamber Efendimiz, “Ey amca! Bu din, Allah’�n dinidir. Meleklerin, peygamberlerin ve ceddimiz �brahim’in dinidir. Allah, beni onunla bütün kullar�na gönderdi” dedi; sonra da, “Ey amca! Do�ru yola davet edeceklerimin ve bu davete ko�mas� gerekenlerin ba��nda sen vars�n ve sen buna herkesten daha lây�ks�n! Putlara tapmaktan vazgeç ve bir Allah’a iman et” diye teklifte bulundu.
Bir an dü�ünceye dalan Ebû Tâlib sonunda, “Ben, eski dinimden ayr�lamam! Fakat sen üzerinde bulundu�un dinde devam et! Allah’a yemin ederim ki ben sa� kald�kça, yapmak istedi�ini tamamlay�ncaya kadar kimse sana el uzatamaz, ho�lanmad���n bir �eyi sana eri�tiremez!” diye konu�tu; sonra da o�lu Ali’ye döndü ve “O�ulca��z�m! Senin üzerinde bulundu�un bu din nedir?” diye sordu.
Hz. Ali, “Babac���m!” dedi. “Ben, Allah’a ve O’nun Resûlüne iman, onun Allah’tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz k�ld�m!”
Bunun üzerine Ebû Tâlib, “Ey o�lum! Amcan o�lunun dinine sana da isteyerek girmek yara��r. O, seni ancak hayra davet eder. Ona itaat et!”[4]diyerek hem Resûl-i Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali’yi sevindirdi; sonra da oradan uzakla�t�.
Eve dönen Ebû Tâlib’e, zevcesi Fât�ma Hâtun, telâ� ve �iddetle, “Nerede o�lun? Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed’le birlikte namaz k�larken görmü�. O�lunun dinini de�i�tirmesini uygun görüyor musun?” diye sordu.
Ebû Tâlib, “Sus! Vallahi, amcas� o�luna arka ç�kmak ve yard�mc� olmak, elbette herkesten çok ona dü�er!” diyerek telâ� ve endi�eye mahal olmad���n� ifade etti; sonra da, “E�er nefsim, Abdülmuttalib’in dinini b�rakmak hususunda bana itaat etmi� olsayd�, ben de Muhammed’e tâbi olurdum. Çünkü O halimdir, emindir, tahirdir”[5]diye konu�tu.
________________________________________________________________-
[1] �bn Kesir, Sîre, c. 1, s. 428.
[2] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 262.
[3] �bn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 18.
[4] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 264.
[5] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 264; �bn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 18; Taberî, Tarih, c. 2, s. 214.
HZ. EB� BEK�R M�SL�MANLARIN SAFINDA
Hz. Ebû Bekir, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizin en yak�n dostlar�ndan biri idi. Samimi görü�ür ve konu�urlard�.
Onda da göze çarpan en mühim vas�f, Câhilliyye devrinin çirkin âdetleri, kötü ahlâk ve ya�ay��lar� ile f�trat�n� bozmam�� olmas�; ruh, kalp ve akl�n� �irk inanc�yla kirletmemi� bulunmas�yd�. Tan�nm�� bir tüccard�. Kavminin ileri gelenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Kurey�’in kan davalar�n� halleden de oydu. Bir di�er mühim vasf�da, Kurey� ailelerinin soy soplar�n�, nesep �ecerelerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesiydi.
Resûlullah Efendimiz, henüz aç�ktan davete ba�lamam��t�. Fakat yine de davas� kulaktan kula�a yay�lm�� ve Kurey� ileri gelenleri taraf�ndan duyulmu�tu.
Hz. Ebû Bekir, Yemen taraf�na yapt��� bir seyahatten henüz dönmü�tü. Ba�ta Ebû Cehil, Ukbe b. Ebî Muayt ve baz� Kurey� ileri gelenleri, kendisine “ho� geldin” demek için evine vard�lar. Hz. Ebû Bekir, “Ben Mekke’de yokken neler olup bitti? Önemli bir haber var m�?” diye sordu.
Onlar, “Ey Ebû Bekir!” dediler. “Büyük bir i� var! Ebû Tâlib’in yetimi Muhammed, peygamberlik iddias�na kalk��t�! Biz de senin Yemen’den dönü�üne kadar beklemeyi uygun bulduk. Art�k sen o dostuna git, ne edeceksen et!”
Hz. Ebû Bekir, derhal Fahr-i Kâinat’�n evine vard�; “Yâ Ebe’l-Kàs�m! Peygamberlik iddias�nda bulundu�un, kavminden ayr�ld���n ve atalar�n�n dinini kötüleyip inkâr etti�in do�ru mu?” diye sordu.
Resûl-i Zî�an Efendimiz, küçük ya�lar�ndan beri beraber olduklar� Hz. Ebû Bekir’in bu sözlerine önce tebessüm buyurdu, sonra da, “Yâ Ebû Bekir! Ben sana ve bütün insanlara gönderilmi� Allah Resûlüyüm! �nsanlar� tek bir olan Allah’a davet ediyorum! Sen de �ehâdet getir!” dedi.
Hz. Ebû Bekir’in ak�l ve gönül âleminde bir anda �im�ekler çakt�. Bu sözleri, küçük ya��ndan beri çok iyi tan�d���, zât�n� candan seven sayan ve o âna kadar mübarek dudaklar�ndan hilâf-� hakikat tek bir söz i�itmeyen Muhammedü’l-Emin’den (a.s.m.) duyuyordu. Hiçbir tereddüt emaresi göstermeden derhal, اَشْهَدُ اَنْ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِdiyerek Müslüman oldu.[1]
�slam’a davet kar��s�nda en ufak bir tereddüt göstermeyi�ini, Resûlullah Efendimiz, onun için bir fazilet sayarak �öyle buyurmu�tur:
“Ebû Bekir’den ba�ka, imana davet etti�im herkes bir duraklama, bir tereddüt, bir �a�k�nl�k geçirdi. Fakat o, kendisine �slam’� anlatt���m zaman ne duraklad� ve ne de tereddüt etti!”[2]
Resûl-i Ekrem Efendimizi, bu itibarl� dostunun Müslüman olmas� fazlas�yla sevindirdi. Hz. Âi�e validemizden gelen bu husustaki rivayet �öyle:
“Nebiyy-i Ekrem’i, iki da� aral���nda, Hz. Ebû Bekir’in Müslüman olmas�ndan daha çok sevindiren bir ba�ka hadise olmam��t�r.”
�slam’la �ereflenen Hz. Ebû Bekir’in daha evvel gördü�ü bir rüyas� da böylece gerçekle�mi� oldu: Rüyas�nda bir ay�n Mekke’ye indi�ini, sonra bölünerek �ehrin evlerine da��ld���n�, sonra da toplan�p kendi evine girdi�ini görmü�tü.
Bu rüyas�n� o zaman ehl-i kitaptan baz� âlimlere anlatm��t�. Onlar, gelmesi beklenen peygamberin pek yak�nda Mekke’den ç�kaca��n�, kendisinin de ona uyup bahtiyarlar aras�nda yer alaca��n� söylemi�lerdi.[3]
Hz. Ebû Bekir, Müslümanl���n� izhar etmekten de çekinmedi.
Müslüman olmas�, Kurey� aras�nda büyük bir yank� uyand�rd�. Çünkü o, Kurey� içinde itibarl�, sa�lam, güvenilir, sözünde sâd�k biri idi. Sevimlili�i ve yumu�ak huylulu�u da onu kavmine sevdirmi�ti.
Hz. Ebû Bekir, Müslüman olan hür ekreklerin ilk halkas�n� temsil ediyordu. Onun Müslüman olmas�yla, iman halkas� biraz daha geni�ledi, yollar biraz daha aç�ld� ve müstakim caddeye yürüyen bahtiyarlar daha da artt�. Onun vas�tas�yla Müslüman olan Hz. Bilâl-i Habe�î ile iman ve �slam nimetine eri�en ve her biri adeta bir s�n�f�n temsilcisi durumunda bulunan ilk Müslümanlar �unlar oldu:
Kad�nlardan, Hz. Hatice,
Çocuklardan Hz. Ali,
Hür erkeklerden Hz. Ebû Bekir,
Azatl� kölelerden Hz. Zeyd b. Hârise,
Kölelerden Hz. Bilâl-i Habe�î (Rad�yallahü Anhüm)
_______________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 268; �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 171.
[2] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 269; �bn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 206.
[3] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 165.
G�ZL� DAVET�N HIZ KAZANMASI
Hz. Ebû Bekir’in de Müslüman olmas�yla iman ve �slam’a gizli davet daha da h�z kazand�. �slam’a girme bahtiyarl���na erenler, yak�nlar� ve akrabalar�yla da bu bahtiyarl��� payla�mak istiyorlard�. Onlar� �irkin �zd�rab�ndan, Câhiliyyetin çirkin ahlâk�ndan kurtarmak için ç�rp�n�yorlard�.
Bu konuda da Hz. Ebû Bekir’in önde oldu�unu görüyoruz. Onun vas�tas�yla gizli davet devresinde �slam’la �ereflenenlerden birkaç� �unlard�r:
Osman b. Affan,
Zübeyr b. Avvam,
Abdurrahman b. Avf,
Sa’d b. Ebî Vakkas,
Talha b. Ubeydullah (R. Anhüm)[1]
Bu be� sahabe de, sonralar� cennetle müjdelenen on sahabe aras�nda yer alacaklard�r.
Müslüman erkekler listesine yeni yeni isimler eklenirken, kad�nlar aras�nda da �slam’�n nuru günden güne yay�l�yordu. �lk Müslüman kad�n Hz. Hatice’den sonra, henüz o s�rada �slam dairesine girmemi� bulunan Resûlullah’�n amcas� Hz. Abbas’�n han�m� Ümmü Fadl’�n, Hz. Ebû Bekir’in k�z� Esmâ’n�n ve yine o s�rada hidayete kavu�mam�� bulunan Hz. Ömer’in k�z karde�i Fât�ma’n�n, ilk Müslüman kad�nlar aras�nda yer ald�klar�n� görüyoruz.
Art�k �slam’a davet, iki kanaldan yürütülmektedir. Erkekler erkekler aras�nda, kad�nlar ise hemcinsleri içinde iman ve �slam nurunu yaymaya a�k ve �evk içinde devam etmektedirler. Ancak �unu da belirtelim ki kad�nlar�n iman câzibesine kendilerini daha çabuk kapt�rd�klar�, dikkatleri çekiyordu. Bunu, onlar�n çabuk duygulanan ve derhal tesir alt�nda kalan yarat�l��lar� icab� saymak mümkündür!
Bu arada mü�rikler de bo� durmuyorlard�. Hidayet güne�iyle gönüllerini ayd�nlatanlara hor bakmaya, onlara iftira ve sözlü hakaretlerde bulunmaya ba�lam��lard�. Ama bunlar�n hiçbiri, kâinatta en büyük kuvvet olan Allah’a iman hakikatini kalplerine nak�etmi� bulunan bu saadet asr�n�n mesut insanlar�n� korkutam�yor, davas�ndan geri çeviremiyor, hatta en ufak bir tereddüde dü�üremiyordu. �nsanlar�n tehdit ve korkutmalar�, Allah’a olan iman ve O’ndan korkman�n yan�nda, rüzgâr�n önünde bir toz, sel önünde bir çöp gibi zay�f ve dayan�ks�z kal�yordu!
__________________________________
[1] �bn Hi�aam, Sîre, c. 1, s. 268-269.
HZ. B�L�L-� HABE��'N�N ��KENCEYE U�RAMASI
Gizli davet devresinde �slam’la �ereflenen ve bundan dolay� mü�riklerin �iddetli i�kencelerine maruz kalan ilklerden biri de, “Bilâl-i Habe�î” diye bilinen, Bilâl b. Rebah Hazretleridir.
Hz. Bilâl, Müslümanlar�n amans�z dü�man� Ümeyye b. Halef’in kölesi iken, Hz. Ebû Bekir vas�tas�yla �slam’la �ereflenmi�tir.[1]
Bir anda gönlünü çepeçevre saran iman nuru, Hz. Bilâl için hadsiz bir cesaret kayna�� oluvermi�ti. Öyle ki bir köle iken, efendisini ve mü�riklerin her türlü bask�, i�kence ve eziyetlerini hiçe sayarak Müslümanl���n� aç�kça ilan etmekten çekinmedi.
�man�n girmedi�i kalp ta�tan daha kat�, Allah korkusunun bulunmad��� vicdan kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalbe ve vicdana sahip bir insanda ac�ma, �efkat ve merhamet aramak abestir. O insan, art�k bu haliyle mânen canavarla�m��t�r; hatta tahribat� cihetiyle canavarlar� bile geride b�rakm��t�r.
��te, �slam’�n di�er bütün amans�z dü�manlar� gibi Ümeyye b. Halef de böyle bir kalbin ve vicdan�n sahibiydi. Ve Hz. Bilâl, merhamet ve �efkat yoksunu bu kalp sahibinin kölesi idi.
Bu merhamet yoksunu adam�n nazar�nda Hz. Bilâl’in, kendisini yaratan tek Allah’a iman etmesi ve O’nun Peygamberi Hz. Muhammed’e sadâkat elini uzatmas� büyük suçtu!
��kence
Bunun için de o, en amans�z i�kencelere tâbi tutuluyordu. Bazen yirmi dört saat aç susuz b�rak�l�yor, Bazen boynuna ip tak�larak Mekke’nin ücretle tutulan çocuklar� taraf�ndan sokak sokak dola�t�r�l�yordu.
Ümeyye b. Halef’in bütün bu gayretleri bo�unayd�. Hz. Bilâl bir kere iman etmi�ti ve Allah’a teslim olmu�tu. Gönlü Resûlullah’�n muhabbetiyle gül�en olmu�tu. Onun için, bu eziyet ve i�kenceler alt�nda inim inim inlerken bile davas�n� mü�riklerin yüzlerine yüzlerine hayk�rmaktan geri durmuyordu: “Ehad! Ehad! [Allah birdir! Allah birdir!]”
�nand��� �slam davas�ndan her türlü eziyete ra�men zerre kadar tâviz vermeyen Hz. Bilâl’i, bu sefer efendisi Ümeyye b. Halef, kavurucu s�caklar alt�nda, s�rt�n� güne�in s�cakl���ndan ate� parças� haline gelmi� k�zg�n ta� ve kumlara sürttürüp yakt�r�r, a�z�na güne�te kurumu� bir lokma et verdikten sonra, gö�süne kocaman bir kaya parças� koydurur ve �öyle derdi:
“Andolsun ki sen ölmedikçe yahut Muhammed’i ve onun dinini inkâr ve reddederek Lât’a, Uzzâ’ya tapmad�kça, bu azab� üzerinden eksik etmeyece�im!”
Fakat vücudunun bütün zerreleriyle adeta bir iman âbidesi kesilmi� olan Hz. Bilâl, ölümü göze alarak �öyle hayk�r�rd�:
“Ben, Lât ve Uzzâ’y� kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir.”[2]
Bu sözleri duyan Ümeyye b. Halef, bütün bütün çileden ç�kar, Hz. Bilâl’in i�kencesini, bay�l�p kendinden geçinceye kadar art�r�rd�; sonra da çekip giderdi. Hz. Bilâl, nice zaman sonra kendine gelirdi.
Hz. Bilâl’in bütün bu dayan�lmaz eziyetlere, bu çekilmez i�kenceye kar�� tek dayanak noktas�, o ha�metli ve azametli iman�yd�. �man, evet, kâinat� kabza-i tasarrufunda tutan Cenab-� Hakk’a iman, O’nun sonsuz kudretine itimat, insan için sars�lmaz, y�k�lmaz bir istinad noktas�d�r. O, bu kahramanca tavr�yla adeta, “�man hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî iman� elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir” hakikatini bütün dünyaya ilan ediyordu.
Yine bir gün, Ümeyye b. Halef’in onu i�kenceden i�kenceye u�ratt��� bir s�rada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir, bu durumu gördü. Ümeyye’ye, “Sen hiç Allah’tan korkmaz m�s�n? Bu zavall�ya daha ne zamana kadar i�kence edeceksin?” dedi.
“Onun itikad�n� sen bozdun!” diye cevap verdi Ümeyye, “Kurtulmas�n� istiyorsan, onu sat�n al da kurtar!”
Hz. Ebû Bekir, “Ey Ümeyye!” dedi. “Benim, senin dininden siyah bir kölem var. Bundan daha güçlü, daha kuvvetlidir. Onu Bilâl’e kar��l�k sana vereyim, kabul eder misin?” dedi.
Ümeyye, “Kabul ettim!” dedi; sonra da gülerek, “Vallahi, kölenin kar�s�n� da vermedikçe olmaz!” diye konu�tu.
Hz. Ebû Bekir, “Olur” dedi.
Ümeyye yine sinsi sinsi güldü ve “Vallahi, bana kölenin kar�s�yla birlikte k�z�n� da vermedikçe olmaz!” dedi.
Hz. Ebû Bekir, bu teklife de, “Olur” diye cevap verdi.
Fakat az�l� mü�rik Ümeyye, adeta i�i yoku�a sürmek istiyormu�ças�na davran�yordu. Bu sefer haince gülü�ler aras�nda �u istekte bulundu:
“Vallahi, bana onlarla birlikte iki yüz dinar da üste vermedikçe olmaz!”
Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir, hiddetle, “Sen” dedi. “Ne utanmaz adams�n! Boyuna yalan söyleyip duruyorsun!”
Ümeyye bu sefer, “Hay�r!” dedi. “Lât’a, Uzzâ’ya andolsun ki art�k bunlar� bana verirsen, dedi�imi yapaca��m!”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Onlar�n hepsi senin olsun!” dedi ve Hz. Bilâl’i bu zâlim adam�n elinden kurtard�.
Hz. Bilâl’i alan Ebû Bekir’e (r.a.), Peygamber Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Onun üzerinde bir hakk�n olacak m�?”
Hz. Ebû Bekir, “Hay�r, yâ Resûlallâh!” dedi. “Onu azat ettim!”[3]
Hz. Bilâl’i, Ümeyye b. Halef gibi az�l� bir mü�ri�in elinden kurtar�p hürriyetine kavu�turan Hz. Ebû Bekir, bir müddet sonra onun gibi köle olan annesi Hamâme’yi de sat�n al�p azat etti.[4]
Hz. Bilâl-i Habe�î, Resûlullah Efendimizin has müezzini idi. Bir an olsun onun yan�ndan ayr�lmak istemezdi. Fahr-i Kâinat’�n dâr-� bekâya irtihalleri üzerine, zât�na ve yüksek ahlâk�na olan muhabbetinden dolay� Medine-i Münevvere’de kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayr�lmaya mecbur kald�. Bu esnada halife olan Hz. Ebû Bekir, yan�nda kalmas� için �srar edince, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Beni, kendin için sat�n ald�nsa yan�nda tut; yok e�er Allah r�zas� için sat�n ald�nsa, serbest b�rak da Allah yolunda cihada kat�lay�m!”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsaade etti. O da �am’a gitti. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti s�ras�nda orada vuku bulan gazâlara i�tirak etti.[5]
___________________________________________________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 232.
[2] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 340; �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 232.
[3] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 340; �bn Sa’d, Tabakat, c. 3. s. 238; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 299.
[4] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 340; �bn Sa’d, Tabakat, c. 3. s. 238; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 299.
[5] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 238; �bn Hacer, el-�sabe, c. 1, s. 169.
HZ. OSMAN M�SL�MANLARIN SAFINDA
Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz aç�ktan halka peygamberli�ini ilan etmemi�ti.
Bu devrede de, Hz. Bekir, son derece büyük bir cehd ve gayretle samimi dostlar�na �slamiyeti anlat�yordu.
Bir gün, Hz. Osman’a da Müslümanl�ktan bahis açt� ve onu alarak Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
Hz. Resûlullah, daima tebessüm eden parlak bir simaya sahip Hz. Osman’a, “Allah’�n ihsan� olan cennete ra�bet et. Ben, sana ve bütün insanlara hidayet rehberi olarak gönderildim!” dedi.
Resûlullah’�n bu sâde, bu samimi ve bu i’câzkâr sözleri kar��s�nda Hz. Osman, adeta kendinden geçer gibi oldu ve �ehâdet kelimesi kendi kendine mübarek dudaklar�ndan döküldü: “E�hedü en lâ �lâhe illallah ve e�hedü enne Muhammeden Resûlullah!”[1]Sonra da, daha önce �am’dan dönerken gördü�ü bir rüyas�n� Kâinat�n Efendisine anlatt�. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Biz Muan ile Zerka aras�nda bulundu�umuz ve uyudu�umuz s�rada bir münâdî, ‘Ey uyuyanlar, uyan�n! Ahmed, Mekke’de zuhur etti!’ diye seslenmi�ti. Mekke’ye gelince sizi i�ittik!”[2]
��kence
Yumu�ak huylu, edep ve hayâ sahibi ve cömert bir zât olan Hz. Osman ‘�n da Müslümanlar saf�na kat�lmas�, mü�rikleri fazlas�yla tedirgin etti. Kabilesi fertleri ona eza ve cefaya yeltendiler. Fakat o, her türlü eza ve cefaya gö�üs gerdi ve hak bildi�i yoldan zerre kadar inhiraf göstermedi.
Amcas� Hakem b. Ebi’l-Âs, kendisini bir urganla bir dire�e ba�lar ve döverek �öyle derdi:
“Sen, atalar�n�n dinini b�rak�r da sonradan ç�kma bir dine özenirsin, öyle mi? Andolsun ki tuttu�un bu dini b�rak�p tekrar atalar�n�n dinine dönmedikçe seni sal�vermeyece�im!”
Metanet âbidesi Hz. Osman ‘�n cevab� �u olurdu:
“Vallahi, ben hak ve hakikat dinini asla b�rakmam!”
O, günlerce bu cefa ve eziyetle kar�� kar��ya b�rak�ld�. Fakat zerre kadar iman�ndan tâviz vermedi. Onun bu metaneti ve büyüklü�ü kar��s�nda sonunda amcas� küçüldü ve onu sal�vermekten ba�ka çare bulamad�.[3]
Orta boylu, esmer tenli, güzel yüzlü, s�k sakall�, gür saçl� ve iri yap�l� olan Hz. Osman, f�traten temiz ve nezih bir insand�. �çki içmeyi Câhiliyye devrinde bile kendisine haram k�lm��t�. Servetini Allah yolunda ve din u�runda sarfetmekten zevk alan bahtiyarlardand�. Hâf�z-� Kur’an’d�. Geceleri, namaz�nda bütün Kur’an’� hatmederdi.
Cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Hz. Osman, ayn� zamanda Resûl-i Ekrem Efendimizin damad�d�r. Önce Peygamberimizin kerimesi Rukiyye’yi ald�. O vefat edince, Resûlullah, onu bu sefer k�z� Ümmü Gülsüm’le evlendirdi. Bu sebeple de “Zinnureyn” lakab�n� ald�.
_______________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 55.
[2] �bn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 55.
[3] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 55.
TALHA B�N UBEYDULLAH'IN M�SL�MAN OLU�U
Hz. Osman’�n �slam’�n saadet dolu sînesine ko�u�unu, Hz. Talha b. Ubeydullah takip etti.
Ticaret maksad�yla bir seyahate ç�km��t�. Busra panay�r�nda bulundu�u bir s�rada, oradaki manast�rda ya�ayan bir rahip, “Bu pazar halk� içinde Mekke’den kimse var m�?” diye seslendi.
Hz. Talha, “Evet, ben Mekkeliyim” deyince rahip, “Ahmed zuhur etti mi?” diye sordu.
Hz. Talha, “Ahmed kim?” deyince de rahip, “Abdullah b. Abdülmuttalib’in o�ludur! Mekke, onun zuhur edece�i �ehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur! Kendisi, Harem-i �erif’ten ç�kar�lacak, hurmal�k, ta�l�k ve çorak bir yere hicrete mecbur b�rak�lacakt�r” cevab�n� verdi.
Rahibin bu sözleri Talha’n�n dikkatini çekmi�ti. Mekke’ye gelir gelmez halka, “Yeni bir haber var m�?” diye sordu.
“Evet...” dediler. “Abdullah’�n o�lu Muhammedü’l-Emin, peygamber oldu�unu iddia etti. Ebû Kuhâfe’nin o�lu Ebû Bekir de, ona tâbi oldu!”
Bunun üzerine derhal Hz. Ebû Bekir’in yan�na vard� ve “Sen, Muhammed’e tâbi oldun mu?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “Evet...” dedi. “Ben ona tâbi oldum. Sen de git, ona tâbi ol! Zira o, insanlar� hak ve gerçek olana davet ediyor!”
Hz. Talha da rahipten duyduklar�n� Hz. Ebû Bekir’e anlatt�ktan sonra, beraberce Allah Resûlünün huzuruna geldiler. Derhal Müslüman olan Hz. Talha, rahibin söylediklerini anlat�nca da Peygamber Efendimiz gülümsedi.[1]
Mü�rikler, Hz. Talha gibi faziletli bir insan�n da Müslüman olmas�na tahammül edemediler. Kurey�’in az�l� pehlivanlar�ndan Nevfel b. Adviye, onu bir ipe ba�lay�p i�kenceye u�ratt�.
Genç ya�ta �slamiyetle �ereflenen Hz. Talha, cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun hakk�nda, “Yeryüzünde yürüyen bir �ehide bakmak isteyen, Talha’ya baks�n!” buyurmu�lard�r.[2]
Son derece cömert ve cesur bir sahabe idi. Uhud Harbi’nde Peygamber Efendimize at�lan oklara elini tutmu� ve bu yüzden parmaklar� çolak kalm��t�. Ayn� harpte seksene yak�n yara ald��� halde Resûlullah’�n yan�ndan ayr�lmam��t�.[3]
________________________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 214-216; �bn Hacer, el-�sabe, c. 2, s. 220-221.
[2] Buharî, Sahih, c. 2, s. 107, c. 4, s. 211-212.
[3] �bn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 219; �bn Hacer, a.g.e., c. 2, s. 221.
HAL�D B�N SA�D'�N �SL�M'A G�R���
�slam’a gizli davet devri henüz devam ediyordu.
Bu s�rada Müslümanlar saf�na Kurey�’in mümtaz bir �ahsiyeti daha kat�ld�: Hâlid b. Said. Hz. Hâlid, Kurey�’in ileri gelen ve zengin bir ailesine mensuptu.
Arap edebiyat ve ilmini gayet iyi bilen Hz. Hâlid, bir gece rüyas�nda, babas�n�n kendisini tutup cehenneme atmak istedi�ini, fakat Resûlullah’�n yeti�ip kendisini cehenneme dü�mekten kurtard���n� gördü.
Feryat ederek uyand�. Böylesine berrak bir rüyan�n manas�z olamayaca��n� idrak eden Hz. Hâlid, kendi kendine, “Vallahi, bu rüya gerçektir!” dedi ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’e ko�tu. Rüyas�n� anlat�nca, S�dd�k-� Ekber, “Hakk�nda hay�rl� olmas�n� dilerim!” dedi. “Seni o Resûlullah kurtaracakt�r. Hemen git, ona tâbi ol! Sen, ona tâbi olacak, �slam dinine girecek, onunla birlikte bulunacaks�n! O da seni, rüyada gördü�ün gibi cehenneme dü�mekten kurtaracakt�r.”
Hz. Hâlid, hemen Resûlullah’�n yan�na vard� ve “Yâ Muhammed! Sen, insanlar� hangi �eylere davet ediyorsun?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben” dedi. “Halk�, tek olan ve �eriki bulunmayan Allah’a, Muhammed’in de O’nun kulu ve resûlü oldu�una iman etmeye; i�itmez, görmez, hiçbir fayda ve zarar vermez, kendisine tap�nanlar� da tap�nmayanlar� da bilmez birtak�m ta� parçalar�na tapmaktan vazgeçmeye davet ediyorum!”
Bu sözleri dikkat ve hürmetle dinleyen Hz. Hâlid, derhal �ehâdet getirdi: “Ben �ehâdet ederim ki Allah’tan ba�ka ilâh yoktur ve yine �ehâdet ederim ki sen Allah’�n Resûlüsün!”[1]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu zât�n �slam dairesine girmesine fazlas�yla sevindi.
Hz. Hâlid, Müslüman olur olmaz, evinde ve etrafta da �slamiyetten bahsetmeye ba�lad�. Bir müddet sonra zevcesi Ümeyne de Müslümanlar saf�nda yer ald�.
��kence
O�lunun Müslüman oldu�u haberini alan Kurey�’in zenginlerinden ve ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlas�yla hiddetlendi.
Hz. Hâlid’in bir gün, Mekke’nin tenha bir yerinde namaz k�lmakta oldu�unu duydu. Di�er o�ullar�n� gönderip onu yan�na getirtti. Hiddetli hiddetli, “Sen” dedi. “Muhammed’in, kavmine muhalefet etti�ini, getirdi�i itikadlarla kavminin ilâhlar�n� ve geçmi� atalar�n� kötüledi�ini görüp durdu�un halde ona tâbi oldun, öyle mi?” Sonra, �slamiyetten vazgeçmesi için bir sürü lâf etti.
Ancak gönlünü iman nuruyla ayd�nlatan Hz. Hâlid’in zerre kadar tereddüdü yoktu ve asla pi�manl�k duymuyordu. Çat�k ka�larla bakan babas�na, “Vallahi, Muhammed (a.s.m.) hak söylüyor! Ona tâbi oldum. Ölümü göze al�r�m da onun dinini asla b�rakmam!” diye cevap verdi.
Bu sözlere fena halde k�zan Ebû Uhayha, elindeki de�nekle, k�r�l�ncaya kadar onu dövdü.
Fakat nâfile! Sebat ve metanetin menba� olan iman, art�k Hz. Hâlid’in kalbinde yer etmi�ti ve o, bu iman nuruyla mutmain olmu�tu. Eza, cefa, bu iman kar��s�nda zerre kadar menfi tesir icra edemiyordu.
Daya��n kâr etmedi�ini gören zâlim baba, bu sefer, “Git!” dedi. “Senin ia�eni, r�zk�n� kesece�im! �stedi�in yere git!”
R�zk�n� verenin Allah oldu�unu bilen Hz. Hâlid, yine ald�rmad� ve “Ey babac���m!” dedi. “Sen benim r�zk�m� kesersen, elbette Allah, bana geçinece�im �eyi verir!”
Baba Uhayha, bu sefer onu al�p hapsettirdi. Ev halk�na tehdidi ise �u oldu:
“E�er biriniz onunla konu�acak olursa, onu peri�an ederim!”
Hz. Hâlid, günlerce aç ve susuz b�rak�ld�.[2]
�nanc� u�runda kendisine böylesine eza ve cefay� revâ gören baban�n yan�nda kalmak art�k manas�zd�. Bir f�rsat�n� bulup, babas�n�n elinden kurtuldu. �kinci Habe�istan hicretine kadar babas�na görünmedi.[3]
Habe�istan’a giden ikinci hicret kafilesine zevcesiyle kat�larak Mekke’den ayr�ld�.
Hz. Hâlid, Câhiliyye devrinde mükemmel yaz� yazan birkaç �ahsiyetten biriydi. Rivayete göre, Resûl-i Ekrem Efendimizin Yemen Hükümdar�na verdi�i emannâmenin metnini ve di�er birçok muahedenâmeyi de Hz. Hâlid kaleme alm��t�r.[4]
_____________________________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 94; �bn Hacer, el-�sabe, c. 1, s. 406.
[2] �bn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 95.
[3] �bn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 95; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 282
[4] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 265; �bn Abdi’l-Berr, el-�stiab, c. 2, s. 421.
SA'D B�N EB� VAKKAS'IN �SL�M�YETLE �EREFLENMES�
Sa’d b. Ebî Vakkas, henüz 17 ya�lar�nda, hareket ve heyecan dolu bir genç idi. Bu s�rada bir rüya gördü: Zifirî bir karanl���n içindeyken, birdenbire parlak bir ay do�uyor ve o, ay�n ayd�nlatt��� yolu takip ediyor. Sonra ayn� yolda, Zeyd b. Hârise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’in önünden ilerledi�ini görüyor. Kendilerine, “Siz ne vakit buraya geldiniz?” diye soruyor. Onlar da, “�imdi” diye cevap veriyorlar.[1]
Bu rüyas�ndan üç gün sonra, �slam’a gizli davet devresinde fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebû Bekir, kendisine �slamiyetten bahsetti, sonra da al�p Resûl-i Zî�an Efendimizin huzuruna götürdü. �slamiyet hakk�nda Resûl-i Ekrem Efendimizden malumat alan Hz. Sa’d, hemen orada Müslüman oldu.[2]
Nesebi, hem baba taraf�ndan hem de anne taraf�ndan Peygamber Efendimizle birle�ir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa’d da, annesi taraf�ndan Zühreo�ullar�na mensup bulundu�undan, Hz. Sa’d annesi taraf�ndan Peygamberimizin day�s� dü�erdi. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, “��te day�m Sa’d! Böyle bir day�s� olan varsa bana göstersin!” diyerek kendisine iltifatta bulunurdu.[3]
Hz. Sa’d ve Annesi
Hz. Sa’d’�n Müslüman olmas�, annesi Hamne’nin ho�una gitmedi. O�lu, atalar�n�n dinini b�rak�p yeni dine, onun r�zas� olmadan nas�l tâbi olabilirdi? O�lunun kendisine kar�� sayg�s�n� ve ba�l�l���n� bilen Hamne, onu �slamiyetten vazgeçirip tekrar putperestli�e döndürmek için kararl�yd�. Bir gün kendisine �öyle dedi:
“Allah’�n, sana h�s�m ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emretti�ini söyleyen, sen de�il misin?”
Hz. Sa’d, “Evet” dedi.
Bunun üzerine as�l maksad�n� �u cümlelerle ifade etti:
“Yâ Sa’d!” dedi. “Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açl�k ve susuzluktan helâk oluncaya kadar a�z�ma hiçbir �ey almayaca��m! Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ay�planacaks�n!”
O güne kadar, Hz. Sa’d, annesinin her iste�ine boyun e�mi�ti. Bir dedi�ini iki etmemi�ti. Fakat art�k o, Allah’a iman etmi� ve Resûlüne kalbinin bütün samimiyetiyle teslim olmu�tu. Elbette, her �eyini bu iman ölçüsü içinde de�erlendirecekti!
Annesinin yememekte ve içmemekte inat etti�ini görünce, yan�na vard� ve “Ey anne!” dedi. “Senin yüz can�n olsa ve her birini �slamiyeti b�rakmam için versen, ben yine dinimde sâbit kal�r�m! Art�k ister ye, ister yeme!”[4]
Bu cevap üzerine anne Hamne’nin inad�, Hz. Sa’d’�n hakta sebat� kar��s�nda eridi; hem yemeye, hem de içmeye ba�lad�. Böylece bir kere daha küfür iman�n, �irk tevhidin azameti kar��s�nda ezildi ve ma�lubiyetini ilan etti!
Hz. Sa’d ile annesi aras�nda geçen bu hadise üzerine Cenab-� Hak, Ankebut Suresi’nin 8. ayetini göndererek, mü’minlere ebedî bir ölçü verdi: “Biz insana, ana ve babas�na iyilikte bulunmas�n� tavsiye ettik. Bununla beraber, hakk�nda bilgi sahibi olmad���n (ilâh tan�mad���n) bir �eyi Bana ortak ko�mak için sana emrederlerse, art�k onlara (bu hususta) itaat etme! Dönü�ünüz ancak Banad�r. Ben de, yapt���n�z� (amellerimizin kar��l���n�) size haber verece�im!”[5]
Hamne, o�lunu �slam’dan vazgeçirmek için bu sefer ba�ka bir yol denedi: Bir gün Hz. Sa’d, evde namaz k�larken, konu kom�usunu da ça��rd� ve hep beraber kap�y� kapatarak onu evde hapsettiler. Ci�erpâresine eziyet edecek kadar �irkin kalbini kat�la�t�rd��� Hamne, o s�rada �öyle ba��r�yordu:
“Ya o burada girdi�i yeni dini terk eder veya ölür gider!”
�irk ve dalâletin kalpleri nas�l karart�p merhamet ve �efkatten mahrum hale getirdi�ini, bir annenin öz evlad�na eziyet etmekten çekinmemesinden anlamam�z mümkündür!
Hadiseler, hep Hamne’nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü �slamiyetten vazgeçirmek için ç�rp�n�p durdu�u Hz. Sa’d’�n pe�ini o�lu Âmir de takip etmi� ve Müslüman olmu�tu.
Büsbütün h�rç�nla�an Hamne, bu sefer Âmir’in yakas�na yap��t� ve “Tuttu�un dini b�rakmad�kça, �u hurma a�ac�n�n alt�nda gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyece�im!” dedi.
Allah’a iman�n ve Resûlüne tâbi olman�n hadsiz zevkini tadan ve �slam’�n emirlerini ihlâs ve samimiyetle ya�ayan Hz. Sa’d, annesinin bu yeminini duyar duymaz yan�na vard�. “Ey anne!” dedi. “Cehennem ate�i dura��n oluncaya kadar sak�n ‘Gölgeleneyim, yiyip içeyim’ deme!”[6]
Bu harika iman, sars�lmaz azim ve irade kar��s�nda anne Hamne’nin elinden, susmaktan ba�ka bir �ey gelmedi.
Hz. Sa’d’�n Cesareti
Müslümanlar�n, mü�rikler taraf�ndan i�kence ve eziyet cenderesine al�nd�klar� en çetin bir s�rada idi.
Hz. Sa’d, ilk Müslümanlardan birkaç�yla Mekke’nin Ebû Dübb vadisinde namaz k�lmakta idiler. Mü�riklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan, birkaç mü�rikle yanlar�na geldi. Yapt�klar� ibadetin as�ls�z bir �ey oldu�unu iddiaya kalk���nca, yaka paça birbirlerine girdiler. Hz. Sa’d, eline geçirdi�i bir deve çenesi kemi�iyle mü�riklerden birinin ba��n� yard�. Bunu gören di�er mü�rikler, cesaretlerini kaybettiler ve kaçmaya ba�lad�lar. Müslümanlar da onlar� vadiden ç�k�ncaya kadar kovalad�lar.
Böylece, Hz. Sa’d, “Allah yolunda ilk kan döken sahabe” unvan�n� alm�� oldu. �slam tarihinde dökülen ilk kan budur!
Ayn� zamanda son derece cömert olan Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas, cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Allah Resûlü zaman�nda bütün gazâlara kat�ld�. Uhud Harbi’nde Fahr-i Kâinat’a vücudunu siper etti ve mü�riklere öylesine ok att� ki Allah Resûlünün, hiçbir faniye nasip olmayan �u hitab�na mazhar oldu:
“Anam babam, sana feda olsun yâ Sa’d! Durma, at!”[7]
Hz. Ali der ki:
“Resûlullah (a.s.m.), ‘Fedake ebî ve ümmi’[8](Anam babam sana feda olsun) cümlesini sadece Uhud günü Hz. Sa’d için söyledi.”[9]
Ayn� muharebede, Hz. Sa’d, her ok att�kça, Allah Resûlü, “�lâhî, bu Senin okundur” diyor ve onun için �öyle dua ediyordu:
“Allah�m! Sana dua etti�inde Sa’d’�n duas�n� kabul et, at���n� da do�rult!”[10]
Allah Resûlünün,“Allah�m, onun duas�n� kabul et!” buyurmas� sebebiyledir ki kahramanl���, cesareti ve ok atmadaki mahareti yan�nda duas�n�n kâbulüyle de �öhret bulmu�tur. �slam dü�manlar� onun k�l�ç ve okundan korktuklar� gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun dua oklar�ndan korkarlard�. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.[11]
�slam’a davetin henüz gizli devresinde, ömrünün bahar�nda Müslüman olan Hz. Sa’d, o genç ya��ndan itibaren bütün ömrünü �slam’a hizmette geçirdi. Hz. Ömer devrinde �ran’a gönderilen ordunun kumandanl���na tayin edildi ve Kadisiyye Zaferi’nin kumandanl���n� yürüterek Kisrâ ülkesini fethedip �slam topraklar�na katt�. Bu sebeple ona “�ran Fâtihi” unvan� verildi.
________________________________________________________________________________
[1] �bn Esîr, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 292.
[2] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 266; �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 139; Taberî, Tarih, c. 2, s. 216.
[3] �bn Hacer, el-�sabe, c. 2, s. 33; �bn Esir, a.g.e., c. 2, s. 291.
[4] �bn Hacer, el-�sabe, c. 2, s. 31; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 280.
[5] Bu âyet-i kerîmenin hükmüne göre bir evlat, anne babas�n�n ancak �slam’�n d���nda olmayan me�ru emirlerini tutmakla mükelleftir. Böyle bir itaat evlat üzerine vaciptir. Aksi hâlde, yani anne veya baba, Müslüman evlad�n� iman�n ve �slam’�n d���nda birtak�m me�ru olmayan hareketleri i�lemeye emir ve te�vik ederse, bu sefer onlara bu hususta itaat etmemek vaciptir. Çünkü “Allah’a isyan olacak �eyde kullara itaat edilmez, emirleri yerine getirilmez.” kaidesi, �slam’�n bir düsturudur (Nesefî, Tefsir, c. 3, s. 251).
[6] �bn Esir, a.g.e., c. 2, s. 292.
[7] �bn Sa’d, a.g.e., c. 2, s.139.
[8] “Fedake ebî ve ümmi” tâbiri, as�l manas�nda de�il, örfî manas�nda kullan�l�r. Bu kelimeler, râz� olmay�, memnun olmay� ifade eder. Yapt��� tebcile �âyan bulunan zâtlar, bu kelimelerle medh ve senâ edilirler.
[9] Müslim, Sahih, c. 7, s. 125.
[10] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 141.
[11] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 149.
EB� ZERR-� GIFAR�'N�N �SL�MLA �EREFLENMES�
�slam’�n ebedî nuru, gizliden gizliye ruhlar� sarmaya ve gönülleri fethetmeye devam ediyordu. �lk Müslümanlar bütün samimiyetleriyle Hz. Resûlullah’�n muallimli�inde �lâhî davay� ö�renmeye ve ya�amaya çal���yorlard�.
Peygamber Efendimiz, henüz davas�n� â�ikâre ilan etmemi�ti; ama buna ra�men, Mekke’nin d���nda da birçok yerden, beklenen Son Peygamberin zuhur etti�ine dair haber duyanlar vard�. Bunlardan biri de, G�far kabilesine mensup Ebû Zerr idi.
Ebû Zerr, Câhiliyye devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikati arayan, Araplar�n güzide �âirlerinden biriydi. Duydu�u haber üzerine önce, arad��� rehber zât�n Mekke ufuklar�nda parlayan zât olup olmad���n� anlamak maksad�yla kendisinden de üstün bir �âir olan karde�i Üneys’e, “Haydi, Mekke’ye, zuhur etti�i söylenen zâta git, kendisiyle bir görü� ve onun hakk�nda bana haber getir” diyerek onu Mekke’ye gönderdi.
Üneys, karde�inin bu tâlimat� üzerine Mekke’ye geldi ve Peygamber Efendimizle görü�üp konu�tuktan sonra geri döndü.
Ebû Zerr, “Ne haber getirdin? Halk onun hakk�nda ne söylüyor?” diye sordu.
Üneys, “Gördü�üm zât, halka iyilikte bulunmay�, kötülükten sak�nmay� tavsiye ediyor ve güzel ahlâk� duyuruyor” dedikten sonra, sözlerine �öyle devam etti:
“Halk, ‘�âirdir, kâhindir, sâhirdir’ diyor! Ama ben kâhinlerin sözlerini i�ittim. Onun söyledikleri kat’iyyen kâhinlerin sözlerinden de�ildir. Söylediklerini, �âirlerin de her türlü �iirleriyle k�yas ettim; aralar�nda hiçbir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri �iirden ba�ka, apayr� bir �ey! Bundan sonra ona �âir demek kimsenin a�z�na yak��maz. Hülâsa, yeminle derim ki Muhammed (a.s.m.) sâd�kt�r; ona çe�itli ithamlara yeltenenler ise kâziptir, yalanc�lar�n ta kendileridir.”[1]
Ebû Zerr karde�ine, “Sen” dedi. “Beni rahatlat�c� fazla bir malumat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat görmeliyim!”
Üneys, onu ikaz etti: “Gitmesine git, ama kendini Mekke halk�ndan kolla! Çünkü onlar Muhammed’e kar�� dü�man cephesi kurmu�lard�r!”
Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâs�n�, s�rt�na bir su k�rbas� ile bir az�k da�arc��� alarak yola dü�tü. Çölleri a�a a�a gelip Mekke’ye kavu�tu ve do�ruca Kâbe’ye gitti. Resûl-i Ekrem’i arad�, fakat tan�mad��� için bulamad�. Kimseye sormaya da cesaret edemedi; hem de uygun bulmad�. Çünkü karde�inin de söyledi�i gibi, Mekke’de Müslümanlarla mü�rikler aras�nda �iddetli bir mücadele vard� ve Müslümanlar çok nâzik bir devreyi ya��yorlard�.
Mescid-i Haram’da kalmaktan ba�ka bir çaresi yoktu. Öyle yapt�. Açl���n� ise zemzem suyu içerek gideriyordu.
Bir aral�k Hz. Ali, onu Mescid-i Haram’�n bir kö�esinde büzülmü� halde gördü. Yan�ndan geçerken, kendi kendine, “Zann�mca bu adam uzak bir yoldan gelmi�tir” diye konu�unca Ebû Zerr, “Evet” dedi. “Uzak bir yoldan gelmi�im!”
Hz. Ali, “Gel, evimize gidelim” dedi ve onu al�p evinde misafir etti. �kisi de ihtiyatl� ve tedbirli davrand�klar�ndan o geceyi birbirlerine aç�lmadan geçirdiler.
Sabah olunca Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup bulmak için Mescid-i Haram’a gitti; fakat ayn� �ekilde hiç kimseden Efendimiz hakk�nda bir malumat alamad�.
Yine ayn� kö�ede ümitsiz bir vaziyette beklerken yan�na Hz. Ali u�rad�; tekrar kendi kendine, “Bu adamca��z�n hâlâ yerini ö�renmek zaman� gelmedi mi?” diye konu�tu. Bunun duyan Ebû Zerr, “Hay�r...” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali ayn� �ekilde, “Haydi, öyle ise bize gidelim” dedi ve al�p evine misafir götürdü.
Bu sefer birbirlerine aç�ld�lar. Önce Hz. Ali, “Nereden ve niçin geliyorsun?” diye sordu.
Ebû Zerr, “E�er, gizli tutaca��na söz verirsen, sana anlat�r�m!” dedi.
Hz. Ali, “Emin olabilirsin” kar��l���n� verince, Ebû Zerr as�l maksad�n� aç�klad�. “Ben” dedi. “G�far kabilesindenim. Buradan peygamberlik iddias�nda bulunan bir zât�n zuhur etti�i haberini duydum. Bizzat onu görüp konu�ay�m, diye geldim!”
Samimi maksad�n� anlayan Hz. Ali, “Sen, bu hareketinle ak�ll�l�k ettin, do�ruyu buldun!” diye konu�tuktan sonra, “Ben” dedi. “�imdi Resûlullah’�n yan�na gidiyorum. Sen de pe�imden gel! Benim girdi�im yere sen de gir! E�er ben yolda sana zarar verece�inden korktu�um birisini görürsem, pabucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yürür gidersin!”
Evden ç�kt�lar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan takip ediyordu. Hiçbir anormal durumla kar��la�madan Hz. Resûlullah’�n huzuruna vard�lar.
Ebû Zerr,“Selam, sana olsun ey Allah’�n Resûlü!” dedi.[2]
Resûl-i Ekrem, “Allah’�n rahmeti, senin üzerine de olsun” dedikten sonra, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Ben, G�far kabilesindenim” diye cevap verdi.
“Ne zamandan beri buradas�n!”
“Üç gün üç geceden beri buraday�m!”
“Seni kim doyuruyor?”
“Tek yiyece�im zemzem suyu idi. �i�manlad�m bile! Hiç açl�k ve susuzluk duymad�m!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Zemzem, mübarek, doyurucu bir yiyecektir” buyurdu.
Sonra Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah! Bana �slam’� anlat” dedi.
Resûlullah Efendimiz, �slamiyeti kendilerine anlat�nca, derhal �ehâdet getirerek Müslüman oldu.[3]
Müslümanl���n� �lân Etti!
�ehâdet getirerek �slam’la �erefyab olan Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri asla elden b�rakmayan Resûlullah’�n tavsiyesi �u oldu:
“Yâ Ebû Zerr! Sen, �imdilik bu i�i gizli tut! Ve memleketine dön, git! ��i aç��a vurdu�umuzu haber ald���n zaman gel!”
Vecd ve heyecan mâdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki ben bunu mü�riklerin aras�nda aç�kça ilan edece�im!” Sonra da kalk�p do�ruca Kâbe’ye ko�tu ve mü�riklere kar�� pervas�zca, “Ey Kurey� toplulu�u! Ben �ehâdet ederim ki Allah’tan ba�ka ilâh yok ve Muhammed, O’nun Resûlüdür!” diye hayk�rd�.
Bu kahramanca hayk�r��, mü�rikleri hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çulland�lar ve onun bay�lt�ncaya kadar dövdüler. E�er, henüz o s�rada �slamiyete girmemi� olan Hz. Abbas, yeti�ip, G�far kabilesine mensup oldu�unu ve bu kabilenin de �am ticaret yoluna hâkim bulundu�unu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi!
Fakat iman�n verdi�i cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr’i, bu darbeler de y�ld�rmad�. �kinci gün ayn� �ekilde ve ayn� yerde, yine mü�riklere kar�� Allah’�n varl�k ve birli�ini, Hz. Resûlullah’�n da O’nun hak peygamberi oldu�unu pervas�zca hayk�rd�. Tekrar mü�riklerin a��r darbelerine maruz kald�. Yine araya Hz. Abbas girdi ve “Yaz�klar olsun size! Siz, G�far kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz? Onlar�n sizin ticaret yeriniz ve yolunuz üzerinde bulundu�unu bilmiyor musunuz?” diyerek onu mü�riklerin merhametsizce savurduklar� darbelerden kurtard�.[4]
Bu hadiseden sonra Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicret’in alt�nc� y�l�na kadar da orada kald�. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek Gazâlar�nda bulunamad�. Fakat bunlardan sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yan�ndan ayr�lmad�.
_______________________________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 224; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153-154.
[2] �slam’da bu türlü ilk selam veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.
[3] �bn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 224-225; Müslim, Sahih, c. 7, s. 153-154.
[4] �bn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 255.
HABBAB B�N ERET'�N M�SL�MAN OLMASI
Habbâb b. Eret, Ümmü Anmar ad�nda �slam dü�man� bir kad�n�n azatl� kölesiydi. Demirci idi, k�l�ç yapard�. Peygamber Efendimizle öteden beri görü�ür ve konu�urdu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü’l-Erkam’a yerle�medi�i bir s�rada gelip Müslüman oldu.
O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanl���n� ilan etmek demek, mal�ndan ve can�ndan olmay� göze almak demekti. Buna ra�men, Hz. Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden �slam’la �ereflendi�ini kahramanca ilan ve izhar etti.
��kence
Kurey�li mü�rikler, Müslüman oldu�unu duyunca, onu da eziyet ve i�kencelere tâbi tuttular. Ümmü Anmar, hiddetinden ç�ld�racak gibiydi. Onu ba�latt�, ate�te k�zd�rtt��� demirle ba��n� da�latt�. Hz. Habbâb, geçim vas�tas� olan mesle�iyle �imdi i�kenceye u�ruyordu! Ama nâfileydi! Onun gönlü iman ate�iyle çoktan tutu�mu�tu.
Bir gün ç�k�p Resûlullah’�n huzuruna geldi. Ümmü Anmar’dan ve ba��n�n �zd�rab�ndan �ikayet etti. Peygamber Efendimiz, “Yâ Rab! Habbab’a yard�m et!” diye dua etti.
Bu duan�n hemen akabinde Ümmü Anmar, �iddetli bir ba� a�r�s�na mübtelâ oldu. A�r�n�n �zd�rab�ndan inler, dururdu. Sonunda kendisine, ba��n� ate�le da�lamas� tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun ba��n� da�lad�.
Hz. Habbâb, Ate� Alevi �çinde
Merhametten mahrum mü�rikler, bir gün Hz. Habbâb’�n gözleri önünde kocaman bir ate� yakt�lar. Onu ate�in üzerine yat�r�p, ayaklar�yla gö�süne bast�lar. Bir müddet öyle b�rakt�lar.[1]
Seneler sonrayd�. Hz. Ömer, �slam’�n halifesi idi. Yan�nda Hz. Habbâb bulundu�u bir s�rada, �slam u�runa çektikleri eza ve cefay� kastederek, “Yeryüzünde �u meclise bundan daha lây�k ve müstahak olan, sadece bir tek adam vard�r” diye konu�tu. Hz. Habbâb merak edip, “Yâ Emîre’l-Mü’minîn! Kimdir o?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Bilâl’dir” diye cevap verdi.
Hz. Habbâb, “Yâ Emîre’l-Mü’minîn! O benim kadar i�kence çekmemi�ti! Çünkü mü�riklerin eziyetlerinden Bilâl’i koruyan vard�. Benim ise, koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmad� da...” dedikten sonra mü�rikler taraf�ndan ate� içine yat�r�lmas�n� da �öyle anlatm��t�:
“Bir gün mü�rikler beni tuttular. Ate� yakt�lar. Ate�in içine beni s�rtüstü yat�rd�lar. Sonra adam�n biri gö�sümün üzerine bast�. Yer so�uyuncaya kadar da beni b�rakmad�!” Bu sözlerinden sonra da Hz. Habbâb, s�rt�n� açt�. Ate� yan�klar�ndan, s�rt� alaca olmu�tu!
Peygamberimize Ba�vurmas�
Her türlü eziyet ve i�kenceye ra�men Hz. Habbâb, iman ve �slamiyetinden zerre kadar tâviz vermiyor, Allah’a ve Resûlüne sonsuz muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu. O, bir köle idi. Mü�riklerle ba�a ç�kacak durumda de�ildi. Maruz kald��� eza ve cefalardan dolay� Resûlullah’a ba�vurmaktan ba�ka elinden hiçbir �ey gelmiyordu. Bir gün öyle yapt�. Efendimizin huzuruna ç�karak, “Yâ Resûlallah! Çekti�imiz �u i�kencelerden kurtulmam�z için Allah’a dua etmez misin?” dedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz hem ibret, hem de müjde dolu �u cevab� verdi:
“Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vard� ki demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup kaz�n�rd� da bu i�kence yine onu dininden döndüremezdi. Testereyle tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu i�kenceler onlar� dinlerinden geri çeviremezdi. Allah, elbette bu i�i (�slamiyeti) tamamlayacakt�r ve bütün dinlerden üstün k�lacakt�r. Öyle ki hayvan�na binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek ba��na giden bir kimse, Allah’tan ba�kas�ndan korkmayacak, koyunlar� hakk�nda da kurt sald�rmas�ndan ba�ka hiçbir endi�e duymayacakt�r. Fakat siz acele ediyorsunuz.”[2]
Âs b. Vâil’e Verdi�i Cevap
Hz. Habbâb’�n, az�l� mü�riklerden Âs b. Vâil’den mühimce bir alaca�� vard�. Bir gün gidip alaca��n� istedi. Bu az�l� mü�rik, “Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyece�im!” dedi. Hz. Habbâb, “Ben her �eyimden vazgeçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Âs b. Vâil, “Ben, öldükten sonra dirilecek miyim? E�er böyle bir �ey olacaksa, sabret! Diriltilip mal�ma ve evlad�ma tekrar kavu�tu�um o gün, sana olan borcumu öderim!”[3]diye küstahça konu�tu. Âs b. Vâil’in bu sözleri üzerine Cenab-� Hak, indirdi�i ayet-i kerimelerde �öyle buyurdu:
“�imdi �u ayetlerimizi ve ‘Elbette bana mal ve evlat verilecektir!’ diyen adam� gördün mü? O, gayba muttali mi olmu�? Yoksa Rahmân’�n huzurunda bir söz mü alm��? Hay�r, öyle de�il. Biz, onun dedi�ini yazaca��z ve azab�n� da ço�altt�kça ço�altaca��z! Ve o söyledi�i �eyleri hep elinden alaca��z da, o bize tek ba��na gelecektir!”[4]
Hz. Habbâb, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanl���n� ilan etti�i gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur’an-� Kerim’i okutmak ve ö�retmekle de me�gul olurdu. Hz. Ömer, elinde yal�n k�l�ç, eni�tesi ve k�z karde�inin evine h���mla girdi�i zaman da, yine bu fedakâr sahabe, onlara yeni inen ayetleri okuyor ve ö�retiyordu.
_____________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 165.
[2] Buharî, Sahih, c. 4, s. 238-239.
[3] �bn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 164-165.
[4] Meryem, 77-80.
PEYGAMBERL���N �L�NI VE D�VET�N B�R�NC� SAFHASI
Bütün insanl��a hitap edecek ve bütün dünyay� kucaklayacak bir din, elbette gizli kalamazd�. Madem insanl��� maddî mânevî huzura kavu�turmak için bu din gönderiliyordu; öyle ise, aç�ktan aç��a insanlara bildirilmesi ve tebli� edilmesi zarurî idi.
Cenab-� Hak, kâinatta her �eyi tedric kanununa ba�lam��t�r. Bu kanuna riayet ve itaat etmeyenlerin zamandan alacaklar� cevap hiç �üphesiz, muvaffakiyetsizlik olacakt�r.
Resûlullah Efendimiz de, Allah’tan ald��� tâlimat üzerine bu kanuna riayet etti. Üç sene müddetle peygamberli�ini ve �slamiyeti aç�ktan aç��a kimseye bildirmedi ve anlatmad�. Tebli�inde son derece tedbirli ve ihtiyatl� davran�yor, ancak emniyet etti�i kimselere durumunu arz ediyordu.
Bu hareketiyle onun �slam’a muvaffakiyet yolunu açt���n� da görüyoruz. Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse �slam saf�nda yer alm�� ve davas�na güç vermi�ti.
Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak devam�nda bir maslahat da kalm�� de�ildi. Zira, Kurey�li mü�rikler taraf�ndan her �ey az çok duyulmu�tu ve üstelik �slam davas� birçok kimseyle bir derece güç kazanm��t�. Buna binaen mukaddes �slam davas�n� aç�klaman�n ve tevhid hakikatlerini bütün âleme duyurman�n zaman� art�k gelmi�ti.
�lk ��: Yak�n Akrabalar� Davet
Halk�, �slam’a aç�ktan davete nereden ba�layaca��, Resûl-i Ekrem’e bizzat Cenab-� Hak taraf�ndan vahiyle bildirildi:
“(Ey Resûlüm!) Sen, önce en yak�n akraba ve h�s�mlar�n� (Allah’�n dinine davet ederek) ahiret azab�yla korkut!”[1]
Resûl-i Ekrem, bu i�e giri�menin kolay olmayaca��n� biliyordu. Bu sebeple bir müddet evinden ç�kmad�. Bu esnada bir gün Hz. Ali’yi yan�na ça��rarak, “Yâ Ali! Cenab-� Hakk’�n, yak�n akrabam� azapla korkutmam� emir buyurmas�, bana çok güçlük verdi. Ben iyi biliyorum ki ne zaman onlara bu i�i açmaya kalksam, onlar�n beni ho�lanmad���m bir �eyle ithama kalk��acaklar�n� görece�im!” dedi.
Görülüyor ki Resûlullah Efendimiz, davas�n� aç�ktan aç��a akrabalar�na anlatmaya kalk��t��� takdirde onlar�n ithamlar�na maruz kalaca�� endi�esini ta��yordu. Bunun için de bir müddet evine kapan�p dü�ünmeyi uygun görüyordu. Hatta onun uzun müddet evinden ç�kmad���n� gören, ba�ta Hz. Safiyye ile di�er halalar�, durumunu ö�renmek için ziyaretine geldiler. Efendimiz onlara, “Benim hiçbir �eyden �ikayetim yok, rahats�z falan de�ilim. Fakat Allah, bana yak�n akrabam�, azapla korkutmam� emretti. Abdülmuttalibo�ullar�n� toplay�p onlar� Allah’a imana davet etmek istiyorum!” dedi.
Halalar�, “Davet et! Ama sak�n, onlardan Ebû Leheb’i davet edeyim deme! Çünkü o, senin davetine asla icabet etmez” diye konu�tular. Sonra da, “Biz nihayet kad�n�z” diyerek Resûlullah’�n yan�ndan ayr�ld�lar.
Ziyafet Tertibi!
Davas�n� aç�klama emrini alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bize sadece bir ki�ilik et yeme�i yap ve bir kap da süt doldur; sonra da Abdülmuttalibo�ullar�n� topla. Onlarla konu�aca��m, emrolundu�um �eyi onlara bildirece�im” emrini verdi.
Hz. Ali, emri derhal yerine getirdi.
Sabah olunca, Ebû Tâlib’in evinde —davet edilmemi�ken Ebû Leheb de dâhil— bütün amcalar�yla birlikte ikisi kad�n k�rk be� ki�i topland�.
Bir Mucize
Kapta bulunan et, bir ki�ilikti. Sadece bir insan� doyuracak kadard�. Kaptaki süt de o kadard�.
Resûl-i Ekrem eti parçalad� ve ziyafette bulunanlara, “Bismillah, buyurun!” dedi.
�stisnas�z davette bulunanlar�n hepsi o bir parça etten doyas�ya yediler. Bir de ne görsünler? Çok az eksilmi� haliyle et, yine yerinde duruyor! Hayrette kald�lar.
Kaptaki sütü içmeye ba�lad�lar. Kanas�ya içtiler ve sütün eksilmedi�ini gördüler. �a��rd�lar!
Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze ba�lamak üzere iken, Ebû Leheb müdâhale etti ve toplulu�a hitaben, “�imdiye kadar böyle bir sihir görmedik! Arkada��n�z, sizi büyük bir büyüyle büyüledi!” dedi.
Sonra da Kâinat�n Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve toplulu�u da��tmak için ileri geri konu�tu.
Peygamber Efendimiz, konu�maya f�rsat bulamadan davettekiler da��ld�lar.
�kinci Ziyafet ve Resûlullah’�n Akrabalar�na Hitab�
Resûl-i Ekrem, neticesiz kalan birinci ziyafetten sonra ikinci bir ziyafet daha tertipleyerek, yine Hz. Ali vas�tas�yla yak�n akrabalar�n� bir araya toplad�.
Yemek yendikten sonra, aya�a kalkt� ve “Hamd yaln�z Allah’a mahsustur. Ben de O’na hamdederim. Yard�m� ancak O’ndan isterim. O’na inan�r, O’na dayan�r�m. �eksiz �üphesiz bilmekle beraber size de bildiririm ki Allah’tan ba�ka ilâh yoktur; O birdir, e�i ve orta�� yoktur” dedikten sonra maksad�n� �öyle aç�klad�:
“Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip ailesine yalan söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemi� olsam (!), yine size kar�� yalan söylemem! Bütün insanlar� kand�rm�� olsam, yine sizi aldatmam! Sizi, O’ndan ba�ka ilâh olmayan Allah’a imana davet ediyorum. Ben de O’nun, hususan size ve umumî olarak da bütün insanl��a gönderdi�i peygamberiyim.”
Maksad�n� böylece hülâsa eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, sözlerine �öyle devam etti:
“Vallahi, siz uykuya dald���n�z gibi öleceksiniz, uykudan uyand���n�z gibi de diriltilecek ve bütün yapt�klar�n�zdan hesaba çekileceksiniz. �yiliklerinizin kar��l���nda iyilik, kötülüklerinizin kar��l���nda da ceza göreceksiniz. Bu da, ya devaml� cennette veya temelli cehennemde kalmakt�r. �nsanlardan ahiret azab�yla korkuttu�um ilk kimseler sizlersiniz.”[2]
Peygamber Efendimiz konu�mas�n� bitirince Ebû Tâlib aya�a kalkt� ve “Sana severek ve candan yard�m edece�iz! Ö�ütlerini benimsedik ve kabullendik; sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar, senin atan�n o�ullar�d�r. Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istedi�in �eye, onlardan ko�acak olanlar�n —andolsun ki— en çabu�u da benden ba�kas� de�ildir. Sen, emrolundu�un �eye devam et. Vallahi, etraf�n� ku�at�p seni korumaktan bir an dahi geri durmayaca��m! Nefsimi, Abdülmuttalib’in dinini b�rakmak hususunda bana itaat eder bulmad�m. Art�k ben, onun öldü�ü dinde ölece�im” dedi.
Di�er amcalar� da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin ho�lanmayaca�� hiçbir �ey söylemediler. Sadece biri müstesna: �slam davas�n�n ba��ndan beri muhalifi bulunan Ebû Leheb, ortaya at�ld� ve “Ey Abdülmuttalibo�ullar�!” dedi. “Bu, vallahi bir kötülüktür! Ba�kalar� onun elini tutup bundan al�koymadan önce, siz onun ellerini tutup bundan vazgeçirin! E�er, siz bugün ona itaat edecek olursan�z, zillet ve hakarete u�rars�n�z ve onu muhafaza etmeye kalk���rsan�z, öldürülürsünüz!”
�slam’�n bu az�l� dü�man�na cevap, Peygamber Efendimizin kahraman halas� Hz. Safiyye’den geldi. “Ey karde�im!” dedi. “Karde�inin o�lunu ve onun dinini yard�ms�z, hor ve hakir b�rakmak sana yara��r m�? Vallahi, bugün ya�ayan âlimler, Abdülmuttalib’in neslinden bir peygamberin ç�kaca��n� haber veriyorlar. ��te, o peygamber budur!”
Ebû Leheb, k�z karde�inin bu ulvî konu�mas�na küstahça, “Andolsun ki bu bo�una bir umuttur. Zaten, kad�nlar�n sözleri, erkeklere ayak ba�� ve köstek mesabesindedir. Kurey� aileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayakland��� zaman, onlara kar�� koyacak bizim ne kuvvetimiz var? Vallahi, biz onlar�n yan�nda yutulacak bir lokma gibiyiz!” diye cevap verdi.
Ebû Leheb’in bu konu�mas�ndan Ebû Tâlib fazlas�yla rahats�z oldu. “Ey korkak!” dedi. “Vallahi, biz sa� oldukça ona yard�m edece�iz ve onu koruyaca��z.” Sonra da Resûl-i Ekrem Efendimize dönerek, “Ey karde�im o�lu! Davet etmek istedi�in zaman� bilelim; silahlan�p seninle birlikte ortaya ç�kar�z!”[3]
“Kim Bana Yard�mc� Olur?”
O âna kadar sadece konu�ulanlar� dinleyen Peygamber Efendimiz, aya�a kalkarak, “Ey Abdülmuttalibo�ullar�! Vallahi, Araplar içinde benim size getirdi�im, dünya ve ahiretiniz için hay�rl� olan �eyden daha üstün ve hay�rl�s�n� kavmine getirmi� ba�ka bir kimse bilemiyorum! Ben, sizi dile kolay gelen, mizanda a��r basan iki kelimeye davet ediyorum ki o da ‘E�hedü en lâ �lâhe �llallah ve e�hedü enne Muhammeden Resûlullah [Allah’tan ba�ka ilâh olmad���na ve Muhammed’in O’nun resûlü oldu�una �ehâdet ederim]’ demenizdir” diye konu�tu; sonra da, “O halde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek vezirim ve yard�mc�m olur?”[4]diye sordu.
Kimseden ses ç�kmad�. Bütün ba�lar öne e�ildi. Gözler. Peygamberimize bakacak takati kendilerinde bulam�yordu. Sadece biri vard�, Resûlullah’�n mübarek gözlerine dikkatle bakan... Bu, henüz 12-13 ya�lar�nda bulunan Hz. Ali idi. Aya�a kalkt�. Fakat Peygamberimiz ona, “Sen otur” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarlad�. Üç seferinde de cevap sadece Hz. Ali’den geldi: “Yâ Resûlallah! Sana, ben yard�mc� olurum! Her ne kadar bunlar�n ya�ça en küçü�ü isem de!”[5]
Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alayl� alayl� gülümsedi: Sonra da hadiseyi ciddiye almadan toplant�y� terk ettiler!
Hz. Ali’nin küçük ya��ndaki bu kahramanl�k ve cesareti Nebiyy-i Muhterem Efendimizi fazlas�yla sevindirdi. Toplant�dan istedi�i neticeyi alamamaktan dolay� ise ne üzüldü ve ne de ye’se kap�ld�. Zira, vazifesinin sadece hak ve hakikati tebli� etmek oldu�unu biliyordu. Hidayeti ise ancak Cenab
_________________________________________________
[1] �uarâ, 214.
[2] Taberî, Tarih, c. 2, s. 217; �bn Kesir, Sîre, c. 1, s. 457-459.
[3] Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 285.
[4] Taberî, a.g.e., c. 2, s. 217; �bn Kesir, Sîre, c. 1. s. 459.
[5] Taberî, a.g.e., c. 2, s. 217; �bn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 459.
MEKKEL�LERE SAF� TEPES�NDEN �LK H�TAP
Tebli� dairesi tedricen geni�liyordu. Aç�ktan iman ve �slam’a davet, inanm�� ruhlar� sevinciyle ok�arken, �irkin kirinden kendini kurtaramam�� gönülleri ise telâ�a sevk ediyordu!
“Emrolundu�un �eyi, onlar� çatlat�rcas�na bildir”[1]�lâhî ferman� gelince, Fahr-i Kâinat, adeta yerinde duramaz hale gelmi�ti. Hem�ehrilerine maddî mânevî saadetin yolunu bir an evvel göstermek istiyordu.
Bu s�rada, tebli� dairesini biraz daha geni�letip, Safâ tepesinde Mekkelilere aç�kça peygamberli�ini ve �slam dinini ilan etti.[2]
Safâ tepesinde yüksekçe bir ta� üstüne ç�kan Allah Resûlü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile “Yâ Sabâhâh! (Ey Kurey� toplulu�u! Buraya geliniz, toplan�n�z; size mühim bir haberim var!)” diye seslendi.
Mekkeliler birden �a�k�na döndüler. Kimdi bu hayk�ran? Bir tehlikeyle kar�� kar��ya m� bulunuyorlard�? Dü�man�n bask�n�na m� u�ram��lard�? Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vard�?
Bu sesleni�e cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safâ tepesinin önüne topland�lar. Fakat o da ne? Seslenen, “Muhammedü’l-Emin” dedikleri zâtt�. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti?
Merakla, “Ey Muhammed! Bizi niçin toplad�n buraya, neyi haber vereceksin?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin kendisine bütün dikkatiyle yöneldi�i, gözlerin hayretli bak��lar�yla üzerine topland���, bütün kulaklar�n pür dikkat kesildi�i ve herkesin merakla bekledi�i bir anda, mant�kî delillerle dolu �u beli� hitabeyi irad etti:
“Ey Kurey� toplulu�u! Benimle sizin benzeriniz, dü�man� görünce ailesine haber vermek için ko�an ve dü�man�n kendisinden önce var�p ailesine zarar vermesinden korkarak ‘Yâ Sabâhâh!’ diye hayk�ran bir adam�n benzeri gibidir.
“Ey Kurey� toplulu�u! Size, ‘Bu da��n ard�nda veya �u vadide dü�man atl�lar� var; sabaha veya ak�ama üzerinize hücum edecekler!’ desem, bana inan�r m�s�n�z?”
O âna kadar “Muhammedü’l-Emin” dedikleri, kendisinden yalan nâm�na bir tek �ey i�itmedikleri, hakikatin d���nda hiçbir �ey duymad�klar� Resûl-i Ekrem’e hep bir a��zdan, “Evet” dediler. “Biz senin do�rulu�unu tasdik ederiz. Çünkü �imdiye kadar sende do�ruluktan ba�ka bir �ey görmedik. Sen yan�m�zda yalanla itham edilmi� bir insan de�ilsin.”
Bu umumî hitab�ndan sonra Resûl-i Ekrem, Kurey� kabilelerinin her birini kendi adlar�yla ça��rd� ve konu�mas�n� �öyle sürdürdü:
“Öyle ise, ben size önünüzde gelecek büyük bir azab�n bildiricisiyim! Yüce Allah bana, ‘En yak�n akrabalar�n� ahiret azab�yla korkut’ emrini verdi. Sizi ‘Allah bir, O’ndan ba�ka �lâh yok’ demeye davet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm. E�er dediklerimi kabul ederseniz, cennete gidece�inizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. �unu da bilin ki siz, ‘Allah bir, O’ndan ba�ka ilâh yok’ demedikçe size ben ne dünyada, ne de ahirette bir faide temin edemem.”[3]
Yine Ebû Leheb...
Resûl-i Kibriya Efendimizin ak�l, kalp ve ruhlara hitap eden konu�mas� kar��s�nda Ebû Leheb �a�k�na döndü. Eline bir ta� ald� ve Kâinat�n Efendisine do�ru f�rlatarak, “Helâk olas�ca! Bizi bunun için mi ça��rd�n?” diye âdice ba��rd�.
Bundan ba�ka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sadece f�s�lt� halindeki konu�malar�yla da��ld�lar.
Cehennemlik Ebû Leheb...
Bu hareketleriyle Ebû Leheb, art�k �lâhî nefret ve azab� haketmi� oluyordu. Resûlullah’a olan �iddetli dü�manl���, bitmez kin ve nefreti kendisine pahal�ya mâl oldu. Çünkü Cenab-� Hak, inzal buyurdu�u Tebbet Suresi’yle korkunç âk�betini �öyle haber veriyordu:
“Elleri kurusun Ebû Leheb’in! Zaten kurudu, mahvoldu. Ne mal� fayda verdi ona, ne kazand���! O, alevli bir ate�e girecek. (Peygambere eziyet ve hakarette bulunan) kar�s� da (cehennemde) odun hamal� olarak (oraya girecek); boynunda bükülmü� bir ip (zincir) oldu�u halde...”
Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah, nurunu tamamlayacakt�. Bu sebeple de, Resûl-i Kibriya Efendimiz, kendisine kar�� yap�lan çirkin hareketlerden asla sars�lm�yor, y�lm�yor ve yoluna son derece temkinli ve vakarl� bir �ekilde devam ediyordu.
PEYGAMBER EFEND�M�ZE REVÂ GÖRÜLEN EZ�YET VE HAKARETLER
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safâ tepesinde aç�ktan aç��a peygamberli�ini ilan ettikten ve halk� �slam’a davette bulunduktan sonra Kurey�li mü�rikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne ç�kard�lar ve kat kat art�rd�lar.
Peygamber Efendimiz onlar� “tevhid”e ça��r�yordu; onlar ise “atalar�m�z�n dini” dedikleri putperestlikte ve �irkte direniyorlard�.
Efendimiz, onlar� faziletle dünya ve ahiret saadetine davet ediyordu; onlar ise, yarasan�n ���ktan kaçmas� gibi, faziletten ve saadetten uzak durmaya çal���yorlard�.
Kâinat�n Efendisi, onlar� insanca ya�amaya, insan haysiyet ve kutsîyetine yak���r davran��larda bulunmaya ça��r�yordu; onlar ise, insan �eref ve haysiyetini rencide edip ayaklar alt�na al�c� çirkin ve rezil hareketler içinde günlerini gün etmeye u�ra��yorlard�.
Resûl-i Ekrem, onlar için ebedî saadet, bekâ, likâ, cennet istiyor ve onlar� bu e�siz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya davet ediyordu; onlar ise, kendilerini ebedî �ekavete, cehenneme götürecek davran��lar�n içinde yuvarlan�p gidiyorlard�.
Hz. Resûlullah, davetiyle, onlar� esfel-i safilîne dü�mekten, k�ymetsizlikten ve faidesizlikten kurtar�p âlâ-y� illiyyîne, k�ymete, bekâya, ulvî vazifeleri yapabilme makam�na ç�karmak istiyordu; onlar ise tam tersine, k�ymetsizlikler içinde yuvarlanmaya, esfel-i safilini netice verecek hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlard�.
Elbette, bu istek ve ya�ay��ta olan mü�rikler, Fahr-i Âlem Efendimizin davetine kar�� ç�kacak ve onunla amans�z mücadelede bulunacak, ellerindeki bütün imkânlarla onu tesirsiz hale getirmeye, sebat ve metanetini, cesaret ve gayretini k�rmaya çal��acaklard�! Bunun için de, türlü türlü i�kencelere, eziyetlere, hakaret ve suikastlere te�ebbüs edeceklerdi!
�üphesiz, bu durum sadece Peygamber Efendimize mahsus de�ildi. Her peygamber, kendi zaman�nda gönderildi�i kavmi ve ümmeti taraf�ndan nâho� kar��lanm��, hakir görülmü�, eziyet ve i�kencelere tâbi tutulmu�tur. Bu ortak özellikleri yan�nda, bütün peygamberlerin di�er bir mü�terek vas�flar� da, bütün bu eziyet, hakaret, i�kence ve suikastlere ra�men, davalar�n� anlatmaktan geri durmamalar�, inançlar�ndan asla tâviz vermemeleri, aksine eziyet ve i�kencelerin artmas� nisbetinde memur bulunduklar� hakikatleri duyurmaya daha fazla bir a�k, �evk ve ciddiyet ile çal��m�� olmalar�d�r.
Ebû Leheb Ba�ta
Fahr-i Âlem Efendimize hakaret ve eziyet edenlerin ba��nda, Ebû Leheb ve kar�s� Ümmü Cemil geliyordu.
Ebû Leheb, Efendimizi devaml� takip ediyor ve halk� onu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerde �üphe ve vesvese meydana getirmeye çal���yordu!
Bir gün, Hz. Resûlullah, Ukâz panay�r�nda halk� Allah’�n birli�ine imana ve peygamberli�ini tasdike davet edip, “Ey ahali! ‘La ilahe illallah’ deyin, kendinizi kurtar�n” diyordu.
Pe�is�ra gelen Ebû Leheb ise, halka, “Ey ahali! Bu, ye�enimdir; yalan söylüyor. Ondan uzak durun!”[4]diye sesleniyordu.
Bu, ibret dolu bir tablodur:
Ye�en, Allah’a imana ve saadete davet ediyor; öz amca ise, ona muhalefet edip, halk� onu dinlememeye ça��r�yor!
Ebû Leheb, yaln�z bununla da kalm�yordu.
Bir gün, kom�usu Peygamber Efendimizin kap�s�na pislik ve kokmu� �eyler artm��t�. O s�rada Hz. Hamza, henüz iman etmemi� olmas�na ra�men yeti�mi� ve o pisliklerin ve kokmu� maddelerin hepsini Ebû Leheb’in ba��na dökmü�tü.
Kom�ular�n�n yapt��� bu gibi çirkin hareketlere kar�� Efendimiz, sadece, “Ey Abdi Menafo�ullar�! Bu nas�l kom�uluk?” diyerek sitem ediyor ve pislikleri evinin önünden süpürüp at�yordu.
Kur’an’�n, cehennemde cay�r cay�r yanaca��n� haber verdi�i bu adam, Bazen de, Kâinat�n Efendisinin evini, s�rf onu rahats�z ve huzursuz etmek için ta�a tutuyordu.
Ebû Leheb’in, O�lunu, Peygamber Efendimize ��kence Etsin Diye Göndermesi!
Ebû Leheb, Resûl-i Kibriya’ya eziyet ve hakaret etmekte yaln�z kalmak istemiyordu.
Bir gün, o�lu Uteybe’ye, ona i�kence etsin diye emir verdi. Uteybe, Peygamberimizin yan�na vard�. O s�rada Efendimiz, Necm Suresi’ni okuyordu. Bunu duyan Uteybe, “Necmin Rabbine andolsun ki ben senin peygamberli�ini inkâr ediyorum!” dedi ve küstahça Kâinat�n Efendisine do�ru tükürdü.
Resûl-i Ekrem, bu çirkin harekete sadece �u bedduayla cevap verdi:
“Yâ Rab! Ona bir itini musallat et!”
Resûl-i Ekrem Efendimizin ne duas� ne de bedduas� Allah taraf�ndan kar��l�ks�z b�rak�lm�yordu. Uteybe’ye yapt��� bu beddua da bir müddet sonra gerçekle�ti: Yemen taraf�nda Havran denilen yerde babas� ve arkada�lar� aras�nda uyurken, bir arslan gelip kendisini parçalad�!
Dualar�n�n makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mucizelerinin bir bölümünü te�kil eder.
Cehennem Oduncusu
Ümmü Cemil, �slam davas�n�n en �iddetli muhalifi ve dü�man� Ebû Leheb’in kar�s� idi. Kur’an tâbiriyle “cehennem oduncusu” bu kad�n, �slam daveti kar��s�nda öylesine azm��, öylesine ç�lg�na dönmü�tü ki Nebiyy-i Muhterem Efendimizin gidip geldi�i yola, her gün b�kmadan usanmadan sert dikenli çal�lar döküp saç�yor ve adeta bu davran���ndan zevk al�yordu!
Ümmü Cemil’le ilgili bir hadise ise �öyledir:
Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Safâ tepesinde ilk olarak, Kurey�’e aç�ktan �lâhî davette bulunurken, kocas� Ebû Leheb, Peygamberimize ç�k��m��, hatta hakaret etmi�, “Helâk olas�ca! Bizi bunun için mi buraya ça��rd�n?” demek küstahl���nda bulunmu� ve Efendimize do�ru, yerden kald�rd��� bir ta�� savurmu�tu. Bunun üzerine Cenab-� Hak, Tebbet Suresi’ni inzal buyurmu�tu. Sure, Ebû Leheb ve kar�s�n�n çirkin davran��lar�n� ve âk�betlerini mevzu ediyordu.
Bunu duyan Ümmü Cemil, art�k yerinde duramaz oldu. Eline bir ta� alarak Mescid-i Haram’a geldi. Peygamber Efendimiz, sâd�k dostu Hz. Ebû Bekir’le orada oturuyorlard�. Ümmü Cemil, Hz. Ebû Bekir’i gördü, fakat yan�nda oturan Kâinat�n Efendisini fark edemedi ve “Ey Ebû Bekir! Arkada��n nerede? Ben i�ittim ki beni hicvetmi�. Ben görsem, bu ta�� onun a�z�na vuraca��m!” dedi.
Ebû Bekir’i gören göz, Kâinat�n Efendisini göremiyor ve neticesiz geri dönüyordu.[5]
Elbette göremezdi! Allah’�n h�fz ve inayeti alt�nda bulunan Sultan-� Levlak’� görmek, bir cehennem oduncusunun haddine mi dü�mü�tü?
Ebû Cehil’in Elleri Yukar�da Kald�
Buna benzer bir hadise de Ebû Cehil’in ba��na gelir.
Bir gün, kabilesine �öyle söz verdi:
“Vallahi, secdede Muhammed’i görürsem, ba��n� bu ta�la ezece�im!”
Ertesi gün, zor kald�rabilece�i büyük bir ta� alarak gitti. Resûl-i Ekrem secdedeydi. Ta�� kald�r�p tam vuracakken, elleri yukar�da kaskat� kesildi; ta Kâinat�n Efendisi namaz�n� bitirip kalk�ncaya kadar... Namaz bitince Ebû Cehil’in de eli çözüldü;[6]çünkü art�k ihtiyaç kalmam��t�!
Ebû Cehil’in Bir Te�ebbüsü Daha...
Her �eye ra�men Peygamber Efendimizi rahats�z etmekten vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün, “Vallahi, Muhammed’i secdede görürsem, boynuna basacak ve boynunu yerlere sürtece�im!” diye yemin etti.
Tam o s�rada Resûl-i Kibriya Efendimiz ç�kageldi. �bni Abbas, durumu kendilerine arz edince, birden hiddetlendi ve kap�dan girmeyi dahi beklemeden, aceleyle duvardan a��p Mescid-i Haram’�n içine girdi. Alak Suresi’ni sonuna kadar okudu ve secdeye vard�.
Etrafta bulunanlar Ebû Cehil’e, “Ey Ebû Cehil! ��te, Muhammed!” diye seslendiler.
Ebû Cehil’in Resûl-i Ekrem’e do�ru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu. Seyredenler �a�k�nl�k içinde, “Ne oldu? Neden döndün?” diye sordular.
Ebû Cehil, onlardan daha �a�k�n bir eda içinde, “Benim gördü�ümü siz görmüyor musunuz?” diye cevap verdi ve arkas�ndan ilave etti: “Vallahi, onunla benim arama ate�ten bir uçurum aç�ld�!”[7]
Mü�rik ileri gelenlerinin en a��r i�kence ve suikast te�ebbüsleri kar��s�nda, Cenab-� Hak da, Sevgili Resûlünü i�te böylesine koruyor ve himâye ediyordu!
Peygamberimiz, Kurey�’i Cenab-� Hakk’a Havâle Ediyor!
Kurey� mü�riklerinin Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve suikastleri çe�itli suretlerde oluyordu.
Resûl-i Ekrem, bir gün Kâbe’de hu�û içinde namaz�n� eda etmekte idi. Mü�riklerden bir grub da Kâbe civar�nda toplanm��, konu�uyorlard�. �çlerinde, Ebû Cehil de vard�. Ortaya f�rlayarak toplulu�a, “Hanginiz gidip filancalarda bugün bo�azlanan devenin i�kembesini ve döl e�ini oldu�u gibi kanl� kanl� getirip, secdede iken onun üzerine koyar?” diye seslendi.
Gözü dönmü�lerden biri olan Ukbe bin Ebû Muayt, ortaya at�ld�. “Ben yapar�m!” dedi ve oradan ayr�ld�. Az sonra, ruhu kararm�� bu adam, elinde deve i�kembesiyle Peygamber Efendimizin yan�nda göründü.
Resûl-i Ekrem, her �eyden habersiz, Cenab-� Hakk’�n huzurunda secdeye varm��t�.
Gözü dönmü� Ukbe, getirdi�i deve i�kembesini iki küre�i aras�na koydu.
Ruh ve vicdanlar� �irkin karanl�klar�na gömülü mü�rikler, manzaray� kahkahalarla seyrediyorlard�.
Muhterem babas�n�n, mü�riklerin bu âdice hareketine maruz kald���n� duyan Hz. Fât�ma, ko�a ko�a geldi. ��kembeyi tuttu�u gibi, suratlar�na çarparcas�na mü�rik gürûhuna do�ru f�rlatt�.
Namaz�n� bitiren Hz. Resûlullah’�n mübarek dudaklar�ndan, “Allah�m, Kurey�’i Sana havâle ediyorum!” cümlesi döküldü.
Bu cümlesini üç kere tekrarlad�. Sonra da mü�rik eleba�lar�n�n isimlerini teker teker zikrederek, onlar� da Sonsuz Kudret Sahibi Cenab-� Hakk’a havâle etti.[8]
Abdullah b. Amr Anlat�yor
Resûl-i Ekrem Efendimize mü�riklerin yapt��� bir ba�ka eziyet ve hakaret hadisesini, Abdullah b. Amr Hazretleri �öyle anlat�r:
“Bir gün, Kurey�’in ileri gelenleri, H�c�r denilen yerde toplanm��lard�. Ben de orada bulunuyordum. Kurey�liler, Allah Resûlü hakk�nda konu�arak �öyle diyorlard�:
“‘Biz, bu adam�n i�inde sabretti�imiz kadar hiçbir �eye kar�� sab�r göstermedik. Bu adam, bizi ak�ls�zl�kla itham etti. Babalar�m�za, dedelerimize hakaret etti. Dinimizi ay�plad�, birli�imizi bozdu, putlar�m�za dil uzatt�. Onun yapt��� bunca �eylere biz sabrettik.’
“Kurey�, bunu konu�up dururken, birdenbire Allah Resûlü görünüverdi. Yürüyerek geldi. Hacerü’l-Esved’i öptü. Sonra Kâbe’yi tavaf etmek üzere yanlar�ndan yürüyüp geçti. Bu s�rada Kurey�liler, kendilerine lâf att�lar. Allah Resûlü, son derece üzüldü. Üzüntüsünü, birdenbire de�i�en yüzünün renginden fark ettim.
“Allah Resûlü, tavaf�na devam etti. �kinci defa Kurey� toplulu�unun yan�ndan geçerken, yine onlar�n sözlü sata�malar�na maruz kald�. Yine fazlas�yla üzüldü. Üzüldü�ünü, yine yüzünden fark ettim.
“Allah Resûlü, üçüncü defa Kurey�lilerin yan�ndan geçerken yine ayn� �ekilde kendisine lâfla sata�t�lar.
“Bunun üzerine Allah Resûlü, durdu ve onlara dönüp �öyle konu�tu:
“‘Ey Kurey�liler! Sözlerimi duyuyor musunuz? Varl���m kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ba��n�za felâket gelecektir!”
Nebiyy-i Ekrem’in bu hitab�, topluluk üzerinde derin bir tesir meydana getirdi. Hiçbiri yerinden k�m�ldamad�. Sonunda, daha önce onun hakk�nda en çok aleyhte konu�up arkada�lar�n� k��k�rtanlar (ba�ta Ebû Cehil) bile, en iyi sözlerle gönlünü almaya çal��arak �öyle dediler:
“‘Yâ Ebe’l-Kàs�m, haydi selametle git. Vallahi, sen câhillerden, kendini bilmezlerden de�ilsin!’
“Allah Resûlü de yanlar�ndan uzakla��p gitti.
“Ertesi gün, Kurey�liler, yine H�c�r denilen yerde topland�lar. Ben yine aralar�nda idim. Ayn� �ekilde Allah Resûlü hakk�nda ileri geri konu�uyorlar ve �öyle diyorlard�:
“‘Muhammed’in size yapt�klar�n� ve onun hakk�nda size verilen haberleri söyleyip duruyorsunuz. Fakat gelip kar��n�za dikilerek, yüzünüze kar�� kötü (!) �eyler söyledi�i zaman ona dokunmuyor ve serbest b�rak�yorsunuz!’
“Onlar böyle konu�up dururlarken yine Resûlullah ç�kageldi.
“Kurey�liler hemen oturduklar� yerden f�rlayarak etraf�n� sard�lar. Onun kendi tapt�klar� ve dinleri hakk�nda söyledikleri sözleri zikrederek, ‘Hakk�m�zda �u �u sözleri söyleyen, sen misin?’ dediler.
“Nebiyy-i Ekrem, cevaben, ‘Evet, bunlar� söyleyen benim!’ dedi.
“Bunun üzerine hep birden Resûlullah’�n üzerine at�ld�lar. Biri onun yakas�na yap��t�. Bu s�rada biri ko�arak Hz. Ebû Bekir’e durumu haber verdi. Hz. Ebû Bekir, hemen Mescid-i Haram’a girdi. Gözya�lar� aras�nda mü�riklere, ‘Allah belân�z� versin! ‘Rabbim Allah’t�r’ diyen bir zât� öldürmek mi istiyorsunuz?’ diye seslendi.
“Bunu duyan Nebiyy-i Ekrem, ‘B�rak onlar� ya Ebû Bekir! Varl���m kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ben onlar�n hepsinin hakk�ndan gelece�im!’ dedi.
“Bu sözü i�iten Kurey�liler korktular ve Resûlullah’� b�rakarak da��ld�lar”[9]
“Rabbim Allah’t�r” dedi�i ve halk� bu ulvî hakikate ça��rd��� için Resûl-i Kibriya Efendimize revâ görülen çirkin hareketler bunlarla da kalm�yordu.
Yine bir gün, Kâbe yan�nda namaz k�l�yordu. Aln�n� yüce yarat�c�s�n�n huzurunda yere koyar koymaz, serseri Ukbe b. Ebî Muayt, ridâs�n� toplad� ve boynuna dolad�; olanca gücüyle s�kt�. Maksad�, onu bo�makt�.
O arada Hz. Ebû Bekir yeti�ip Peygamber Efendimizi bu serserinin elinden kurtard�. Sonra da adeta kâinata i�ittirmek istiyormu�ças�na, “Siz, bir adam�, ‘Rabbim Allah’t�r’ diyor diye öldürür müsünüz? Hâlbuki o size Rabbinizden apaç�k mucizelerle gelmi�tir. Buna ra�men o, zannetti�iniz gibi bir yalanc� ise (!) yalan�n�n günah� kendisine âittir; fakat davas�nda do�ru ise elbette sizi korkuttu�u azaplar�n bir k�sm� olsun gelir, dokunur. Muhakkak Allah, haddi a�an davas�nda yalanc� olan bir kimseyi hidayete erdirmez”[10]meâlindeki ayet-i kerimeyi okudu.
Öldürmeye Te�ebbüs
�çlerinde Ebû Cehil ve Velid b. Mu�îre’nin de bulundu�u Mahzumo�ullar�ndan bir topluluk, uzun uzun konu�tuktan sonra Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kald�rmaya karar verdiler. Vazifeyi, Velid b. Mu�îre yerine getirecekti.
Resûl-i Ekrem, namazda Kur’an okumaya ba�lad��� bir s�rada, Velid yan�na kadar sokuldu. Fakat o da ne? Öldürmeye gitti�i zât�n sesi var, okudu�u Kur’an �irk kiriyle paslanm�� kula��na geliyor, fakat gözü onu bir türlü göremiyordu.
Velid �a�k�nla�t�. Telâ�la arkada�lar�n�n yan�na döndü ve durumu anlatt�. Bu sefer hep beraber gittiler. Fakat yine Efendimizi görmeye muvaffak olamad�lar. Çünkü ileri gittiklerinde ses arkadan, arkaya do�ru gittiklerinde ise ses ön taraftan geliyordu. Nihayet hayretler içinde kal�p da��ld�lar.
Peygamberimize En A��r Gelen Gün
Kâinat�n Efendisi bir gün evinden ç�km��, gidiyordu. Kurey�’ten köle olsun, hür olsun kime u�rad�ysa adeta birbirleriyle söz birli�i etmi�çesine onu yalanlad�lar, sözle eziyet ve hakarette bulundular. O gün, eziyetli ve s�k�nt�l� günlerinin en a��rlar�ndan biriydi.
Kâinata bir rahmet güne�i olarak do�an Peygamber Efendimiz, mü�riklerin bu küstahça hareketleri kar��s�nda evine döndü. Birazc�k olsun üzüntüsünü yok etmek, s�k�nt�s�na gidermek için örtüsüne büründü ve yatt�.
_________________________________________________________________________
[1] Hicr, 94.
[2] Allah Resûlü, Mekkelilere toptan �slamiyeti ve peygamberli�ini nas�l duyuraca��n� dü�ünmü�, durmu�tu. Sonunda Safâ tepesine ç�kmay� uygun buldu. Buradan halka seslenecek, duyan yan�na ko�acakt�. Zira birinin, bir tehlike hissetti�inde yahut aniden hücuma geçip gafil bulunan insanlar� ele geçirecek bir dü�man sezdi�i veya kimsenin haberi olmadan pusu kuran bir hasm�n� fark etti�inde, bir da��n tepesine veya yüksekçe bir yere ç�karak en üst perdeden, “Yâ Sabâhâh!” diye hayk�rmas�, o zamanlar Araplar aras�nda yayg�n bir âdet idi. Bu sesleni� üzerine korkuya kap�lan halk, süratle haz�rl�klarda bulunur ve en k�sa zamanda dü�man� kar��lamaya ç�kard� (bkz. Ebu’l-Hasen en-Nedvî, es-Sîretü’n-Nebevîyye, s. 87; Tecrid Tercemesi, c. 9, s. 246).
[3] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 199-200; Buharî, Sahih, c. 3, s. 171: Müslim, Sahih, c. 1, s. 133-135; Taberî, Tarih, c. 2, s. 216.
[4] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 287.
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 381-382; Kad� �yaz, e�-�ifa, c. 1, s. 684.
[6] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 319-320; Kad� �yaz, a.g.e., c. 1, s. 688; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 164.
[7] Kad� �yaz, a.g.e., c. 1, s. 690-691.
[8] Müslim, Sahih, c. 5, s. 180.
[9] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 309-310; Taberî, Tarih, c. 2, s. 223.
[10] Mü’min, 28.
M�SL�MANLAR D�RU'L-ERKAM'DA
Efendimizin peygamberli�inin 5. senesi...
Milâdî 615...
Kurey� mü�riklerinin Müslümanlar üzerindeki bask�, eziyet ve i�kenceleri gün geçtikçe art�yordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir �ekilde ifa edemez bir durumla kar�� kar��ya gelmi�lerdi.
�slam ve iman�n tâlimi, Allah’a ibadet ve taatin serbestçe yap�labilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri arad� ve tespit etti: Safâ tepesinin do�usunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkâm b. Ebî’l-Erkâm b. Esed’in evi... Bu ev, giri� ç�k��lar için elveri�li, etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebilece�i emin bir yerdi.
Art�k Kâinat�n Efendisi Peygamberimiz burada muallim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada ö�rendiklerini imkân ve f�rsat dâhilinde ba�kalar�na da duyuruyor ve aktar�yorlard�. Böylelikle Dârü’l-Erkam’�, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin hocal���n� yapt��� ilk medrese, ilk �slam üniversitesi saymak mümkündür!
Hz. Ömer’in �slam’la �ereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem, �slam’� ö�retme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Ba�ta Hz. Ömer olmak üzere birçok kimse bu evde Müslüman olma �erefine erdiler.
Dârü’l-Erkam’� Erkâm b. Ebî’l-Erkâm Hazretleri, hiç sat�lmamak ve tevârüs olunmamak �art�yla vekil olarak o�luna b�rakm��t�r.
�slam tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kâbe kar��s�nda, “Dârü’l-Hayzuran” ad�yla an�lmakta ve dinî bir okula tahsis edilmi� bulunmaktad�r.[1]
YÂS�R A�LES�N�N BA�INA GELENLER
Yâsir, Mekke’ye Yemen’den gelmi�ti.
Burada, Mahzumo�ullar�ndan Ebû Huzeyfe b. Mu�îre’nin himâyesine girmi�ti. Sonradan Ebû Huzeyfe onu, cariyesi Sümeyye’yle evlendirmi�ti. Bu evlilikten iki erkek çocu�u dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah...
Bütün fertleriyle saadet dairesine giren bu aileye, ba�ta Mahzumo�ullar� olmak üzere bütün mü�rikler, çekilmez i�kenceler, dayan�lmaz eziyetlerle göz açt�rm�yorlard�. Mahzumo�ullar�, iman ve �slam’dan vazgeçsinler diye, güne�in her taraf� s�cakl���yla kavurdu�u bir s�rada, adeta cehennem ate�i kesilen ta�l�kta onlara i�kence ediyorlard�.
Peygamberimiz, Sab�r Tavsiye Ediyor!
Yine bir gün Yâsir ailesi, i�kence alt�nda zâlim mü�rikler taraf�ndan inletilirken, Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine ç�kageldi. Yürekler parçalay�c� bu durum kar��s�nda, “Sabredin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sizin mükâfat�n�z cennettir. Sabredin ey Yâsir ailesi!” diyerek sab�r tavsiyesinde bulundu.
��kence alt�nda k�vranan Yâsir, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bu i� daha ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu suale, “Allah�m, Yâsir ailesinden rahmet ve ma�firetini esirgeme” duas�yla kar��l�k verdi.
Bu hadiseden bir müddet sonra Hz. Yâsir, dayan�lmaz i�kenceler alt�nda izzetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece, “Müslüman erkeklerden ilk �ehit” �erefi kendisinin oldu.
Oldukça ya�lanm��, zay�f ve nahif bir kad�n olan, Yâsir’in han�m� Sümeyye de, i�kence etsin diye Ebû Cehil’e havâle edilmi�ti.
Ebû Cehil, i�kenceden i�kenceye u�ratt��� bu ya�l�, zay�f ve kimsesiz kad�na küstahça ve âdice, “Sen, güzelli�ine â��k oldu�un için Muhammed’e iman ettin!” diyordu.
Bu âdice ithama, iman âbidesi kesilmi� Hz. Sümeyye, bir mü�ri�e söylenebilecek en a��r lâflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elindeki m�zra�� saplayarak �ehit etti. Hz. Sümeyye de böylece, “kad�nlardan ilk �ehit” oldu.
Ammar’�n Ba��na Gelenler
Ammar’�n çektikleri de yürekler parçalay�c� idi: Demir bir gömlek giydiriliyor, güne�in yeryüzünü bütün s�cakl���yla kavurdu�u s�rada d��ar� ç�kart�l�yor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.
Bu i�kencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, solu�u Nebiyy-i Ekrem’in yan�nda al�yor ve kendisinden bir teselli bekliyordu. “Azab�n her türlüsünü tatt�k yâ Resûlallah!” diyerek halini arz ediyordu. Resûl-i Ekrem, yine sab�r tavsiye ediyor ve �öyle dua ediyordu:
“Allah�m, Ammar ailesinden hiç kimseye cehennem azab�n� tatt�rma!”
Hz. Ammar’a revâ görülen i�kence çe�itlerinden biri de ate�le da�lanmas� idi. Yine bir gün böyle bir i�kence alt�nda k�vran�rken Peygamber Efendimiz rastgeldi. Mübarek elleriyle Ammar’�n ba��n� s��ayarak ate�e, “Ey ate�! �brahim’e (a.s.) serin ve selamet oldu�un gibi Ammar’a da öyle ol!” diye dua etti. Sonra da Ammar’a, �u haberi verdi:
“Ey Ammar! Sen (bu i�kencelerle) ölmeyecek, uzun bir müddet ya�ayacaks�n. Senin ölümün, azg�n bir toplulu�un[2]eliyle olacakt�r.”[3]
“Kalbimde �man Ferahl��� Var!”
Yine bir gün Ammar, u�rad��� i�kenceden dolay� a�l�yordu. Bu haliyle onu gören �efkat timsâli Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözya�lar�n� sildi; sonra da, “Seni kâfirler tuttu da suya m� bast�? Onlar, seni bir daha tutar da sana �öyle �öyle derler ve i�kencelerine devam ederlerse, sen de onlara istediklerini söyle ve kurtul” dedi.
Bu, hayat�n� zâlim mü�riklerin elinden kurtarmak için Ammar’a bir müsaade idi!
Bu müsaadenin verili�inden bir müddet sonra, Ammar yine mü�rikler taraf�ndan yakaland� ve i�kenceden i�kenceye u�rat�ld�. ��kence edilirken de kendisine �u teklif yap�l�yordu:
“Muhammed’e küfretmedikçe, Lât ve Uzzâ’ya tapman�n da onun dininden hay�rl� oldu�unu söylemedikçe, sana i�kence etmekten asla vazgeçmeyece�iz!”
Zavall� Ammar’�n dilinden, çaresiz olarak mü�riklerin söyledikleri döküldü. Muradlar�na eren gaddarlar, Ammar’� serbest b�rakt�lar.
��kence ve azap yükü alt�nda ezilmekten kurtulan Ammar, do�ruca Resûl-i Ekrem’in huzuruna vard�. Efendimiz kendisine, “Kurtuldu�un, yüzünden belli!” deyince, cevab� �u oldu:
“Hay�r, vallahi kurtulmad�m!”
Peygamber Efendimiz, “Niçin?” diye sorunca da Ammar, “Ben, senden vazgeçirildim. Lât ve Uzzâ’n�n da senin dininden hay�rl� oldu�unu bana söylettirdiler!” kar��l���n� verdi.
Ammar üzgündü, Ammar �a�k�nd�. Dünya ba��na y�k�lacakm�� gibi, heyecan ve korku içinde Resûl-i Kibriya’n�n huzurunda dikilmi�, duruyordu. Mü�riklerin i�kence ve eziyetlerinden kurtulmu�tu, ama �imdi ba�ka bir tehlikeyle kar�� kar��ya gelmi�ti!
Resûl-i Ekrem, “Mü�riklerin dediklerini söylerken kalbini nas�l buldun?” diye sordu.
Ammar’�n kalbinden kopup gelen cevab� �u oldu:
“Kalbimi iman ferahl��� ve rahatl���nda, dinime ba�l�l���m� da demirden daha sa�lam buldum!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sana vebâl yok ey Ammar! E�er, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak isterlerse, sen de söylediklerini tekrarlay�p kurtul!”[4]diyerek Ammar’�n hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sürura garketti.
Bu hadise üzerine Yüce Allah, �u meâldeki ayetini inzal buyurdu:
“Kalbi imanla karar bulmu� oldu�u halde (küfür kelimesini söylemeye) zorlananlar (ve böylece yaln�z dilleriyle söyleyenler) müstesna, kim Allah’a küfrederse onlara �iddetli bir azap var; fakat küfre ba�r�n� açanlar üzerine, Allah’tan bir gazab ve kendilerine çok büyük bir azap vard�r.”[5]
�u halde, kalbi imanla karar bulmu� bir mü’mine burada bir ruhsat tan�nmaktad�r: O da, dü�man taraf�ndan can�n�n veya herhangi bir âzâs�n�n yok edilme tehlikesi bahis mevzu oldu�u zaman, yaln�z diliyle küfür kelimesini söylemesi câizdir. Ancak bunun, kalbin imanla mutmain olmas� �art�yla bir ruhsat oldu�u hat�rdan ç�kar�lmamal�d�r. Bunun yan�nda, hakk� söylemek ve dinin izzetini korumak için helâk olmay� göze al�p küfür kelimesinin lisanla dahi olsa söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsatla de�il de, azimetle amel etmek ise, daha faziletli bir hareket say�lm��t�r.[6]
HZ. EBÛ BEK�R’�N ��KENCEYE MARUZ KALI�I
Resûlullah Efendimiz, bir gün Dârü’l-Erkam’da ilk Müslümanlardan birço�uyla oturuyordu. Ba�ta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde, “tevhid davas�n� mü�riklere kar�� aç�klamak” arzusu, bir i�tiyak halini alm��t�. Bunu gerçekle�tirmesi için Resûl-i Kibriya Efendimizden ricada bulundular. Fakat Hz. Resûlullah, tedbiri elden b�rakmak istemiyordu. Henüz böyle bir hareket için zamana ihtiyaç vard�. “Biz henüz az�z, bu i�e yetmeyiz!” diye konu�tu.
Fakat iman�n taptaze heyecan ve �evkini tertemiz gönüllerinde ta��yan bu yeni Müslümanlar, yerlerinde adeta duramaz hale gelmi�lerdi. Bunu hisseden Fahr-i Âlem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescid-i Haram’a gitti. Bir tarafa oturdular. Mü�riklerden bir topluluk da oradayd�.
Allah ve Resûlüne iman a�k�yla yan�p tutu�an Hz. Ebû Bekir, kalbinin derinliklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada mü�riklere dönerek, Allah’a iman�n ulvîyet ve kutsîyetini, buna kar��l�k puta tapman�n pespâyeli�ini ve onlara hürmet etmenin sefâletini hayk�rd�.
Müslümanlara kar�� kin ve dü�manl�k ile dolu olan mü�rikler, Hz. S�dd�k’a sald�rd�lar, her taraf�n� kan revan içinde b�rakt�lar. Ellerinden, ancak kabilesi Teymo�ullar�ndan birkaç�n�n araya girmesiyle kurtulabildi.
Demirli ayakkab�lar�n darbelerine maruz kalan Hz. Ebû Bekir, kendinden geçmi�ti. Bayg�n bir halde evine götürdüler. Gün boyu bayg�n kald� ve ancak ak�amüzeri kendine gelebildi.
Sanki, onca darbelere maruz kalan kendisi de�ilmi�, sanki yüzü gözü kan revan içinde b�rak�lan bir ba�kas�ym�� gibi, dudaklar�ndan dökülen ilk cümleler �unlar oldu:
“Resûlullah ne yap�yor, ne haldedir? Ona dil uzatm��lard�, hakaret etmi�lerdi!”
Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle Hz. Resûlullah’a olan sadâkatinin �âheser bir örne�ini veriyordu. Kan revan içindeki haline bakmadan, yara berelerinin ac�s�na s�z�s�na ald�rmadan, Nebiyy-i Zî�an’�n durumunu ö�renmek istiyordu; hem de o Nebiyy-i Muhterem’e �iddetle muhalefet edenler aras�nda...
Kendisine yemek teklifinde bulundular; “Aç kald�n, susuz kald�n! Bir �eyler yiyip içmez misin?” dediler.
O ise hep, “Resûlullah ne haldedir, ne yap�yor?” diye soruyordu.
Annesinin, Resûl-i Ekrem’in davas�ndan haberi yoktu. Henüz iman etmeyenler aras�nda bulunuyordu. Nas�l olursa olsun, Allah Resûlünün durumunu ö�renmeliydi. Annesine, “Git” dedi. “Hattab’�n k�z� Ümmü Cemil’e sor. Resûlullah hakk�nda bana haber getir!”
Ümmü Cemil, iman etmi� bahtiyar bir kad�nd�. Fakat Resûl-i Ekrem’den ald��� dersle tedbirli ve ihtiyatl� davran�yordu.
Ebû Bekir’in annesi Ümmü Hayr ona, “Ebû Bekir, senden, Abdullah’�n o�lu Muhammed’i soruyor” deyince; “Ben, onun hakk�nda bir �ey bilmiyorum. Ama istersen, beraber o�lunun yan�na gidelim” diye cevap verdi.
Asl�nda, Ümmü Cemil’in Resûlullah’tan haberi vard�. Ancak bir tertip ve tuzakla kar�� kar��ya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle cevap vermi�ti.
Hz. Ebû Bekir’i yüzü gözü yar�lm�� bir vaziyette gören Ümmü Cemil’in içi burkuldu ve kendisini zabtedemeyerek, “Sana bunlar� revâ gören bir kavim, �üphesiz azg�n ve sapk�nd�r! Allah’tan dile�im, onlardan intikam�n� almas�d�r!” diye hayk�rd�.
Ümmü Cemil’den Resûl-i Ekrem’in selamette oldu�unu ö�renmesine ra�men Hz. Ebû Bekir’in içi, yine de rahat etmiyordu. Annesine, “Vallahi, gidip Resûlullah’� görmedikçe ne yer, ne de içerim!” dedi.
Onu, Resûl-i Ekrem’e götürmekten ba�ka çare yoktu. Fakat bu haliyle nas�l gidebilirdi? Dârü’l-Erkam’a kadar nas�l yürüyebilirdi?
Etraf tenhala��nca, annesi ve Ümmü Cemil’e yaslanarak sendeleye sendeleye Resûlullah’�n huzuruna vard�. Senelerden beri birbirlerini görmemi� candan dostlar gibi kucakla�t�lar. Resûl-i Ekrem’in durumunu gözleriyle gördükten sonra, “Annem babam sana feda olsun Yâ Resûlallah! O azg�n, sapk�n adam�n (Utbe b. Rabia) yüzümü yerlere sürtüp bilinmez hale getirmesinden ba�ka herhangi bir üzüntüm yok!”[7]diye konu�tu.
O anda bile Hz. Ebû Bekir’in gönlü iman ve �slam’a hizmet a�k�yla alev alev yan�yordu.
Peygamber Efendimize annesini göstererek, “Bu, annem Selma’d�r” dedi. “Onun hakk�nda Allah’a duada bulunman�z� arzu ediyorum. Umulur ki Allah, onu cehennem ate�inden hat�r�n için kurtar�r!”[8]
Bu samimi arzu, samimi duayla birle�ti ve o anda orada Ümmü Hayr Selma Hâtun, “bahtiyar mü’mineler” saf�na kat�ld�.
____________________________________________________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 267; Ebu’l-Velid el-Ezrakî, Kâbe ve Mekke Tarihi, Terc., s. 426; Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, �slam Peygamberi, c. 1, s. 80.
[2] “Hz. Ammar, daha sonra S�ffîn Harbi’nde katledildi. Hz. Ali, onu, Muaviye’nin taraftarlar�n�n bâ�î (azg�n) olduklar�na hüccet gösterdi. Fakat Muaviye te’vil etti. Amr b. Âs dedi: ‘Bâ�î, yaln�z onun katilleridir; umumumuz de�iliz.’” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 110).
[3] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 248.
[4] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 249.
[5] Nahl, 106.
[6] Hazin, Tefsir, c. 3, s. 136; M. Hamdi Yaz�r, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 3132.
[7] Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 1. s. 275.
[8] Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 1. s. 276.
B�T�N BUNLAR �MT�HANDI
�lk Müslümanlar�n maruz kald�klar� bu i�kence, eziyet ve hakaretler, kar�� kar��ya bulunduklar� güçlükler ve maniler, Allah taraf�ndan ayn� zamanda birer imtihand�. Mesele sadece “�man ettim” demekle bitmiyordu; imandaki sadâkat, samimiyet ve sab�rlar�n�n da ölçülmesi gerekiyordu!
Öylesine güçlükler, i�kence ve eziyetler olacak ki gerçekten iman etme arzusunu ruhunda ta��yanlar, bütün bunlara ald�rmadan iman edecekler; bu arzuyu ciddi olarak gönüllerinde ta��mayanlar ise, halis mü’minlerden ayr�lacaklard�.
Nitekim �u ayet-i kerime de bu hususa i�aret eder:
“Do�rusu Biz, onlardan evvelkileri de (çe�itli musibetlerle) denedik. Allah (imtihan suretiyle iman�nda) sâd�k olanlar� da muhakkak bilecek, yalanc� olanlar� da elbette bilecek.&rhttps:// href="https://www.resulullah.org/butun-bunlar-imtihandi#_ftn1" name="_ftnref1" title="">[1]
Demek ki iman�nda samimiyetin en mühim bir ölçüsü, kar��la�t��� güçlükler, i�kence, eziyet ve �zd�raplar kar��s�nda boyun e�memektir.
Dayan�lmaz i�kenceler, hakaretler, eziyet ve zulümler, Allah’a iman�n ve Resûlüne tâbi olman�n gerçek �uuruna eren hakikî Müslümanlar�n cesaretini k�ram�yordu. Onlar�n hidayet dairesinde sebat etmelerine ve ba�kalar�n�n da o daireye ko�mas�na mani olam�yordu. ��kenceler, eziyet ve hakaretler, adeta �slam ate�inin daha gür yanmas�, daha kuvvetli parlamas� için birer odun mesabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve i�kencelerine devam ettikçe, �slam davas� da bir ba�ka h�zla geli�iyor, yay�l�yor, ruh ve gönüller üzerindeki nurdan saltanat�n� devam ettiriyordu.
�uras� muhakkakt�r ki zor ve tahakküm hiçbir zaman, hiçbir devirde devaml� olarak hak ve hakikati yenememi�, bo�amam�� ve kendine esir edememi�tir; aksine, hak ve hakikat, ço�u kere zoru da, tahakkümü de, zulüm ve zulmeti de yenmi�, yok olmaya mahkûm etmi�tir.
Asr-� Saadet Müslümanlar�n�n dayan�lmaz i�kence ve zulümler kar��s�nda gösterdikleri e�siz cesaret, engin sab�r ve harika metanet, cidden insaf ve basîret sahiplerinin gözlerini ya�artacak bir ulvîyete sahiptir ve günümüz Müslümanlar� için de birçok ibreti hâvîdir.
Öyle ki �talyan Muharrir-Tarihçi Leone Caetani gibi az�l� bir �slam dü�man� bile, �u itiraf� yapmaktan kendini alamam��t�r:
“Hayret, hayrettir ki aralar�nda bir tane bile dönek yoktur!”
As�l hayret edilecek husus ise, böyle bir itirafta bulunan muharririn, �slam’a gönlünü ve kalemini teslim edece�i yerde, dü�manl�kta devam etmesi, adeta gündüzün ortas�nda güne�i görmemek için gözünü kapamas�d�r!
___________________________________
M��R�KLER�N YEN� TERT�PLER�
Ba�vurulan tertip, eziyet ve i�kencelerin hiçbiri, Resûl-i Ekrem Efendimizi �slam’� tebli� etmekten al�koyam�yordu. Üstelik, amcas� Ebû Tâlib de, yapt�klar�na ve söylediklerine kar�� ç�km�yor, bilâkis onu koruyordu.
Mü�rikler, bu sefer ba�ka bir yol denediler. �leri gelenlerinden on ki�i, Ebû Tâlib’e gelerek, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Ye�enin putlar�m�za sövdü, dinî inançlar�m�z� kötüledi; ak�ls�z oldu�umuzu, babalar�m�z�n, dedelerimizin yanl�� yolda gitmi� olduklar�n� söyleyip durdu. �imdi sen, ya onu bunlar� yapmaktan ve söylemekten al�koy veya aradan çekil.”[1]
Ebû Tâlib, bu teklif kar��s�nda ne yapacakt�? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, di�er tarafta ye�enine kar�� olan samimi sevgisi! Hangisini tercih edecekti?
Sonunda, yumu�ak ve güzel sözlerle mü�rik heyetini ba��ndan savd�.[2]
Ebû Tâlib’e �kinci �ikayet
�lk �ikayetlerinden hiçbir netice alamad�klar�n� gören mü�rikler, Ebû Tâlib’e tekrar ba�vurdular: “Ey Ebû Tâlib! Sen, bizim ya�l� ve ileri gelenlerimizden birisin. Ye�enini yapt�klar�ndan vazgeçirmek için sana müracaat ettik; fakat sen istedi�imizi yapmad�n. Vallahi, art�k bundan sonra onun babalar�m�z�, dedelerimizi kötülemesine, bizi ak�ls�zl�kla itham etmesine, ilâhlar�m�za hakaretlerde bulunmas�na asla tahammül edemeyiz! Sen, ya onu bunlar� yap�p durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarp���r�z!”[3]
Ebû Tâlib, tehlikeli bir durumla kar�� kar��ya bulundu�unun fark�ndayd�: Kavmi taraf�ndan terk edilmek istemezdi; ama ye�eni Kâinat�n Efendisinden de vazgeçemezdi! O halde ne yapabilirdi? Derin derin dü�ündükten sonra, Resûl-i Ekrem’i (a.s.m.) yan�na ça��rarak, yalvar�rcas�na, “Karde�imin o�lu! Kavminin ileri gelenleri bana ba�vurarak, senin onlara dediklerini bana arz ettiler. Ne olursun, bana ve kendine ac�! �kimizin de alt�ndan kalkamayaca��m�z i�leri üzerimize yükleme! Kavminin ho�una gitmeyen sözleri söylemekten art�k vazgeç!”[4]dedi.
Durum, oldukça nâzikti. Bir bak�ma, o güne kadar kavmi içinde kendisine yegâne hâmîlik eden, Ebû Tâlib’ti. O da m� himâyeden vazgeçecekti?
Bu teklifle kar�� kar��ya kalan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, bir müddet mahzun mahzun dü�ündü. Sonra, hakikî muhâf�z�n�n Cenab-� Hak oldu�unu bilmenin gönül rahatl��� içinde amcas�na cevab� k�l�ç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu: “Bunu bilesin ki ey amca! Güne�’i sa� elime, Ay’� da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebli�den vazgeçmem! Ya Allah bu dini hâkim k�lar yahut ben bu u�urda can�m� veririm!”[5]
Öz amcas�n�n kendisini terk edece�i endi�esini duyan Peygamber Efendimiz, bu cevab�n� verirken gözya�lar�n� tutamam��t�. Mübarek gözya�lar�, sanki amcas�n�n gönlüne daml�yordu! Bu halini gören amcas�, onu nas�l yaln�z ba��na b�rakabilirdi? Zât�na kar�� böylesine muhabbet besledi�i ye�enini nas�l terk edebilirdi?
Y�k�lmayan bir iradeye sahib Resûl-i Kibriya’n�n davas�n� hayk�rmaktan asla vazgeçmeyece�ini anlayan Ebû Tâlib, “Ye�enim benim!” diyerek boynuna sar�ld� ve “��ine devam et, istedi�ini yap! Vallahi, seni asla herhangi bir �eyden dolay� kimseye teslim etmeyece�im!”[6]diye konu�tu.
Bu söz veri�ten sonra, mü�rikler de Ebû Tâlib’in ye�inini her �eye ra�men koruyaca��n� ve asla yaln�z b�rakmayaca��n� kesinlikle anlad�lar.
Ebû Tâlib’e Ba�ka Bir Teklif
Gözleri önünde birçok kimsenin �lâhî hidayete ko�tu�unu gören mü�rikler, buna tahammül edemiyorlard�. Ba�ka bir tedbir dü�ündüler. Yine Ebû Tâlib’e ba�vurarak �u teklifte bulundular:
“Ey Ebû Tâlib! Sana Kurey� gençlerinin en güçlü, en kuvvetli, en yak���kl�s� ve ak�ll�s� olan Umâre b. Velid’i verelim; kendine evlat edin. Akl�ndan, yard�m�ndan istifade edersin. Buna kar��l�k sen de bize, karde�inin o�lunu teslim et, öldürelim! ��te, sana adam kar��l���nda adam! Daha ne istersin?”
Ebû Tâlib, bu mant�ks�z teklife, “Önce siz bana kendi o�ullar�n�z� verirsiniz, onlar� ben öldürürüm; ancak sonra onu size verebilirim!” diye cevap verdi.
Bu teklifi mü�rikler tepkiyle kar��lad�lar. “Bizim çocuklar�m�z” dediler. “Onun yapt�klar�n� yapm�yorlar ki!”
Ebû Tâlib, bu sözlerini de cevaps�z b�rakmad� ve sert bir dille, “Vallahi o, sizin çocuklar�n�zdan çok çok daha hay�rl�d�r. Siz bana çok çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz! Nas�l olur? Siz, o�lunuzu bana yeti�tirmek üzere vereceksiniz, benimkini ise öldürmek için alacaks�n�z! Buna asla müsaade edemem!”[7]diye konu�tu.
Mü�riklerin kin ve nefretleri art�k son haddine varm��t�. Bu nefret ve kinleri bundan böyle sadece Resûlullah ve Müslümanlara de�il, Ebû Tâlib’e de yönelmi� oluyordu!
Kaderin garip tecellisine bak�n�z ki mü�riklerin Ebû Tâlib’e kar�� menfi tav�r tak�nmalar�, Hâ�imo�ullar�n�n, Resûl-i Ekrem’i himâyelerine almalar�na vesile oldu. Himâyeden sadece biri kaç�nd�: Ebû Leheb!
Bu arada, Ebû Tâlib, Hâ�imo�ullar�n� toplad� ve Resûl-i Ekrem’in korunmas� hususunda dikkatli olmalar�n� tenbihledi.
Ebû Tâlib’in bu tarz vaziyet al���, Kurey� mü�riklerini �u kesin karara sevketti:
Allah Resûlünün hayat�na son vermek!
Bu menhus arzular�n� gerçekle�tirmek için Mescid-i Haram’a topland�lar. Bunu duyan Ebû Tâlib, Hâ�imo�ullar� gençlerini bir araya toplad� ve derhal onlarla Kâbe’ye giderek mü�rik toplulu�una gözda�� verdi. “Vallahi” dedi. “Ye�enim Muhammed’i öldürecek olursan�z, biliniz ki sizden hiç kimse sa� kalmaz! Biz de, siz de bu yolda helâk oluncaya kadar pe�inizi b�rakmay�z!”
Ebû Tâlib’in bu tehdidi kar��s�nda mü�rikler, tek kelime konu�amadan da��ld�lar.
Ebû Tâlib, konu�mas�n�n sonunda Kâinat�n Efendisi hakk�nda �öyle diyordu:
“Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan ya�mur niyaz edilen böyle bir zât hiç b�rak�l�r m�? O, öyle bir kerem sahibidir ki yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Hâ�imo�ullar� ailesinin yoksullar� ona s���n�rlar. Hâ�imo�ullar�, onun sâyesinde nimetlere eri�mi�lerdir.
“Ey Kurey� toplulu�u! Beytullah’a yemin ederim ki siz onu yalanlamakla aldan�yor ve bo� hayallere kap�l�yorsunuz. Muhammed hakk�ndaki suikastiniz ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp u�runda çarp��mad�kça gerçekle�ir mi san�yorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmad�kça, çoluk çocuklar�m�z� bize unutturacak fedakârl�klarla onu müdafaa etmedikçe size b�rakmay�z!”[8]
Mü�riklerin Yeni Tertipleri
Bütün bu olup bitenlerden sonra, Kurey� mü�rikleri, Peygamber Efendimizin bask�larla, zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve i�kencelerle kendilerine boyun e�meyece�ini anlam��lard�.
Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnat ve iftiralar uydurmay� tasarlad�lar. Hedef, Resûl-i Ekrem Efendimizin yüce �ahsiyetini (hâ�â) nazarlarda küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca duyulmas�na engel olmakt�!
Bu maksatla, hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid b. Mu�îre etraf�nda topland�lar. Günden güne geli�en, gönüllere saadet bah�eden iman, �slam davas� ve onun temsilcisi olan Resûl-i Kibriya Efendimiz hakk�nda konu�maya ba�lad�lar.
Fikir babalar�ndan biri olan Velid b. Mu�îre, etraf�nda toplanm��, yüzlerine �irkin çirkinli�i aksetmi� bulunan arkada�lar�na, “Ey Kurey�liler!” dedi. “��te, hac mevsimi de gelip çatt�. Arab kabileleri yurdumuza ak�n edeceklerdir. Muhakkak onlar, �u adam�m�z Muhammed’in meselesini de duymu�lard�r. Size birtak�m sorular soracaklard�r. Bu sebeple onun hakk�nda bir fikir etraf�nda birle�memiz gereklidir; ta ki aram�zda ihtilâfa dü�meyelim.”
Bu, kurnazca bir teklifti: Ayr� ayr� fikir beyan etmeleri, elbette onlar� inan�lmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacakt�; dolay�s�yla, gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklard�.
Kurey�liler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda da dinlemek istediler. “Sen” dediler. “Bize bu husustaki görü�ünü, kanaatini ve tedbirini de söyle; biz de ayn�s�n� söyleyelim ve ayn� �ekilde hareket edelim!”
Fakat Velid, önce onlar�n kanaat ve görü�lerini ö�renmek istiyordu!
Kurey� mü�ikleri fikirlerini beyan ettiler: “‘Kâhindir’ deriz.”
Velid bu fikirlerine kat�lmad�. “Hay�r...” dedi. “Vallahi, o, bir kâhin de�ildir. Biz kâhinleri görmü�üzdür. Onun okudu�u �eyler, öyle kâhin m�r�ldan��lar� ve düzmeleri cinsinden de�ildir. Kâhin do�ru da söyler, yalan da... Ama biz Muhammed’in hiçbir yalan�n� görmedik ki!”
Mü�rikler, “O halde ‘Mecnun [deli]’ diyelim!” dediler.
Velid, bu görü�e de itiraz etti. “Hay�r...” dedi. “O, mecnun da de�ildir. Delileri görmü�üz. Delili�in ne oldu�unu biliriz. Onun hali, bir delininkine asla benzemiyor!”
Topluluktan üçüncü teklif geldi: “Öyle ise ‘�âirdir’ deriz!”
Velid, bu görü�ü de do�ru bulmad�. “Hay�r... O, �âir de de�ildir. Biz, �iirin her çe�idini biliriz. Onun okudu�u, bunlar�n hiçbirine benzemez!”
“O halde ‘Sihirbaz [büyücü]’ deriz!”
Bu fikir de Velid taraf�ndan makbul say�lmad�. “Hay�r, hay�r! O, sihirbaz da de�ildir. Biz hem sihirbazlar�, hem de yapt�klar� sihirlerini görmü�üzdür. Onun okuduklar�, ne sihirbazlar�n okuyup üfledikleridir, ne de dü�ümleyip ba�lad�klar�...” diye konu�tu.
Bütün tekliflerinin reddedildi�ini gören mü�rikler, i�i Velid’e havâle ettiler. “O halde, ey Abdü��ems’in babas�, ne diyece�imizi sen söyle!” dediler.
Velid’in konu�mas� �a��rt�c� oldu. “Vallahi” dedi. “Onun sözlerinde apayr�, bamba�ka bir tatl�l�k vard�r. Onun okudu�u sözden tatl� söz olamaz! O bir nurdur. Onun öyle bir tatl�l��� vard�r ki sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dallar� ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma a�ac�d�r o!”
Mü�rikler, bu ifadelerden telâ�a kap�ld�lar: Yoksa, ak�l dan��t�klar� ve fikir babalar�ndan biri sayd�klar� Velid de mi Müslüman olmu�tu? Hele, kendilerini terk edip evine dönmesi, telâ� ve endi�elerini bütün bütün art�rd�. Öyle ki “Velid, dininden döndü!” diye söylenmeye bile ba�lad�lar.
Ancak Velid’in dininden döndü�ü filan yoktu. Hangi itham ve iftiran�n daha uygun olaca��n� dü�ünmek için evine çekilmi�ti! Karar�n� verdikten sonra, geri dönüp Kurey�lilere �öyle dedi:
“Sizin, as�ls�z ve yalan oldu�u k�sa zamanda anla��lacak olan bu dedikleriniz içinde yine akla en yak�n olan�, ona ‘Sihirbaz’ demenizdir; çünkü o öyle büyüleyici bir sözle gelmi�tir ki o söz evlatla baban�n, karde�le karde�in, kar� ile kocan�n, kavim ve kabilesiyle �ahs�n aras�n� aç�yor!”[9]
Bu görü� etraf�nda birle�tiler. Art�k Peygamber Efendimize (hâ�â) “Sihirbaz” diyecekler, bu itham ve iftira ile halk� kendisinden uzak tutmaya çal��acaklard�!
Cenab-� Hak, indirdi�i ayet-i kerimelerde, Velid b. Mu�îre’nin bu kurnazca tedbir ve plân�ndan, “Kahrolas�, ne biçim (söz) uydurdu!” buyurarak bahsediyor ve âk�betini de �öyle ilan ediyordu:
“Ben de muhakkak onu [Velid b. Mu�îre’yi] cehenneme sokaca��m!”[10]
Kâinat�n Efendisi, mü�riklerin iddia etti�i gibi, bir kâhin de�ildi; çünkü kâhinin sözleri kar���k ve tahminîdir. Hâlbuki, onun söyledikleri, hak ve hakikat idi; her selim akl�n tasdik etti�i gerçeklerdi; kar���kl�ktan, tahminden uzak, kesinlik ifade eden sözlerdi.
O, iddia edildi�i gibi bir mecnun da de�ildi; çünkü yaln�z dostlar� de�il, en az�l� dü�manlar� bile, yeri geldikçe, akl�n�n mükemmelliyetine �ehâdet ediyorlard�.
Server-i Kâinat, iddia ettikleri gibi, bir �âir de de�ildi; çünkü onun bahsetti�i parlak, nurlu hakikatler, �iirin hayallerinden berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi!
Cenab-� Hak, mü�riklerin bütün bu iftira, isnat ve tertiplerinden sonra indirdi�i vahiyle Resûlüne �öyle hitap etti:
“O halde ey Resûlüm! Sen, ö�üt ve nasihate devam et! Çünkü sen, Rabbinin (nübüvvet ve �slam) nimeti sâyesinde ne kâhinsin, ne de mecnun...”[11]
_______________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 283-284; �bn Kesir, Sîre, c. 1, s. 473.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; �bn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 473.
[3] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; �bn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 474.
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, 284; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220.
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 285; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220; �bn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 474.
[6] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 285; Taberî, Tarih, c. 2, s. 220; �bn Kesir, Sîre, c. 2, s. 475.
[7] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 285; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 202; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220; �bn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 475.
[8] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 295.
[9] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 288-289; Kad� �yaz, e�-�ifa, c. 1, s. 512-513.
[10] Müddessir, 19-26.
[11] Tur, 29.
HABE��STAN'A H�CRET
(Bi’setin 5. senesi Receb ay� / Milâdî 615)
Mü�riklerin her gün biraz daha �iddetini art�ran eziyet, hakaret ve i�kenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar için ya�anmaz bir �ehir haline gelmi�ti! Günden güne artan bu eza ve cefalar, dinî ibadetlerini de gönül rahatl��� içinde yapma imkân�n� ellerinden alm��t�!
Mü�riklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davran��lar�ndan kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.
Bunun için Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün Müslümanlara, “Siz, bâri yeryüzüne da��l�n! Allah Teâlâ sizi yine bir araya getirir” dedi.
Sahabeler, “Yâ Resûlallah! Nereye gidelim?” diye sorunca da, eliyle Habe�istan’�n bulundu�u taraf� i�aret ederek, “Siz Habe� ülkesine gitseniz iyi olur! Habe� hükümdar�n�n yan�nda hiç kimse zulme u�ramaz. Oras� do�ruluk yurdudur. Umulur ki Allah, sizi orada ferahl��a kavu�turur” buyurdu.
Resûl-i Kibriya’n�n bu müsaade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak onu erkek be�i kad�n on be� ki�ilik bir Müslüman kafilesi, “dinlerini ve inançlar�n� korumak” mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlar�n�, ba� ve bahçelerini, anne ve babalar�n�, akraba ve kom�ular�n� terk ederek, yabanc� bir diyara do�ru gizlece yola koyuldular. K�z�ldeniz yoluyla Habe�istan’a varan ve Habe� Necâ�îsi taraf�ndan gayet müspet kar��lanan, �slam’da ilk hicret kafilesini �u zâtlar te�kil ediyordu:
Hz. Osman ve han�m� Hz. Rukiyye,
Zübeyr b. Avvam,
Ebû Huzeyfe b. Utbe ve han�m� Sehle,
Mus’ab b. Umeyr,
Abdurrahman b. Avf,
Ebû Seleme ve ailesi Ümmü Seleme,
Osman b. Maz’un (kafile reisi),
Amir b. Rebîa ve ailesi Leylâ,
Süheyl b. Beydâ,
Ebû Sebre b. Ebî Rühm ve han�m� Ümmü Külsüm.[1]
Hz. Osman, zevcesi Hz. Rukiyye’yi yan�na al�p herkesten önce yola ç�km��t�. Bunu haber alan Efendimiz, “Lût Peygamberden sonra ailesini yan�na al�p Allah yolunda hicret eden ilk insan, Osman’d�r”[2]buyurdu.
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin Habe�istan’� tercih edi�i, birkaç sebebe dayan�yordu: Her �eyden evvel, oras� Mekkeliler taraf�ndan gayet iyi bilinen bir yerdi. Zira, bu ülkeyle eskiden beri ticarî münâsebetleri vard�. Habe� Necâ�îsinin âdil bir hükümdar olu�u, bu ülkenin tercih edilmesine ikinci bir sebepti. Adaletiyle �öhret bulmu� Necâ�î, elbette bu mazlum zümreye haks�zl�k etmeyecekti. Bir di�er sebep olarak da, Habe�istan halk�n�n ehl-i kitap olu�lar�, H�ristiyan dinine mensup bulunmalar� olarak zikredilebilir. Ehl-i Kitap olu�lar� sebebiyle �üphesiz, Müslümanlara kar�� tav�r ve davran��lar�, mü�riklerin Ehl-i �slam’a kar�� hareket ve davran��lar�ndan farkl� olacakt�!
Nitekim Mekke’yi sessiz sedâs�z terk eden ad� geçen sahabeler, Habe� Necâ�îsi ve halk� taraf�ndan gerçekten çok güzel kar��land�lar. Buraya yerle�tikten sonra da, ibadetlerini ifa, dinî inançlar�n� ya�ama hususunda herhangi bir engel ve zorluk ile kar��la�mad�lar. Bu hususu, bizzat hicret eden Müslümanlar, “Biz burada hay�rl� bir kom�uluk, dinimize dokunulmazl�k gördük. �nciltilmedik. Ho�lanmad���m�z bir söz de duymad�k. Huzur içinde Rabbimize ibadet ettik”[3]diyerek ifade etmi�lerdir.
Gerçekten, Resûl-i Ekrem Efendimiz taraf�ndan bir ba�ka ülkenin de�il de, Habe�istan’�n hicret ülkesi olarak seçili�i, dikkat çekicidir. Bir mü�rik ve putperest ile bir Müslüman�n hiçbir zaman ruhen kayna�mas� mümkün de�ildir; ama ikisi de ehl-i kitap olan bir Müslüman ile bir H�ristiyan�n —hiç olmazsa “inanç” noktas�nda baz� mü�terekleri bulundu�undan— anla�malar� mümkün olabilir. Nitekim Habe�istan halk�n�n Müslümanlara kar�� nâzik tavr� ve dinî vazifelerini yerine getirmede gayet müsamahal� davranmalar�, bu gerçe�i do�rular!
Bütün bunlarla birlikte, bu hicret hadisesi, çok daha mühim baz� müspet neticelerin do�mas�na sebep oldu. Bu sâyede, �slamiyet, etraftan da duyuldu. Hicret hadisesinin arkas�nda bu yüksek gayenin bulunu�undan dolay�d�r ki mü�rikler, göç eden bu bir avuç Müslüman�n Habe�istan’a s���nmalar�ndan endi�e duydular ve telâ�a kap�ld�lar. Bu uzak diyarda dahi onlar� rahat b�rakmak istemediler.
HZ. HAMZA, MÜSLÜMANLAR SAFINDA
(Bi’setin 6. senesi)
�slam ve iman sadâs� kulaktan kula�a yay�l�p gittikçe gürle�iyordu. Kalplere mânevî serinlik veren bu imanî havan�n teessüsü, mü�riklerin uykular�n� kaç�r�yordu. Ba�vurduklar� tertip ve plânlar�n hiçbiri, co�kun akan bu iman �elâlesinin önüne set olam�yor ve ümitsizli�in verdi�i ezici ruh haleti içinde k�vran�p duruyorlard�.
Kahraman Hz. Hamza’n�n saadet dairesine dâhil olmas�yla, mânevî sanc�lar� kat kat artm�� oldu.
Peygamberimizin amcas� ve ayn� zamanda süt karde�i olan Hz. Hamza, kimden olursa olsun, nereden gelirse gelsin, haks�zl��a asla tahammülü olmayan bir kahramand�. Kurey� içinde de yüksek bir itibara sahipti.
�lâhî hidayetin tecellisi bu! Kimin nerede ve nas�l iman nimetine kavu�aca�� belli olmaz. Hz. Hamza da, beklenmedik bir zamanda �slam nimetine kavu�tu.
Bir gün, çok sevdi�i e�lencesi olan avdan dönüyordu. Safâ tepesinden Kâbe’ye do�ru giderken kar��s�na Abdullah b. Cüd’a’n�n azatl�k cariyesi ç�kt� ve “Ey Umare’nin babas�!” dedi. “Karde�imin o�lu Muhammed’e, Ebu’l-Hakem b. Hi�am [Ebû Cehil] ile arkada�lar� taraf�ndan yap�lanlar� görmü� olsayd�n asla dayanamazd�n!”
Hz. Hamza, heybetli bak��lar�n� cariyenin üzerinde bir müddet gezdirdikten sonra, “Ebu’l-Hakem b. Hi�am, ona ne yapt�?” diye sordu.
“Ona �urac�kta türlü türlü i�kenceler yapt�, hakaret etti; sonra da çekip gitti. Muhammed de ona hiçbir �ey söylemedi!”
Hz. Hamza, “Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?” dedi.
Cariye, “Evet, gördüm!” diye cevap verdi.
Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine u�ramadan, yay�, oku, torbas� ve av malzemeleri ile do�ruca, Kâbe etraf�nda oturmu� bulunan Ebû Cehil ve arkada�lar�n�n yan�na vard�. Meclisin ortas�ndaki Ebû Cehil’in ba��na, hiçbir �ey sormadan okkal� bir yay indirdi ve ba��n� fena halde yard�. Sonra da, “Sen misin ona sövüp sayan? ��te, ben de onun dinindeyim! Onun söyledi�ini söylüyorum! Gücün yetiyorsa, o yapt�klar�n� bana da yap, göreyim!” diye konu�tu.
Ebû Cehil, hareketinde kendisini hakl� göstermek için savunmaya geçti. “Ama o bizi ak�ls�z sayd�!” dedi. “Putlar�m�za hakaret etti. Atalar�m�z�n tuttu�u yoldan ayr� bir yol tuttu.”
Hz. Hamza’dan kararl� ve sert bir cevap geldi: “Siz ki Allah’tan ba�kas�na �lâh diye tapmaktas�n�z. Sizden ak�ls�z kim var? Ben �ehâdet ederim ki Allah’tan ba�ka ilâh yoktur. Yine �ehâdet ederim ki Muhammed, Allah’�n Resûlüdür!”[4]
Hz. Hamza’n�n bu kararl�l��� kar��s�nda ne Ebû Cehil, ne de etraf�ndakilerde bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hatta Ebû Cehil, “Do�rusu ben, karde�inin o�luna çok çirkin bir �ekilde sövüp saym��t�m; buna müstahak oldum” diyerek suçlulu�unu da itiraf etti.
�eytan�n Vesvesesi
Ani ve beklenmedik bir kararla saadet dairesine dâhil olan Hz. Hamza, evine dönünce, zihninde �eytan�n birtak�m vesvese ve �üpheleriyle kar�� kar��ya kald�: “Sen Kurey�’in hat�r� say�l�r birisi idin. �u, dininden dönen Muhammed’e uydun. Hiç de iyi etmedin!”
Kalp ve zihninin, �eytan�n bu tarz telkinlerine maruz kald���n� hisseden Hz. Hamza, do�ruca Kâbe’ye vard� ve “Allah�m! Bu tuttu�um yol do�ru ise, kalbime de onu tasdik ettir; bana bu hususta bir ç�kar yol göster!” diye dua etti.
Aradan bir gün geçtikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vard�. Ba��ndan geçenleri anlatt�.
Resûl-i Ekrem, kendilerine va’z ve nasihatte bulundu.
Kalbi iman ve itminan bulun Hz. Hamza, Peygamber Efendimize, “Senin do�rulu�una �ehâdet ederim, ey karde�imin o�lu! Art�k dinini bana aç�kla” dedi.
Hz. Hamza gibi bir kahraman�n Müslümanlar saf�nda yer al���, Efendimizi ve Müslümanlar� son derece memnun ederken, mü�riklerin gönüllerine hüzün ve korku sald�. Resûl-i Ekrem’e pervas�zca revâ gördükleri eziyet ve i�kencelerinin bir k�sm�n� da terk etmek zorunda kald�lar!
M�R�KLER�N YEN� TEKL�FLER�
Hidayet dairesi gittikçe geni�liyor, iman ve Kur’an nuru bütün ha�met ve parlakl��� ile ruhlar� ayd�nlatmaya devam ediyordu.
Kurey� mü�riklerinin telâ� ve endi�eleri ise had safhadayd�. Hele, parmakla gösterilen kahramanlar�ndan biri olan Hz. Hamza’n�n inananlar taraf�nda beklenmedik bir zamanda yer almas�, kendilerini bütün bütün �a��rtt�. �irk kalesinde gün geçtikçe yeni ve daha büyük gediklerin aç�lmas�, onlar� de�i�ik plânlar kurmaya ve yeni yeni tertiplere girmeye sevketti.
Bir gün, Kurey� kabilesi ileri gelenlerinden Utbe b. Rebîa, bir grup mü�ri�e, “Ey Kurey�liler! Muhammed’in yan�na gidip konu�sam ve kendisine baz� tekliflerde bulunsam nas�l olur? Umulur ki o, bu tekliflerden baz�lar�n� kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz; böylece, kendisi de, bize kar�� yapt�klar�ndan belki vazgeçer!” diye teklif etti.
Topluluk taraf�ndan teklif kabul edildi.
Bunun üzerine Utbe, o s�rada yaln�z ba��na Mescid-i Haram’da bulunan Nebiyy-i Zî�an Efendimizin yan�na vard� ve sözüne �öyle ba�lad�:
“Ey karde�imin o�lu! Biliyorsun ki sen aram�zda �eref ve soy sop üstünlü�ü bak�m�ndan bizden daha hay�rl�s�n ve ilerisin. Ancak sen, kavminin ba��na büyük bir i� açt�n. Bu i�le onlar�n birli�ini da��tt�n, ak�ls�z olduklar�n� söyledin; tanr�lar�n� ve dinlerini kötüledin; onlar�n gelmi� geçmi� baba ve atalar�n� kâfir sayd�n. �ayet beni dinleyecek olursan, sana baz� tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde dü�ünüp ta��nman� istiyorum. Belki baz�lar�n� kabul edersin!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Söyle, ey Velid’in babas�, seni dinliyorum!” deyince, Utbe, tekliflerini s�ralamaya ba�lad�: “Sen ortaya att���n bu meseleyle �ayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallar�m�zdan sana hisse ay�ral�m, hepimizin en zengini olas�n! E�er bir �eref pe�inde isen, seni kendimize reis yapal�m! Yok, e�er bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastal�k ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedavi ettirelim. Seni kurtar�ncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayal�m!”
Utbe, tekliflerini yapm�� ve susmu� idi. Konu�ma s�ras� Resûl-i Ekrem Efendimize gelmi�ti. Utbe’ye, “Ey Velid’in babas�! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu.
Utbe’den, “Evet...” cevab� gelince, Resûl-i Ekrem, “O halde, �imdi sen beni dinle” dedi ve besmele çekerek Fussilet Suresi’nin 1-36 aras�ndaki ayetleri kemâl-i vakar ve heybet içinde okumaya ba�lad�:
“Ha Mîm... Bu Kur’an, Rahmân, Rahîm (olan Allah) taraf�ndan indirilmedir. Bir kitapt�r ki ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere anlayacak olan bir kavme aç�klanm��t�r; hem cenneti müjdeleyici, hem (ate�ten) korkutucu olarak... Fakat onlar�n (Mekke kâfirlerinin) ço�u (Kur’an’dan) yüz çevirdiler. Art�k onlar, dinleyip Hakk’� kabul etmezler.”
Sureyi secde ayetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Utbe’ye döndü ve “Ey Velid’in babas�! Okuduklar�m� dinledin! Art�k gerisini sen dü�ün!” dedi.
Kur’an’�n nazm�ndaki i’caz, manas�ndaki tatl�l�k Utbe’nin çehresini birden de�i�tirmi�ti. Öyle ki bunu Kurey�liler fark ettiler. Birbirlerine söylendiler: “Vallahi, Ebu’l-Velid, çehresi de�i�mi� olarak dönüyor!”
Yanlar�na gelince, “Ne getirdin? Anlat bakal�m!” dediler.
Utbe, “Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç i�itmedi�im bir kelâm i�ittim! Yemin ederim ki o ne �iirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir!” dedikten sonra sözlerine �öyle devam etti:
“Ey Kurey� toplulu�u! Beni dinleyin de, hat�r�m için bu i�in pe�ini b�rak�n, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmay�n! Yemin ederim ki benim ondan dinledi�im söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin d���n�zda kalan Arab tâifelerine b�rak�rsan�z daha iyi etmi� olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. E�er o, Arablara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun �erefi sizin �erefiniz demektir. Onun sâyesinde insanlar�n en mesut ve bahtiyar� olursunuz.”
Utbe’nin konu�mas�, Kurey�lilerin hiç de ho�una gitmedi. Tepki göstererek, “Ey Velid’in babas�! Gene o, seni diliyle büyülemi�!” dediler.
Sözlerinin dinlenmedi�ini gören Utbe ise, “O halde, istedi�inizi yap�n!” diyerek yanlar�ndan uzakla�t�.[5]
Böylece, mü�rikler, Server-i Kâinat Efendimiz kar��s�nda ma�lubiyet üzerine ma�lubiyete u�ruyorlard�. �slam davas�na kar�� tedbir ve çareleri bir bir tükeniyordu. Ba�vurduklar� her tedbir ve plân geri tepiyor, hatta aleyhlerine tecelli ediyordu!
Çünkü Cenab-� Hakk’�n, “Ben nurumu tamamlayaca��m; kâfirler, mü�rikler istemeseler bile...” diye vaadi vard�. Resûlüne emri �uydu:
“Sana vahyettiklerimi halka bildir, korkma, çekinme. Çünkü Ben, seni insanlardan, onlar�n �er ve belâlar�ndan koruyaca��m.”[6]
Bunun için de, Allah Resûlü (a.s.m.), iman ve �slamiyete davet vazifesine b�kmadan usanmadan, korkmadan çekinmeden devam ediyor, bütün gayretiyle gönüller üzerinde tevhid bayra��n� dalgaland�rmaya çal���yordu. Bunun neticesi olarak da, inananlar�n saf� gittikçe hem daha s�kla��yor, hem de güçlenip kuvvetleniyordu.
Mü�riklerin, Safâ Tepesi’nin “Alt�n”a Çevrilmesini �stemeleri!
Mekkeli mü�rikler, ne eziyet ve i�kencelerin, ne de mevki makam, mal mülk tekliflerinin, Peygamber Efendimizi bir an bile davas�nda tereddüde dü�ürmedi�ini art�k kesinlikle anlam��lard�. Bu sebeple, kar��s�na de�i�ik tekliflerle ç�kmaya ba�l�yorlard�.
Bir gün, Resûl-i Kibriya Efendimize, “Rabbine dua et! E�er Safâ tepesini bizim için alt�na çevirirse, biz o zaman seni tasdik eder, sana iman ederiz!” dediler.
Böyle bir iste�i yerine getirmek, elbette insan güç ve kuvvetinin üstünde bir i�ti; ama Allah’�n kuvvet ve kudreti yan�nda basit bir hadiseydi.
Mü�rikler, böylesine, herhangi bir insan�n yapamayaca�� �eyleri Peygamber Efendimize teklif etmekle, adeta kendilerini teselli etmeye çal���yorlard�: “Bak�n, i�te bu iste�imizi yerine getirmedi. Öyleyse neden iman edelim?” demek istiyorlard�.
Di�er istek ve tekliflerinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hep, bunlar� yapman�n kendi vazifesi olmad���n�, onlar�n ancak Allah’�n iste�iyle, kuvvet ve kudretiyle meydana gelebilece�ini ifade etmesine kar��l�k, bu tekliflerine ayn� cevapla kar��l�k vermeden, “Teklifiniz yerine gelirse, bu dedi�inizi gerçekten yapar m�s�n�z?” diye sordu.
Hep birden, “Evet, yapar�z!” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ellerini açarak kudreti sonsuz Rabb-i Rahîm’ine yalvarmaya ba�lad�.
Elbette, Sultan-� Levlâk’�n niyaz� cevaps�z kalamazd�. Ân�nda Cebrail (a.s.) gelerek, “Allah Teâlâ, seni selaml�yor ve ‘�stersen, onlara Safâ tepesini alt�n yapay�m. Ancak bundan sonra da onlardan kim inkâra kalk���rsa, varl�klar�mdan hiçbirine yapmad���m bir azapla onlar� azapland�r�r�m! Yok istersen, onlara tevbe ve rahmet kap�lar�m� aç�k b�rakay�m’ diyor” dedi.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, iki teklif aras�nda serbest b�rak�lm��t�. Cenab-� Hak, istedi�ini yapacakt�. Buna ra�men o, kendisini böylesine rahats�z edip s�k�nt�ya sokan kavmine ac�d� ve Rabbinden dile�i �u oldu:
“Hay�r Allah�m! Onlar�n isteklerini yerine getirme. Kendilerine rahmet ve tevbe kap�lar�n� aç�k b�rak!”[7]
Evet, Peygamber Efendimiz, “âlemlere rahmet” olarak gönderilmi�ti. Kalp ve vicdan�, merhamet ve �efkatin menba� idi. Kendisine zulmedenlere, kendisine eziyet ve hakarette bulunanlara bile yeri geldikçe ac�yor, onlar� affediyordu. Hiçbir zaman �ahs� için intikam alma yoluna gitmiyordu. Kendisine zulmedenlere dahi iman saadeti ve �slam hidayeti diliyordu.
O, bu engin �efkat ve merhamet, bu derin af ve müsamaha ile gönülleri fethetmi�, kalp ve ruhlar� nuru etraf�nda pervane gibi döndürmü�tür.
Mü�riklerin De�i�ik Bir Teklifleri
Yap�lan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz taraf�ndan reddedilmesine ra�men, mü�rikler yeni yeni teklifler bulup ileri sürüyorlard�.
�leri gelenleri, bir gün Resûl-i Ekrem’e, “Sana, içimizde en zengin adam olacak �ekilde mal verelim, istedi�in kad�nla evlendirelim! Yeter ki sen, ilâhlar�m�z� kötülemekten vazgeç!” dediler. Sonra da �öyle konu�tular:
“E�er bu dedi�imizi kabul etmez ve yapmazsan, sana yeni bir teklifimiz var. Hem senin için, hem bizim için hay�rl� olan bir teklif!”
Resûl-i Ekrem, “Nedir, o hay�rl� teklif?” diye sordu.
Kurey� ileri gelenleri, “Sen bizim tanr�lar�m�z olan Lât ve Uzzâ’ya bir y�l tap; biz de senin ilâh�na bir y�l tapal�m!”[8]dediler.
Bu, Kurey� mü�riklerinin bir oyunu, bir tuza�� idi. Ak�llar�nca, Resûl-i Ekrem’i böyle bir teklifle kand�rmay� dü�ünüyorlard�. Fakat hayat�n�n gayesi �irk ve küfürle mücadele olan Kâinat�n Efendisi, elbette bu tuza�a dü�meyecekti. Nitekim Cenab-� Hak, bu hadisenin hemen sonras�nda Kâfirûn Suresi’ni indirdi:
“(Ey Resûlüm!) de ki:
“‘Ey Kâfirler! Ben, sizin ibadet etmekte olduklar�n�za (putlar�n�za) tapmam; siz de benim ibadet etmekte oldu�uma ibadet ediciler de�ilsiniz. Zaten, ben hiçbir vakit sizin tapm�� olduklar�n�za tap�c� olmad�m; siz de (hiçbir zaman) benim ibadet etmekte oldu�um (Allah’a) ibadet edicilerden de�ilsiniz. Sizin dininiz (bât�l itikad�n�z) size, benim dinim de bana!’”
Peygamber Efendimiz, inen bu sureyi kendilerine okuyunca, mü�rikler bu tekliflerinin de neticesiz kald���n� anlad�lar ve bu yoldaki ümitlerini de yitirdiler!
Mü�riklerin Üç Sorusu
Hz. Resûlullah’�n davas� kar��s�nda çaresizlikler içinde k�vranan Mekke mü�riklerinin akl�na yeni bir fikir geldi: Yahudi âlimlerinden, Peygamberimiz hakk�nda bir �eyler ö�renmek!
Bu maksatla Medine’ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görü�erek Resûl-i Ekrem Efendimizin söylediklerinden, yapt�klar�ndan bahsettiler; sonra da, “Siz, elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakk�nda bize bilgi veresiniz diye size ba�vurduk!” dediler.
Yahudi âlimlerinin, bu isteklerine cevaplar� �u oldu:
“O kimseye, ‘Geçmi�teki o genç delikanl�lar�n hayret edilecek maceralar� ne idi? Yeryüzünün do�usuna bat�s�na kadar ula�an, dönüp dola�an zât�n k�ssas� ne idi? Ruh’un mahiyeti nedir?’ sorular�n� sorun. E�er bu sualleri cevapland�r�rsa, bilin ki o, Allah’�n peygamberidir; siz de ona tâbi olun. Yok, e�er cevapland�ramazsa, o adam yalanc� bir kimsedir; kendisine istedi�inizi yapabilirsiniz!”[9]
Temsilciler, Mekke’ye dönerek durumu mü�riklere anlatt�lar.
Mü�rikler, ümit ve sevinç içinde Peygamber Efendimize ko�arak, bu sorular� sordular.
Kâinat�n Efendisi, sorular�n� cevapland�rmak için mühlet istedi. “Size yar�n bildireyim!” dedi.
Bunu derken, o s�rada “�n�allah [Allah dilerse]” demeyi unutmu�tu. Bu sebeple, bir görü�e göre üç, di�er bir rivayete göre ise on be� gün bu konuda hiçbir vahiy gelmedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, s�k�nt�dan duramaz hale gelmi�ti. Hele, mü�riklerin, “Muhammed bizden bir gün mühlet istedi; bunca zaman geçti, bize hâlâ bir �ey bildirmi� de�il!” diyerek dedikodulara ba�lamalar�, bu s�k�nt�lar�n� daha da art�rd�. Öyle ki kimseyle konu�amaz hale gelmi�ti.
Nebiyy-i Ekrem’in, bu s�k�nt�lar� fazla sürmedi; sonunda vahiy indi. Mü�riklerin sorular�na �öyle cevap verildi:
“Yoksa (Ey Resûlüm!) uzun zaman ma�arada uykuda kalan Kehf ve Rakîm ashab�, Bizim mucizelerimizden �a��lacak bir �ey oldular m� sand�n? Hat�rla ki o vakit o genç yi�itler ma�araya s���nd�lar da �öyle dediler: “Ey Rabbimiz! Bize taraf�ndan bir rahmet ihsan buyur ve i�imizde bize bir muvaffakiyet haz�rla.”[10]
Bu ayet-i kerimelerde, mü�riklerin birinci sorular� cevapland�r�l�yordu ve ad� geçen gençlerin Ashâb-� Kehf oldu�u bildiriliyordu. Sonraki ayetlerde ise Ashâb-� Kehf’in maceralar� anlat�l�yordu.[11]
Mü�riklerin ikinci sorular�na ise, �u ayetler cevap veriyordu:
“Ey Resûlüm! (Mü�rikler, seni imtihan etmek için) bir de Zülkarneyn’den (haber) soruyorlar. Sen de ki: ‘Size, onlardan bir haber anlataca��m.’”[12]
Surenin devam eden ayetlerinde ise, Cenab-� Hakk’�n Zülkarneyn’i iktidar sahibi yapt���, ona vas�ta ihsan etti�i ve bununla bat�ya do�ru yol ald���, yolculu�u esnas�nda bir kavimle kar��la�t��� ve onlar� iyi i�leri yapmaya davet etti�i belirtiliyor; sonradan do�uya do�ru yol tuttu�u, burada da bir kavimle kar��la�t��� ve onlar� da hay�rl� i�lerde bulunmaya ça��rd��� beyan ediliyordu.[13]
Mü�riklerin üçüncü suallerine ise, �u ayet-i kerimeyle cevap veriliyordu:
“(Ey Resûlüm!) bir de sana ruhtan (ruhun hakikatinden) soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin bildi�i bir i�tir ve size, ilimden ancak az bir �ey verilmi�tir.’”[14]
Mü�rikler, sorduklar� sorular�na mükemmel cevap alm��lard�!
Buna ra�men, Peygamber Efendimizin davas�n� do�rulay�p, ona uymaktan uzak durdular; �irkin inad� içinde hayatlar�na devam ettiler.
Ancak onlar�n bu hak ve hakikatten yüz çevirmeleri, kendilerini felâkete sürüklemekten ba�ka bir �eye yaram�yordu. Onlar direndikçe, iman ve Kur’an davas� daha bir ha�met ve azametle gönüller üzerinde dalgalanmaya devam ediyordu.
Cenab-� Hak, ayr�ca Peygamber Efendimizi de ayn� surede �öyle ikaz ediyordu:
“Hiçbir �ey hakk�nda ‘�n�allah’ demeden ‘Ben bunu herhalde yar�n yapar�m’ deme! Unuttu�un zaman Rabbini an, ‘�n�allah’ de, ‘Umulur ki Rabbim, beni daha yak�n bir hayra ve muvaffakiyete erdirir’ de!”[15]
Peygamber Efendimiz, bu ikazdan sonra, yapaca�� bir �ey hakk�nda “�n�allah” demeyi her zaman hayat�nda bir prensip edindi.
________________________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 1. s. 344-345; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 203-204; Taberî, Tarih, c. 2. s. 222.
[2] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1. s. 203.
[3] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 204; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 222.
[4] �bn Hi�am, Sîre, c. 1. s. 311; �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 9-12; �bn Abdi’l-Berr, el-�stiab, c. 1, s. 270.
[5] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 313-314; Taberî, Tarih, c. 2. s. 225.
[6] Mâide, 67.
[7] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 35-36.
[8] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 368; Taberî, Tarih, c. 2, s. 225-226.
[9] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 321-322.
[10] Kehf, 9-10.
[11] Kehf, 9-26.
[12] Kehf, 83.
[13] Kehf, 84-98.
[14] �srâ, 85.
[15] Kehf, 23-24.
KIRKINCI M�SL�MAN HAZRET-� �MER
(Bi’setin 6. senesi Zilhicce ay� / Milâdî 616)
Emsâlsiz kahramanlardan biri olan Hz. Hamza’n�n Müslümanlar saf�na kat�lmas� ve arkas�ndan da bir grup Müslüman�n Habe�istan’a hicretleri, Kurey� mü�riklerini derin derin dü�ündürüyordu. Hayatlar�na büyük bir tedirginlik ve endi�e hâkim bulunuyordu.
Hepsinin zihninde karar k�lm�� fikir �u idi:
“Mutlaka, �u Ebû Tâlib’in yetimi Muhammed’in i�i, bir an önce halledilmelidir!”
Bu konuyu görü�mek üzere, Dâru’n-Nedve’de toplanan Kurey�’in, hararetli ve ate�li konu�malar�ndan sonra, Ebû Cehil’in teklifi kabul edildi: “Muhammed’in vücudu ortadan kald�r�lacakt�r!”
Bu korkunç cinayeti i�lemeye kim cesaret edebilirdi? ��in içinde Hâ�imo�ullar�n�n böyle bir hal vukuunda kan davas� gütmeleri de söz konusu idi.
Bu i� için baz�lar� büyük vaadlerde de bulunuyordu. Mesela, Ebû Cehil, “Muhammed’i öldürecek kimseye, benden yüz k�z�l ve siyah deve, �u kadar alt�n, �u kadar gümü� v.s.” diyordu.
Kimse bu korkunç karar� tatbik etme cesaretini kendisinde göremiyordu. Ama içlerinde biri vard�; uzun boylu, iri yap�l�, kimseye boyun e�mez, gözünü daldan budaktan sak�nmaz, gözüpek biri... Ortaya at�ld�. “Bunu ben yapar�m!” dedi.
Bir anda bütün gözler, ortaya at�lan bu cesur adam�n üzerine çevrildi. Bakt�lar, Hattab O�lu Ömer’di bu... Ömer’in bu i�i yapabilece�inden emin olan Kurey�liler, hep bir a��zdan, “Evet, bunu ancak sen yapabilirsin! Görelim seni!” dediler.
Ömer, art�k hedefini tespit etmi�ti: Do�ruca “Dârü’l-Erkam”a giderek, orada Peygaber Efendimizi bulacak ve al�nan karar� yerine getirecekti.
K�l�c�n� ku�anan Ömer, kan çana��na dönmü� gözleriyle etrafa öfkeli bak��lar savurduktan sonra, do�ruca Kâbe’ye giderek tavafta bulundu. Sonra da kin, dü�manl�k dolu sert ad�mlarla Safâ tepesinin yolunu tutup, Dârü’l-Erkam’a do�ru yolland�.
Gidi�inde bir mana vard�; bir hedefe do�ru gitti�i besbelli idi. Yolda, Müslüman olmu�, fakat iman�n� gizleyen akrabas�ndan Nuaym b. Abdullah Hazretlerine rastlad�. Hz. Nuaym, Ömer’in bu de�i�ik tavr� kar��s�nda sormadan edemedi: “Nereye gidiyorsun ey Ömer?”
“�u, dinini b�rakan, Kurey�’in aras�na ayr�l�k dü�üren Muhammed’in vücudunu ortadan kald�rmaya gidiyorum!” cevab�nda bulunarak, maksad�n� gizlemeye bile lüzum görmedi.
Bu deh�etli karar kar��s�nda tüyleri diken diken olan Hz. Nuaym, onu bu fikrinden cayd�rman�n yolunu arad� ve “Vallahi, çok zor bir i�e kalk��m��s�n. Muhammed’in ashab�, onun ba�� ucundan bir an dahi olsun ayr�lm�yor. Ona yol bulmak çok güç. Farzet ki bir yolunu bulup onu öldürdün. Zanneder misin ki Abdi Menafo�ullar�, senin yeryüzünde elini kolunu sallayarak dola�mana müsaade eder?” diye konu�tu.
Sert bak��lar�n� muhatab�n�n üzerinde gezdiren Ömer, “Sen de mi ondan yana oluyorsun yoksa?” diye sordu.
Fakat beklenmedik bir cevapla kar��la�t�: “Yâ Ömer! Sen beni b�rak, önce ev halk�na, aile efrad�na dön. Eni�ten ve amca o�lun Sid b. Zeud ile e�i, k�z karde�in Fât�ma, Müslüman olup, Muhammed’in dinine tâbi olmu�lard�r. Git, önce onlarla u�ra�!”
Ömer’de bir �a�k�nl�k, bir tereddüt... Duyduklar�na önce inanmak istemedi; hatta ara�t�rma ihtiyac�n� bile duymaz görünerek yoluna devam etti. Ancak içine dü�en �üpheyi yenemedi ve yar� yolda fikrini de�i�tirerek k�z karde�inin evine do�ru döndü.
Bu s�rada, fedakâr sahabe Habbâb b. Eret, Hz. Said ile ailesi Hz. Fât�ma’ya, yeni nâzil olan Tâhâ Suresi’ni okumakta idi.
Evinin önüne yakla�an Ömer, bu sesi duydu. Kap�y� hiddetli hiddetli bir iki defa çald�. Aç�lmad���n� görünce, omuz verip kap�ya yüklendi ve h���mla içeri dald�.
Hz. Fât�ma, hiddetli hiddetli kap� çalan�n karde�i Ömer oldu�unu anlam�� ve Kur’an sahifelerini hemen bir tarafa kald�rm��t�. Bu arada Hz. Habbâb da bir kö�eye saklan�vermi�ti.
Ömer, öfke dolu sesiyle, “Okudu�unuz ne idi?” diye sordu.
Eni�tesi telâ� ve heyecan dolu ifadelerle, “Bir �ey yok; sadece aram�zda konu�uyorduk” cevab�n� verince, Ömer’in öfke ve hiddeti bütün bütün artt�. Masum masum duran eni�tesinin yakas�na yap��t� ve “Demek, duyduklar�m do�ru imi�! Siz de Muhammed’in dinine girdiniz, öyle mi?” diyerek onu yere çarpt�. Hz. Fât�ma, kocas�n� kurtarmaya kalkt�. Sert bir tokatla o da kendini yerde buldu. Müslümanl���n� gizlemenin art�k bir mana ifade etmeyece�ini anlayan Hz. Fât�ma, aya�a kalkt� ve “Elinden geleni yap ey Ömer! Ben ve kocam art�k Müslüman�z; Allah ve Resûlüne iman ettik!” diye hayk�rd�. Bu sözlerini, getirdi�i “kelime-i �ehâdet” takip etti. Ortal�k bir anda bu kelimenin azamet ve ha�yetiyle ç�nlad�.
Manzara ibretli ve içler ac�s� idi. Bir insan, k�z karde�ini “Rabbim Allah” dedi�i için nas�l böylesine insafs�zca dövüp kan revan içinde b�rakabilirdi? Kan revan içinde b�rak�lan�n bu haline ra�men davas�n� hayk�rmaktan geri durmamas� kar��s�nda hangi kat� kalp yumu�amaz ve hangi yürek insafa gelmezdi?
Ömer, �a��rd� birden! Kalbinde dalgalanmalar meydana geldi�ini hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta durmad� ve yere oturdu. Derin derin dü�ündükten sonra, “Hele getirin �u okuduklar�n�z�; getirin de, Muhammed’e gelen �ey ne imi�, göreyim!” dedi.
Hz. Fât�ma, önce tereddüt gösterdi. Karde�inin mübarek Kur’an sahifelerine hakaret edebilece�inden korktu. Ancak Ömer, “Korkmay�n” diyerek, onun bu endi�esini yok etti.
Kur’an sahifeleri ancak temiz kimselere verilebilirdi. Hâlbuki Ömer, henüz �irk üzere bulunuyordu, dolay�s�yla da mânen temiz say�lm�yordu.
Bunun için Hz. Fât�ma, “Karde�im!” dedi. “Sen, Allah’a �erik ko�ulan bir inanç üzere bulundu�un için temiz say�lmazs�n. Hâlbuki, O’na ancak temiz olanlar el sürebilir. Kalk, önce bir y�kan!”
Hz. Ömer, kalk�p gusletti. Bunun üzerine Hz. Fât�ma, koydu�u yerden Kur’an sahifesini hürmetle al�p ona verdi.
Hz. Ömer kâtipti, okuma yazma bilirdi. Eline ald��� sahifeyi ba��ndan okumaya ba�lad�:
“Tâhâ! (Ey Resûlüm!) Biz, sana Kur’an’� eziyet çekesin diye indirmedik. Ancak Allah’tan korkan kimseye bir ö�üt için... Arz� ve yüce gökleri yaratandan, yava� yava� bir indiri�le onu (Kur’an’�) indirdik.”[1]
Ömer, hem okuyor, hem de okuduklar� üzerinde dü�ünüyordu. Kur’an’�n ebedî ve edebî belâgati kar��s�nda �a�k�na dönmü�tü. Sanki, az evvel k�l�c�n�n kabzas�na yap���p Peygamber Efendimizin vücudun ortadan kald�rmaya giden Ömer, o de�ildi! Kalbindeki kat�l�k, yüzündeki öfke yok oluvermi�ti birden... Az evvel kan çana��n� and�ran gözleri, �imdi ayd�nl�k saç�yordu; yüzüyle beraber, içi de gülüyordu. Surenin,"Gerçekten Ben, Allah�m; Benden ba�ka hiçbir ilâh yoktur. Onun için Bana ibadet et ve Beni anmak için namaz k�l!”[2]ayetini okuyunca hayk�rd�: “Bu ne güzel, ne �erefli, ne ha�metli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatl� bir kelâm olamaz!”
Bu ifadeler, Ömer’in kalbinin hidayet nuruyla sar�ld���n�, onun ayd�nl���na kavu�tu�unun i�aretiydi.
Hz. Ömer’in bu sözlerini i�iten Kur’an hocas� Hz. Habbâb, gizlenmi� oldu�u yerden ortaya ç�k�verdi ve “Müjde ey Ömer!” dedi. “Dilerim ki Resûlullah’�n yapt��� dua, senin hakk�nda gerçekle�sin! Dün gece o, ‘Allah�m, �slamiyeti ya Ebu’l-Hakem b. Hi�am’la [Ebû Cehil] ya da Ömer b. Hattab’la kuvvetlendir’ diyerek dua etmi�ti!”
Ömer b. Hattab ve Ebu’l-Hakem Amr b. Hi�am, yani Ebû Cehil... Biri Server-i Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kald�rmakla ancak �slam davas�n�n önüne geçilebilece�ini teklif eden Ebû Cehil, di�eri bu teklifi kabul edip karar� infaz etmeye kalkan Ömer!
Art�k Ömer’in Resûlullah ve �slamiyet aleyhindeki dü�ünceleri tamam�yla aksine dönmü�tü. Bir an evvel Fahr-i Âlem Efendimizin huzuruna var�p, hidayet nuruyla kucakla�mak istiyordu. Hemen, “Resûlullah �imdi nerededir?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin, ashab�ndan baz�lar�yla Safâ tepesi ete�indeki Dârü’l-Erkam’da bulundu�unu ö�renince, Hz. Habbâb’la derhal yola koyuldu.
Gözcü, Ömer’in silah belde geldi�ini içeriye haber verdi. Herkesi bir telâ� ve heyecan havas� sard�. Sadece biri müstesna: Hz. Hamza... Bu büyük �slam kahraman�, elini k�l�c�n�n kabzas�na atarak, “B�rak�n, gelsin. Korkulacak ne var? E�er hay�rl� bir maksatla gelmi�se, kendisini hay�rla a��rlar�z; e�er kötü bir niyetle gelmi�se, onu kendi k�l�c�yla hallediriz!” diye konu�tu.
Manzaray� seyreden Fahr-i Âlem’in yüzünde tebessümler belirdi. Ömer’in gönlünün hidayet nuruyla ayd�nland��� haberini alm��t�. Hiçbir telâ�a ve endi�eye kap�lmadan, oturdu�u yerden, “Telâ� edilecek bir �ey yok, b�rak�n gelsin! E�er Allah, onun hayr�n� murad ettiyse, kendisini do�ru yola iletir” diye emir buyurdu.
Bu emir üzerine kap� aç�ld�. Kap� önünde bekleyen Ömer, heybetli görünü�ü ve silah� ile içeri girdi. Yüzünde öfke de�il, muhabbet par�lt�lar� vard�. Gözleri, hak ve hakikati araman�n ayd�nl��� içindeydi. Resûl-i Ekrem’le bir an göz göze geldi. Kâinat�n Serveri Efendimizin mânevî heybeti kar��s�nda kendinden geçer gibi oldu. Her �eyini unutmu�tu. Nebiyy-i Ekrem’in nurani bak��lar�, kalp ve ruhunu tesiri alt�na alm��, adeta avuçlam��t�.
Bir müddet birbirlerine bak��t�ktan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, sessizli�i, heyecan ve telâ� havas�n�, “Neye geldin ey Hattab’�n o�lu Ömer?” sorusuyla da��tt�; sonra da elini uzat�p, k�l�c�n�n ba��ndan tuttu ve “Allah�m, bu, Hattab O�lu Ömer’dir. Allah�m, �slam dinini Hattab O�lu Ömer’le kuvvetlendir!” diye dua etti.
Hz. Ömer, ruhunu hidayet güne�inin câzibesine kapt�rm��t� art�k... Resûlullah Efendimizin sorusuna, “Allah ve Resûlüne ve O’nun Allah’tan getirdiklerine iman etmek için geldim” diye cevap verdi ve arkas�ndan da,
اَشْهَدُ اَنْ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِdiyerek Müslüman oldu.[3]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ile ashab-� kiram�n sevinçleri son haddine varm��t�. Hep bir a��zdan yüksek sesle tekbir getirdiler: “Allahü ekber, Allahü ekber!”
Mekke sokaklar�ndan duyulan tekbir sesleri, ufuklar� ç�nlatt�, oradan göklere do�ru nurani dalgalar halinde yükseldi!
Art�k Hz. Ömer, Müslümand�; k�rk�nc� Müslüman... Bundan böyle, cesaret, kuvvet ve kahramanl���n� �irk için de�il, �slam dini u�runda kullanacakt�. Kurey�lilerin verdi�i karar üzerine Server-i Kâinat’�n vücudunu ortadan kald�rmaya ko�an Ömer, �imdi onun etraf�nda pervane olmu�tu. Yi�itli�ine iman�n hadsiz kuvvetini de ekleyen Hz. Ömer, bundan böyle Allah için, Resûlullah için mü�riklere gözda�� vermeye ko�acakt�. Birdenbire parlayan bu ate�în f�trat, Hz. Muhammed güne�inden feyz ve ���k alarak dünya tarihine adalet timsâli “Âdil Ömer” unvan�yla geçecektir.
Saf Halinde Mescid-i Haram’a Gidi�
Cesaretin gerçek kayna�� olan iman� kalbine yerle�tiren Hz. Ömer, art�k yerinde duramaz olmu�tu. Resûl-i Ekrem’e, “Yâ Resûlallah! Biz ölsek de ya�asak da hak din üzere de�il miyiz?” diye sordu. Resûl-i Zî�an, “Evet, varl���m kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki siz kalsan�z da, ölseniz de hak din üzeresiniz” diye cevap verince, “Öyle ise hâlâ ne diye gizleniyoruz?” dedi. “Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki korkmadan, çekinmeden, cesaretle bütün �irk meclislerine gidip �slamiyeti aç�klayaca��m!”
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz önde, sa��nda Hz. Ömer, solunda Hz. Hamza, di�er sahabeler arkalar�nda Dârü’l-Erkâm’dan ç�karak Kâbe’ye do�ru yol ald�lar. Vakur ad�mlarla, Mescid-i Haram’a girdiler.
Hz. Resûlullah’�n ba��n� bekleyen mü�rikler, bu manzara kar��s�nda �a��r�p kald�lar. �a�k�n, ürkek ve korkak bak��larla bir Hz. Ömer’e, bir Hz. Hamza’ya bak�yorlard�. Bir ara cesaretlerini toparlayarak, “Ey Ömer! Arkanda ne var, neyle geldin?” diye sordular.
Hz. Ömer, “Lâ ilâhe �llâllah, Muhammedü’r-Resûlullah ile geldim” dedi ve ilave etti: “Kimse yerinden k�m�ldamas�n; yoksa boynunu vururum!”
Mü�riklerin sesi sedâs� kesildi. Sanki dilleri tutulmu�tu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, serbestçe Kâbe’yi tavaf etti ve namaz k�ld�. Müslümanlar da aç�ktan aç��a namaz k�ld�lar.
Hz. Ömer der ki:
“��te, o zaman Allah Resûlü, ‘Hak ile bât�l olan�n aras�n� ay�rd�’ diye bana ‘Fârûk’ ad�n� takt�.”[4]
Önce Hz. Hamza’n�n, arkas�ndan Hz. Ömer’in Müslüman olmas�, �slam’�n inki�af� ve Müslümanlar�n mü�riklerin bask�lar�ndan s�yr�larak ibadetlerini serbetçe ifa etmeleri hususunda büyük bir rahatl�k sa�lad�. Bu bak�mdan bilhassa Hz. Ömer’in mü’minler saf�nda yer almas�n�n, �slam tarihinde önemli bir yeri vard�. Bu ehemmiyeti, ashaptan Abdullah b. Mes’ud Hazretleri, “Ömer’in Müslüman olmas�, �slamiyet için bir fetih, Müslümanlar için bir �eref ve izzet idi. Medine’ye hicreti nusret, halifeli�i de rahmet oldu. Ömer Müslüman oluncaya kadar bizler, Kâbe avlusunda aç�ktan aç��a namaz k�lam�yorduk”[5]diyerek ifade etmi�tir.
____________________________________________________________________________
[1] Tâhâ, 1-4.
[2] Tâhâ, 14.
[3] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 366-371; �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 267-269; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 216-219.
[4] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 270.
[5] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 270; Süheylî, Ravdü’l-Ünf. c. 1. s. 219.
�K�NC� M�SL�MAN KAF�LES� HABE��STAN'A H�CRET ED�YOR
(Bi’setin 7. senesi / Milâdî 616)
Habe�istan’a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, daha önce de belirtti�imiz gibi, ülkenin hükümdar� taraf�ndan iyi kar��lanm��, dinî ibadetlerini serbestçe ve gönül huzuru içinde ifa edebilme imkân�na kavu�mu�lard�.
Bu durumu haber alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de kalan Müslümanlara da Habe�istan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.
Resûl-i Ekrem’in amcas� Ebû Tâlib’in o�lu Hz. Cafer’in ba�kanl���nda Habe� ülkesine do�ru yola ç�kan ikinci kafile, önceki kafileden daha kalabal�kt�. On tanesi kad�n doksan iki ki�ilik bu topluluk da sa� sâlim, s�rf dinlerini emniyet alt�na almak, ibadetlerini huzur-u kalp ile ifa edebilmek gayesiyle Mekke’den ayr�l�p Habe� ülkesine vard�lar.
Müslümanlar göç ederken, Peygamber Efendimiz her �eye ra�men Mekke’den ayr�lmad�. Mü�riklerin eziyet ve i�kencelerine gö�üs germeye devam etti. Cenab-� Hakk’�n h�fz ve inayeti alt�nda kutsî ve ulvî hizmetini sürdürdü.[1]
Kurey�liler, Muhacirlerin Pe�inde!
Kurey� mü�rikleri, Müslümanlar�n art arda Habe� ülkesine hicret etmelerinden telâ�a kap�ld�lar! Gurbet diyar�nda da garip Müslümanlar�n pe�ini b�rakmak niyetinde de�illerdi. �slamiyetin bu gibi ülkelerde de yay�lmas� ve art�k kar��s�na ç�k�lmayacak bir kuvvet haline gelmesi endi�esini ta��yorlard�. Zira Müslümanlar, Habe� hükümdar�ndan himâye gördükleri takdirde Arabistan’�n �slam sînesine ko�mas� daha da kolayla�abilirdi! Böylece, �slam’�n önüne çekmek istedikleri setleri de yerle bir olacakt�!
Bu duruma tahammül edemeyen Kurey�li mü�rikler aralar�nda konu�tular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanlar� Habe� hükümdar�ndan geri istemeye karar verdiler.[2]
Elçi olarak Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’y� vazifelendirdiler. Plânlar� �u idi:
Ba�ta Necâ�î olmak üzere ülkenin di�er ileri gelenlerinin hepsine k�ymetli hediyeler götürülecek. Önce hükûmet adamlar�na hediyeleri verilecek ve arzular� arz edilecek. Sonra da hükümdara hediyesi takdim edilecek.
Bu plân� tatbik etmelerindeki maksatlar� ise �u idi:
Devlet erkân�n�n kendilerini desteklemeleri, Habe� Necâ�îsinin mülteci Müslümanlarla görü�mesine f�rsat ve imkân verilmeden arzular�n� yerine getirmelerini kolayca sa�lamalar�.
Habe� ülkesine varan elçiler, ayn� plân� tatbik ettiler.
Devlet adamlar�na k�ymetli hediyeleri takdim ederek maksatlar�n� �öylece arz ettiler:
“Bizden baz� akl� ermez gençler, atalar�n�n yolundan ayr�ld�lar. Sizin dininize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya ç�kt�lar. �u anda hükümdar�n�za s���nm�� bulunmaktad�rlar. Biz onlar� geri istemek üzere kavmimiz taraf�ndan gönderildik. Hükümdara bu arzumuzu iletti�imiz zaman, bu hususta bize yard�mc� olun ve ona Müslümanlarla görü�me f�rsat�n� tan�may�n. Onlar�n teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin ki: ‘Bunlar elbette kendilerinden olanlar� daha iyi tan�r ve bilirler. Kusurlar�n� da ba�kalar�ndan daha iyi görürler.’”
Saray adamlar� k�ymetli hediyelere aldand�lar ve kendilerini destekleyeceklerine dair söz verdiler.
Elçiler, bu sefer hükümdar�n huzuruna ç�kt�lar ve arzular�n� �öyle dile getirdiler:
“Ey Hükümdar! Aram�zdan ç�k�p i�lerimizi bozan bu adamlar, �imdi de buraya senin dinini, ülkeni ve halk�n� bozmak için gelmi�lerdir. Seni bu hususta ikaz etmeye geldik. Bunlar Meryemo�lu �sa’y� ilâh tan�mazlar. Senin huzuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onlar� bize iade et, biz onlar�n hakk�ndan geliriz.”[3]
Görüldü�ü gibi, elçiler isteklerini gayet kurnazca ifade ediyorlard�. Hükümdar�n H�ristiyan oldu�unu bildikleri için, o noktadan da kendisini kazanmak istiyor ve “Onlar, Meryemo�lu �sa’y� ilâh olarak tan�mazlar” diyerek mülteci Müslümanlar hakk�nda hiddete gelmesini istiyorlard�.
Önceden ayarlanan saray adamlar� da elçilerin söylediklerini tasdik ettiler. “Ey Hükümdar!” dediler. “Bunlar do�ru söylüyorlar. Elbette onlar� ba�kalar�ndan daha iyi bilir ve tan�rlar; hangi kusurlar�n�n oldu�unu da daha iyi görürler. Onlar� kendilerine teslim edelim! Yurtlar�na, kavimlerine geri götürsünler.”
Elçiler, isteklerine “evet” denilece�ini ümitle beklerken, Necâ�î hiddetli hiddetli, “Vallahi, hay�r” dedi. “Çaresiz kalm��, yurduma gelip yerle�mi�, beni ba�kalar�na tercih etmi� kimseleri, ben hiçbir kimseye teslim etmem! Onlarla görü�meden, onlar�n fikirlerini almadan hiçbir zaman karar�m� vermem! E�er, i� bunlar�n (elçilerin) dedikleri gibiyse, onlar� kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. �ayet i� bunun aksi olursa, kendilerini korur, en güzel �ekilde görür gözetirim.”[4]
Daha sonra Necâ�î, Müslümanlar�n yan�na gelmesi için davetçi gönderdi. Muhacirler, aralar�nda Hz. Cafer’i kendilerine temsilci seçtiler ve hep beraber saraya gittiler.
�çeride Kurey� elçileriyle birlikte Necâ�înin ça��rtt��� rahipler de vard�.
Hz. Cafer, Necâ�înin huzuruna girince, selam verdi, fakat secde etmedi.
Saray adamlar�, Hz. Cafer’e, “Sen ne diye hükümdara secde etmedin?” diye sorunca �u cevab� verdi:
“Biz ancak Allah’a secde ederiz!”
Tekrar, “Niçin?” diye sordular.
“Çünkü” dedi. “Allah bize resûlünü gönderdi. O da Allah’tan ba�kas�na secde etmemizi men’etti.”
Bunun üzerine elçiler, “Ey Hükümdar! Biz, bunlar�n halini sana bildirmemi� miydik?” dediler.
Necâ�î, Müslümanlara, “Siz ülkeme niçin geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar de�ilsiniz, bir istedi�iniz de yok. O halde bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin �u ortaya ç�km�� olan Peygamberinizin hali nedir? Hem bana söyleyiniz: Ne diye, memleketiniz halk�ndan bana gelenlerin selam verdikleri gibi selam vermiyorsunuz?” diye sordu.
Hz. Cafer, bu sorular� cevapland�rmaya geçmeden, “Ey Hükümdar!” dedi. “Ben üç söz söyleyece�im. E�er do�ru söylersem beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlay�n! �lk önce emret ki �u adamlardan (elçilerden) sadece biri konu�sun, öbürü sussun!”
Elçilerden Amr b. Âs, konu�aca��n� söyledi. Bunun üzerine Hz. Cafer, Necâ�îye hitaben, “Söyle �u adama” dedi. “Biz, tutulup efendilerimize iade edilecek köleler miyiz?”
Necâ�î, “Ey Amr!” dedi. “Onlar köle midirler?”
Amr, “Hay�r...” dedi. “Onlar �erefli ve hürdürler!”
Bu sefer Hz. Cafer, Necâ�îye, “Sor �u adama” dedi. “Biz, haks�z yere birinin kan�n� m� döktük ki kan� dökülenlere geri verilece�iz?”
Necâ�î, “Ey Amr!” dedi. “Bunlar haks�z yere harhangi birinizin kan�n� m� döktüler?”
Amr, “Hay�r...” dedi. “Onlar, bir damla kan bile dökmediler.”
“Hz. Cafer, yine Necâ�îye, “Sor �u adama” dedi. “Halk�n mallar�ndan haks�z yere ald���m�z, üzerimizde ödemekle mükellef bulundu�umuz mallar m� var?”
Necâ�î, “Ey Amr!” dedi. “E�er �u adamca��zlar�n, ödeyecekleri bir kantar alt�n borçlar� varsa, onu ben ödeyece�im.”
Amr, “Hay�r!” dedi. “Onlar�n bir k�rat borçlar� bile yok!”
Bunun üzerine Necâ�î, “O halde, siz bu adamlardan ne istiyorsunuz?” dedi.
Amr, “Onlar ve biz bir dinde idik. Onlar, dinimizi b�rakt�lar. Muhammed’e ve dinine tâbi oldular!” diye cevap verdi.
Bu sefer, Necâ�î, Hz. Cafer’e döndü ve “Siz sâlik bulundu�unuz �eyi ne diye b�rak�p ba�kas�na tâbi oldunuz? Kavminizin dininden ayr�ld���n�za ne benim dinimde, ne de �u milletlerden herhangi birisinin dininde olmad���n�za göre sizin edindi�iniz bu din, ne dindir?” diye sordu.
Hz. Cafer meseleyi ba�tan alman�n daha uygun olaca��n� dü�ünerek, “Ey Hükümdar!” dedi. “Biz Câhiliyyet üzere olan bir millet idik. Putlara tapar, lâ�eler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülü�ü i�lerdik. H�s�m ve akrabalar�m�zla ilgimizi keser, kom�ular�m�za kötülükte bulunur, zay�fleri ezerdik. Bizler bu hal üzere iken, Allah, içimizden birini bize peygaber gönderdi. Nesebini, asâletini, do�ruluk ve eminli�ini, iffet ve nezahetini bildi�imiz bir peygamber! O, bizi Allah’�n varl�k ve birli�ine inanmaya, O’na ibadete, bizim ve atalar�m�z�n Allah’tan ba�ka tap�nageldi�imiz putlar� ve ta�lar� terk etmeye davet etti. Do�ru sözlü olmay�, emanetleri yerine getirmeyi, akrabal�k haklar�n� gözetmeyi, kom�ularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sak�nmay� bize emretti. Fuhu�tan, yalandan, yetim mal� yemekten, namuslu kad�nlara iftira etmekten bizi menetti. Biz de ona iman ettik ve davas�n� tasdik ettik. Onun Allah’tan getirip bildirdi�i �eylere tâbi olduk. Bu yüzden kavmimiz bize dü�man kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah’a ibadetten al�koyup putlara tapt�rmak için türlü türlü i�kencelere ve mihnetlere u�ratt�lar. Biz de bütün bu sebeplerden dolay� yurdumuzu, yuvam�z� terk ederek ülkene geldik. Sana s���nd�k. Seni ba�kalar�na tercih ettik. Senin yan�nda zulme, haks�zl��a u�ramayaca��m�z� ümit etmekteyiz.”[5]
Hz. Cafer, hükümdar�n selam verme ve secde etmeme hususundaki sorusuna da �öyle cevap verdi:
“Selam verme meselesine gelince... Biz seni, Resûlullah’�n selam�yla selamlad�k. Biz birbirimizi hep böyle selamlar�z. Cennete gireceklerin selamla�malar�n�n da bu �ekilde olaca��n� Peygamberimizden ö�rendik. Bu yüzden seni böyle selamlad�k. Secde etme hususuna gelince... Biz, Allah’tan ba�kas�na secde etmekten yine Allah’a s���n�r�z!”[6]
Hz. Cafer’in bu sözleri, Necâ�înin üzerinde derin tesir icra etti. Mü�rikler ise, durduklar� yerde sus pus kesildiler.
Necâ�î, bir müddet dü�ündükten sonra Hz. Cafer’e, “Yan�nda bu bahsettiklerinden bir �ey var m�?” diye sordu.
Hz. Cafer, “Evet, var” dedi ve Meryem Suresi’nin ba� taraflar�n� okudu: “Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd... Bu, sana okuyaca��m�z ayetler, Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan rahmetini bir zikirdir. O, Rabbine gizli yalvard��� zaman, �öyle demi�ti: ‘Ey Rabbim! Do�rusu ben (öyle bir kimseyim ki), kemi�im zay�flay�p gev�edi ve ba��m�n saç� bembeyaz alev gibi tutu�tu. Sana dua etmekle ey Rabbim, hiçbir zaman mahrum olmad�m.”[7]
Sonraki ayetlerde, Hz. Meryem’in �sa’ya (a.s.) nas�l hamile kald���, Hz. �sa’n�n dünyaya nas�l geldi�i, bir mucize olarak be�ikte nas�l konu�tu�u ve sonra da Allah taraf�ndan peygamber olarak gönderildi�i anlat�l�yordu.
Okunan ayetler, Necâ�înin ruh dünyas�na, gözlerinden ya�lar ak�tacak kadar tesir etti; hatta akan ya�lar sakal�n� bile �slatt�. Haz�r bulunan rahipler de gözya�lar�n� tutamad�lar.
Kur’an-� Kerim’in mânevî câzibesine kap�lan iç âlemi bir nebze teskin olduktan sonra Necâ�î, “Vallahi” dedi. “Bu, ayn� kandilden f��k�ran bir nurdur ki Mûsa da, �sa da onunla gelmi�ti!”[8]
Bu hakl� itiraf�ndan sonra da mü�rik elçilere dönerek, “Vallahi, ben ne onlar� size teslim ederim, ne de onlar hakk�nda herhangi bir kötülük dü�ünürüm!”[9]dedi.
Necâ�înin bu beklenmedik karar� kar��s�nda, elçilerin, boyunlar�n� bükerek saray� terk etmelerinden ba�ka çareleri kalmad�.
Buna ra�men elçiler, bilhassa Arablar�n siyaset dâhisi kabul ettikleri Amr b. Âs, bu i�in pe�ini b�rakmayaca��n� söyledi ve yeni bir taktik uygulamaya karar verdi.
Ertesi gün tekrar Necâ�înin huzuruna ç�karak, Müslümanlar�n Hz. �sa hakk�nda çok garip �eyler söylediklerini anlatt�.
Hükümdar, yine Müslümanlarla konu�may� uygun buldu ve onlar� yan�na ça��rtt�. Temsilci olan Hz. Cafer’e, “Hz. �sa hakk�nda ne dü�ünüyorsunuz?” diye sordu.
Hz. Cafer �u cevab� verdi:
“Biz, Hz. �sa hakk�nda, Peygamberimizin bize Allah’tan getirip bildirdi�ini söyleriz: ‘O, Allah’�n kulu, Resûlü ve Allah’�n (sâir ruhlar gibi yaratt��� ve) gönderdi�i bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli bir k�z olan Meryem’e ilka edilmi� olan Allah’�n bir kelimesidir (Yani, Cenab-� Hakk’�n [Kün] emriyle babas�z dünyaya gelmi�tir).’ Meryemo�lu �sa’n�n hali ve �ân� bundan ibarettir.”[10]
Müslümanlar�n Hz. �sa hakk�ndaki bu kanaatleri Necâ�îyi oldukça sevindirdi. Eline bir çubuk ald� ve yere bir çizgi çizerek, “Bizimle sizin aran�zda bu hususta �u çizgi kadarc�k bir fark var. Zaten biz de onu, sizin söyledi�inizden ba�ka bir �ekilde telâkki etmiyoruz.” dedi.[11]
Elçiler, Necâ�înin himâyeden vazgeçmesini beklerken bu himâyesini daha da güçlendirdi�ini görünce, bir kere daha hayal k�r�kl���na u�rad�lar!
Necâ�î, Müslümanlara da, “Sizi ve yan�ndan geldi�iniz zât� tebrik ederim ki o, Allah’�n Resûlüdür. Zaten biz, onun vas�flar�n� kitab�m�z olan �ncil’de okumu�tuk. O peygamberi, Meryemo�lu �sa da insanl��a müjdelemi�ti. Allah’a yemin olsun ki e�er o, ülkemde bulunmu� olsayd�, ayakkab�lar�n� ta��r, ayaklar�n� y�kard�m!”[12]dedi.
Hak ve hakikati görüp idrak eden Necâ�î, Peygamberimizin risâletini tasdik eden sözlerinden sonra, bundan böyle Müslümanlara kar�� tak�naca�� tavr� da �u sözleriyle ifade etti:
“Gidiniz; ülkemin el sürülmemi� k�sm�nda her tecavüzden mahfuz, emniyet ve huzur içinde ya�ay�n�z. Size kötülük eden helâk olur! (Bu sözlerini üç kere tekrarlad�.) Ben sizden herhangi birinizi üzüp de bir da� kadar alt�na sahip olaca��m� bilsem, yine de buna te�ebbüs etmem!”[13]
Necâ�înin bu kesin ve kararl� sözlerinden sonra, elçilere elbette gerisingeri Mekke’ye dönmekten ba�ka bir �ey kalmam��t�. Hatta Necâ�î, kendilerine getirdikleri hediyelerini bile iade etti.
Bu haberi duyan Kurey� mü�rikleri, büyük bir sars�nt� geçirdiler. Korktuklar�, ba�lar�na gelmi� say�l�rd�!
MUHAC�RLER�N MEKKE’YE DÖNÜ�Ü
Habe�istan’a hicret eden Müslümanlar, her ne kadar mü�riklerin eziyet ve hakaretlerinden kurtulmu�lar ve dinî vazifelerini rahatl�kla yerine getirme imkân�n� elde etmi�lerse de do�up büyüdükleri ana baba vatan�ndan uzakta gurbet hayat� ya��yorlard�. Bu durum haliyle kendilerini üzüyordu.
Son kafilenin hicretinden üç ay gibi k�sa bir zaman sonra, Kurey� ileri gelenlerinden birkaç�n�n Müslüman oldu�u yolunda haberler ald�lar. �leri gelenlerinin Müslüman olmas� demek, mü�riklerin toptan �slam’a teslim olmas� demekti.
Bu haberler üzerine, “Mekke’nin art�k kendileri için bir eziyet ve hakaret diyar� olmaktan ç�km�� bulundu�u” zann�yla alt�s� kad�n otuz dokuz ki�ilik bir kafile, anayurtlar�na dönmek üzere yola ç�kt�lar. Ancak Mekke’ye yakla�t�klar�nda bu haberin as�ls�z oldu�unu ö�rendiler. Ne var ki art�k geri dönmek bir hayli zordu.
Mekke’ye girebilmek içinse, ya mü�rik olan akraba ve dostlar�n�n himâyesine s���nmalar� veya kimseye görünmemeleri gerekiyordu. �ehre serbestçe girmeye kalkmalar�, kendilerini dü�man�n insafs�z ellerine teslim etmek olurdu. Bu bak�mdan, muvakkat da olsa bir k�sm� mü�rik akraba ve dostlar�n�n himâyesine s���nmay� tercih ettiler; bir k�sm� ise, himâyeye lüzum görmeden, gizlice �ehre girdiler.
Bu arada, Habe� ülkesine geri dönenler de oldu. Bunlar, Müslümanlar�n Medine’ye hicretlerine kadar orada kald�lar. Sonra bir k�sm� Hicret’in hemen akabinde Medine’ye gelip Müslümanlara kat�ld�lar; bir k�sm� ise, uzun müddet Habe�istan’da ikamet ettiler.
Mekke’ye yerle�enler, Medine’ye hicrete kadar buradan ayr�lmad�lar. Mü�riklerin her türlü eziyet ve i�kencelerine imanl� gö�üslerini siper ederek iman-küfür mücadelesinde azimle sebat ettiler.[14]
______________________________________________________________________
[1] �bn Hî�am, Sîre, c. 1, s. 345-346; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 207; Taberî, Tarih, c. 2, s. 222.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 356; Taberî, Tarih, c. 2. s. 225.
[3] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 358.
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 359.
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 359-360; �bn Kesir, Sîre, c. 2, s. 20-21.
[6] �bn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 19.
[7] Meryem, 1-4.
[8] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 360; �bn Kesir, Sîre, c. 2, s. 21.
[9] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, 360; �bn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 21.
[10] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 261.
[11] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 261.
[12] �sfahanî, Delâil, s. 207; �nsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 341.
[13] �bn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 22.
[14] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 3; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 207.
�AKK-I KAMER MU'C�ZES�
Kurey�li mü�rikler, Resûl-i Ekrem Efendimizin davas�n� tasdik eden birçok mucizeye �ahit olduklar� halde, yine de inat ve inkârlar�ndan vazgeçip ona sadâkat ellerini uzatm�yorlard�. Gördükleri her mucizeye bir kulp takarak nazarlarda küçük ve basit bir hadiseymi� gibi göstermek isteyerek, hem kendilerini, hem de halk� aldatma yoluna gidiyorlard�. Zaman zaman da ak�llar�nca Resûl-i Ekrem’i güç durumda b�rakmak niyetiyle kendilerince meydana gelmesini mümkün görmedikleri isteklerde bulunuyorlard�. “E�er, gerçekten Allah taraf�ndan vazifelendirilmi� bir peygamber isen, �unu �unu yap, �unu �unu göster de görelim!” diyorlard�.
Bu isteklerde bulunurken maksatlar� iman etmek de�ildi; bilâkis, Kâinat�n Efendisini güç durumda b�rakmakt�. Fakat Cenab-� Hak, mü�riklere kar�� sevgili Resûlünü hiçbir zaman güç durumda b�rakm�yor ve hiçbir zaman muavenet ve muhafazas�n� üzerinden eksik etmiyordu!
Yine bir gün, ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Velid b. Mu�îre gibilerin de içinde bulundu�u bir grup mü�rik, Peygamber Efendimize gelerek, “E�er sen, gerçekten söyledi�in gibi Allah taraf�ndan vazifelendirilmi� bir peygamber isen, bize Ay’� ikiye ay�r; öyle ki yar�s� Ebû Kubeys da��, di�er yar�s� Kuayk�an da�� üzerinde görülsün!” dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “�ayet bunu yaparsam iman eder misiniz?” diye sordu.
Onlar, “Evet, iman ederiz” dediler.
Davas�nda hakl� ve do�ru oldu�unu göstermek için mucizeyi istemek, peygamberin vazifesidir; istenilen mucizeyi yaratan ise Cenab-� Hak’t�r.
Ay’�n bedir haliydi; yani en güzel göründü�ü on dördüncü gecesiydi.
Kâinat�n Efendisi, Allah’�n emir ve iradesi dairesinde hareket eden Ay’a �ehâdet parma��yla i�aret etti.
Bu i�aret-i Nebevî kâfi geldi ve Ay ikiye ayr�ld�; öyle ki yar�s� mü�riklerin istedikleri gibi Ebû Kubeys da�� üzerinde, di�er yar�s� ise Kuayk�an da�� üstünde iki parça halinde göründü!
Resûl-i Kibriya Efendimiz, orada bulunan halka, “�ahit olunuz! �ahit olunuz!”[1]diye seslendi.
Bu apaç�k mucize kar��s�nda da mü�rikler, inat ve inkârlar�ndan vazgeçmediler; üstelik, “Bu da Ebû Keb�e’nin o�lunun bir sihridir”[2]diyerek as�ls�z bir te’vilde bulunup kendi kendilerini aldatma ve teselli etme yoluna sapt�lar. Gözleri önünde cereyan eden hadiseyi elbette inkâr edemezlerdi. �nkâr edemedikleri için de, ç�kar yol olarak “Sihirdir” demek zorunda kal�yorlard�!
Etraftan Gelenlerin Ayn� Hadiseyi Haber Vermeleri
S�rf Resûl-i Ekrem Efendimizin davas�n� tasdik etmemek için bu apaç�k mucizeye “Sihirdir” diyen mü�rikler, aralar�nda �öyle konu�madan da edemediler:
“�ayet Muhammed büyü yapt�ysa, bu büyüsü bütün yeryüzünü kaplayamaz ya! Etraftan gelecek olan yolculara soral�m; bakal�m onlar da gördüklerimizi görmü�ler mi?”[3]
Etraftan gelen yolculara sordular. Onlar da, ayn�s�n� gördüklerini itiraf ettiler.
Bütün bunlara ra�men, ruhen ve kalben tefessüh etmi�, �irkle gönüllerini kirletmi� mü�rikler, “�man ederiz” vaadinde bulunduklar� halde inanmad�lar, ebedî sâadetin kayna��na ko�mad�lar; üstelik arkas�ndan da �öyle dediler:
“Yetim-i Ebû Tâlib’in sihri semâya da tesir etti!”[4]
Mü�riklerin, Peygamber Efendimizin bu parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Cenab-� Hak, inzal buyurdu�u �u ayet-i kerimelerle hadisenin vuku buldu�unu bildirip, onlar�nsa imans�zl�kta, yalanda diretip durduklar�n� beyan etti:
“K�yamet yakla�t�. Kamer [Ay] ikiye bölündü. Hâlâ bir mucize görseler, yüz çevirip �öyle derler:
“‘Bu, devam edegelen bir sihirdir!’
“K�yameti ve mucizeyi inkâr ettiler, hevâlar�na uydular. Hâlbuki, (Allah’�n vadetti�i) her i� için bir hakikat vard�r.”[5]
_______________________________________________________________________________
[1] Müslim, Sahih, c. 8, s. 132; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 397; Ahmed �bn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 447.
[2] �bn Kesir, Tefsir, c. 4, s. 262.
[3] Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 398; Kad� �yaz, e�-�ifa, c. 1, s. 238; �bn Kesir, Tefsir, c. 4, s. 262.
[4] Kad� �yaz, a.g.e., c. 1, s. 238.
[5] Kamer, 1-3.
HZ. EB� BEK�R'�N UBEY B�N HALEF �LE BAHSE G�RMES�
Resûl-i Kibriya Efendimiz, peygamber olarak gönderildi�i s�rada Do�u Roma ile �ran, dünyan�n en büyük devleti idiler.
Bi’setin 5., yani Milâdî 613 senelerinde bu iki kom�u ve rakib devlet, birbirleriyle kanl� bir muharebeye giri�mi�lerdi. �ran devleti taht�nda �kinci Hüsrev, Rum �mparatorlu�u’nda ise Hirakl bulunuyordu.
�ran ordular�, Rum kuvvetlerini denize dökünceye kadar takip etmi�, Suriye’deki bütün mukaddes �ehirleri ele geçirmi�, Milâdî 614 senesinde bütün Filistin’i ve Kudüs-ü �erif’i istilâ etmi�ti. Bu istilâ esnas�nda bütün kiliseler y�k�lm��, bütün dinî binalar tahrip ve telvis edilmi�ti. �ranl�lara kat�lan yirmi alt� bin kadar Yahudi, altm�� binden fazla H�ristiyan� k�l�çtan geçirmi�ti. �ran Kisrâs�n�n saray� otuz bin ölünün kafatas�yla donat�lm��t�!
Bu istilâ tufan� burada da durmam��t�. M�s�r’� da basm��, Milâd’�n 616. senesinde �ranl�lar, bir taraftan Nil vadisini i�gal ederek �skenderiye’ye ula�m��lar, di�er taraftan bütün Anadolu’yu istilâ ederek �stanbul’un sahillerine kadar gelmi�ler, Do�u Roma �mparatorlu�u’nun ba��ehri olan Kostantiniyye [�stanbul] �ehri kar��s�nda görünmü�lerdi. Böylece Irak, Suriye, Filistin M�s�r ve Anadolu’yu saltanatlar� alt�na alm��lard�.
Hülâsa, çarp��ma 616 senesinde Do�u Roma �mparatorlu�u’nun tarumar edilmesi ve bir daha k�m�ldamayacak �ekilde yere serilmesiyle son bulmu�tu!
Rumlar, ehl-i kitapt�, H�ristiyan idiler; �ranl�lar ise, kitaps�z, ahirete inanmaz, ate�perest idiler.
Romal�lar�n bu ma�lubiyet haberi Mekke’ye ula��nca mü�rikler sevinmi�ler, ��marm��lar, Müslümanlar ise üzülmü�lerdi!
Mü�rikler bu hadiseyi vesile yaparak Müslümanlar� rahats�z etmeye ve “Siz ve H�ristiyanlar, ehl-i kitaps�n�z; biz ve �ranl�lar ise, ümmîyiz! �ranl� karde�lerimiz, sizin Rum karde�lerinize galebe çald�. Biz de, sizinle muharebeye giri�irsek, sizi ma�lup ederiz!” diyerek �amataya ba�lad�lar.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimizin bir mucizesi olmak üzere Cenab-� Hak, Rûm Suresi’ni indirip mü’minlerin üzüntüsünü giderdi: “Rumlar, ma�lup oldu. Arz�n size en yak�n yerinde... Bununla beraber, onlar bu ma�lubiyetlerinin arkas�ndan birkaç sene içinde muhakkak galebe edecekler. Önünde de sonunda da emir, Allah’�nd�r! O gün mü’minler, Allah’�n nusretiyle ferahlanacaklar! O, kimi dilerse muzaffer k�lar. Çünkü O, Azîz’dir [kudretiyle her �eye üstün gelendir], Rahîm’dir [son derece merhametlidir]. Allah’�n vaadi bu! Allah vaadinde hulfetmez [dönmez]; lâkin, insanlar�n ço�u bunu bilmezler.”[1]
Bu ayetler nâzil oldu�u zaman, Rum �mparatorlu�u öylesine peri�an olmu�tu ki dâhilî isyanlarla devlet inhilâle u�ram��, ordusu da��lm��, hazinesi bo�alm��, �mparator Hirakl, �stanbul’u terk ederek Kartaca’ya kaçmay� bile kurmu�tu. �ranl�lar�n galip kumandanlar�, zaferin verdi�i sarho�lukla �u sulhü teklif etmi�lerdi:
�mparator, �ranl�lar taraf�ndan istenen her �eyi verecektir! Bu cümleden olarak bin yük alt�n, bin yük gümü�, bin yük ipek, bin at, bin kad�n teslim edecektir!
Rum �mparatorlu�u da bütün bu a��r ve zillet ta��r �artlar� kabul etmi�, bu esaslar üzerinde anla�may� imzalayarak murahhaslar göndermi�lerdi. Bu murahhaslar �ranl�lar�n yan�na vard��� zaman, �ran Kisrâs� Hüsrev, “Bu yetmez! Bizzat �mparator Hirakl kar��ma zincirler içinde gelerek, ilâh�na bedel ate� ve Güne�’e tapmal�d�r” diyecek kadar ma�rurane ifadede bulunmu�tu.
Böylesine büyük bir hezimetten sonra, Romal�lar�n birkaç sene zarf�nda canlan�p yeniden galip geleceklerine kat’iyyetle hükmetmek �öyle dursun, ihtimal vermek bile adeta ak�llar�n havsalas�na s��acak bir �ey de�ildi.
��te, böyle bir hengâmede Cenab-� Hak, yukar�daki ayet-i kerimelerle, Resûlüne, Rumlar�n k�sa bir zaman sonra galip geleceklerini mûcizane haber veriyordu!
Hz. Ebû Bekir ve Ubey B. Halef
Hz. Ebû Bekir, bu ayetleri Resûl-i Kibriya Efendimizden dinler dinlemez, onlar�, Mekke’nin bir taraf�nda yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen mü�riklere, “Rumlar, birkaç sene sonra �ranl�lara muhakkak galebe çalacaklar” dedi.
Mü�rikler �a��rd�lar. Bahsetti�imiz gibi, büyük bir hizemete u�ram��, adeta yerle bir olmu� bir imparatorluk, bir daha nas�l canlanacak ve �ranl�lara galebe çalacakt�!
Bu durumu havsalalar�na s��d�ramad�klar�ndan, içlerinden Ubey b. Halef, “Yalan söylüyorsun!” dedi. “Haydi, aram�zda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim!”
Hz. Ebû Bekir kabûl etti. On deve üzerinde bahse girip üç sene müddet tayin ettiler.[2]
Hz. Ebû Bekir, gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriya, “Ayetteki ‘bid’den (yani birkaç seneden) maksat, üçten dokuza kadar olan seneler demektir. Develerin say�s�n� art�r, müddeti de uzat” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ç�kt�. Übey’e rastgelince, “Galiba pi�man oldun!” dedi.
Hz. Ebû Bekir, “Hay�r...” dedi. “Gel seninle bahsi art�ral�m, müddeti de uzatal�m. Haydi, dokuz seneye kadar yüz deve yapal�m.”
Übey de, “Haydi, yapal�m” diyerek kabul etti.
Hz. Ebû Bekir, Mekke’den Ayr�laca�� S�rada
Hz. Ebû Bekir, Mekke’den ayr�laca�� s�ralarda, Ubey b. Halef, bo�az�na sar�ld� ve “Sen Mekke’den ayr�l�rsan, bahiste kazanaca��m develeri ödemeyece�inden endi�e ediyorum! Bana bir kefil göster!” dedi.
Hz. Ebû Bekir de, o�lu Abdurrahman’� kefil gösterdi.
Ubey b. Halef de Uhud Harbi’ne ç�kmak istedi�i zaman, Abdurrahman, gidip onun bo�az�na sar�ld� ve “Vallahi, bana bir kefil göstermedikçe seni b�rakmam!” dedi.
Ubey b. Halef de kefil gösterdikten sonra Uhud Harbi için yola ç�kt�.
Ubey b. Halef, Uhud Harbi’nde Resûl-i Kibriya Efendimizin k�l�c�ndan ald��� bir yaradan dolay� öldü.
Ma�lubiyetlerinden dokuz y�l sonra, Rumlar, birdenbire canlanarak, hiç beklenmedik ve umulmad�k bir sald�r��la �ranl�lar� deh�etli bir bozguna u�ratt�lar.
Buna da Müslümanlar çok sevindiler, mü�rikler ise son derece üzüldüler.
Hz. Ebû Bekir, yüz deveyi Ubey b. Halef’in kefilinden ve mirasç�lar�ndan al�p Peygamber Efendimize getirdi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Onlar� sadaka olarak da��t” buyurdu.
Kur’an-� Azîmü��an’�n istikbâlden haber veren ve Resûl-i Kibriya Efendimizin bir mucizesi say�lan bu haberinin ortaya ç�kmas� üzerine Mekkeli mü�riklerden baz�lar� Müslüman oldular.[3]
_______________________________________________________________
[1] Rum, 1-6.
[2] O zaman henüz kumar� yasaklay�c� �lâhî hüküm, Peygamber Efendimize gelmi� de�ildi.
[3] Tirmizî, Sünen, c. 12, s. 66-71; Taberî, Tarih, c. 2, s. 141-142; M. Hamdi Yaz�r, Hak Dini Kur’an Dili, c. 5, s. 3795-3800.
M�SL�MANLARA KAR�I BOYKOT
(Bi’setin 7. senesi / Milâdî 617)
Bu tarihe kadar �slam’�n inki�af�na mani olmak gayesiyle mü�rikler taraf�ndan giri�ilen her te�ebbüs akîm kalm��t�! Üstelik �slamiyet, daha da h�zl� inki�af kaydediyordu. Müslümanlar�n say�s� günden güne her türlü �iddet ve mukavemete ra�men art�yor ve �slam’�n nuru Mekke d���ndaki kabileleri de kucaklamaya ba�l�yordu!
Hz. Ömer ve Hz. Hamza gibi iki kahraman �slam saf�na kat�lm�� bulunuyordu. Hz. Ömer, önceki halin tam tersine �slam davas�n� bütün güç ve gayretiyle benimsemi�, adeta �slam’�n sa� kolu olmu�tu. Bu durum, Müslümanlara cesaret ve moral verirken, mü�rikleri ise fazlas�yla sarsm�� ve onlar� derinden derine dü�ündürmü�tü!
Di�er taraftan, Kurey� mü�rikleri, Necâ�înin ülkesine s���nm�� bulunan Müslümanlar� geri alma i�ini de ba�aramam��lard�. Hükümdar Ashame, mülteci Müslümanlar� geri vermedi�i gibi, onlar� koruyaca��na dair de söz vermi�ti!
Bütün bunlar, Kurey� mü�riklerini son derece tedirgin edip endi�eye sevkediyor ve yeni kararlar almaya, yeni plânlar tertiplemeye zorluyordu!
Mü�rikler, i�kence yapmakla, �iddet göstermekle kimseyi dininden çeviremeyeceklerini, �slam’�n ilerleyip yay�lmas�na engel olamayacaklar�n� anlam��lard�. Nas�l ki ak�l almaz i�kence ve zulümlere ra�men tek bir Müslüman dahi dininden dönmemi�ti!
�u halde, bütün bunlar�n d���nda ba�ka bir siyaset takip etmeleri gerekiyor ve bu yolda karar almalar� lâz�m geliyordu. Öyle yapt�lar. Vakit geçirmeden bir araya geldiler. Uzun uzad�ya dü�ünüp ta��nd�ktan ve aralar�nda mü�avere ettikten sonra, gerek Müslüman ve gerekse gayrimüslim olsun, Hâ�imo�ullar�n�n tamam�yla münâsebetlerini kesmeye karar verdiler.
�ttifakla ald�klar� bu karar�n maddelerini de bir sahife üzerinde �öyle tespit ettiler:
1) Hâ�im ve Muttalibo�ullar� ailelerinden k�z al�nmayacak.
2) Hâ�im ve Muttalibo�ullar� ailelerine k�z verilmeyecek.
3) Hâ�im ve Muttalibo�ullar�na hiçbir �ey sat�lmayacak.
4) Hâ�im ve Muttalibo�ullar�ndan hiçbir �ey sat�n al�nmayacak.[1]
Bu karara ak�llar�nca kutsî bir mahiyet vermek için de yaz�l� sahifeyi Kâbe duvar�na ast�lar. Ayr�ca bu karara ayk�r� davranmayacaklar�na dair ant içtiler.[2]
Bu boykot, Hâ�im ve Muttalibo�ullar�n�n vücudunu ortadan kald�rmaya ve köklerini kaz�maya müteveccihti. Bu durum kar��s�nda Hâ�im ve Muttalibo�ullar� aileleri art�k da��n�k bir �ekilde ayr� ayr� semtlerde oturamazlard�. Ebû Leheb hâriç, Mekke’nin kuzey taraf�nda bulunan �i’b-i Ebû Tâlib [Ebû Tâlib Mahallesi] denilen yere topluca ta��nd�lar.[3]
Art�k bu mahalle sâkinleriyle bütün münâsebetler kesilmi�ti. Kazara oraya gidenler olsa a��r bir �ekilde azarlan�yorlard�.
Mü�rikler, boykota u�rayanlar�n topland�klar� mahalleye yiyecek içecek nâm�na bir �ey sokmuyorlard�. Sadece, hac mevsiminde d��ar� ç�k�p al�� veri�te bulunmalar�na sözde müsaade ediyorlard�. Sözde diyoruz, çünkü o zaman da, çar�� pazarda, kö�e ba�lar�nda durarak, onlara bir �ey ald�rmamak için ellerinden gelen her türlü engellemeyi yap�yorlard�. Hatta zaman zaman sat�c�lar�, onlara mal satmamak için tehdit bile ediyorlard�. Bazen de, bin bir türlü dalavere ve hileye ba�vurarak sat�c�lar�n ellerinden mallar�n� al�p, boykota u�rayanlara bir �ey b�rakmamaya çal���yorlard�.
Ebû Leheb, Hâ�imo�ullar�ndan olmas�na ra�men, öz karde�lerinin, h�s�m ve akrabalar�n�n açl�ktan ölmesini istiyor ve bu hususta elinden gelen her türlü gayreti gösteriyordu. Mekke’ye yiyecek maddeleri getiren kervanlar� �ehrin d���nda kar��l�yor ve “Ey tacirler! Hâ�imo�ullar�na bir �ey satmay�n! Fiyatlar� yüksek söyleyin ki almaya güçler yetmesin! Benim, servet sahibi oldu�umu bilirsiniz. Söz verdi�im zaman da mutlaka sözümü yerine getiririm. Yiyecek, giyecek mallar�n�z�n k�ymetini bir kat art�r�n. Üst taraf�n� ben öderim!” diyor ve Müslümanlar�n, açl�ktan feryat eden çocuklar�n�n yan�na bo� dönmelerine sebep oluyordu.
Çocuklar�n açl�ktan gelen ac�kl� ve yürek parçalay�c� feryatlar�na mü�rikler kulaklar�yla birlikte gönüllerini de t�kam��lard�. Ta�lar� parçalayacak raddeye varan bu feryatlardan adeta emsâlsiz bir zevk al�yorlard�. Bu hadise, imans�zl���n, inkâr ve küfrün, insan�, hemcinsine kar�� dahi olsa ne kadar merhametsiz ve gaddar bir duruma getirdi�inin ibretli bir misâlidir!
Boykota u�rayanlar, d��ar�dan fazla bir �ey alamad�klar�ndan, haliyle �iddetli bir açl�k ve k�tl�kla kar�� kar��ya kald�lar. Öyle ki baz�lar�, yiyecek bir �ey bulamad�klar�ndan a�aç yapraklar�, hatta orada burada ele geçirdikleri kuru deri parçalar�n� ate�e tutup yemeye ba�lad�lar.
Bununla birlikte Müslümanlar�n bu haline ac�mayanlar da yok de�ildi. Bir gün, Hz. Hatice’nin karde�inin o�lu Hâkim b. Hizam, bir deve yükü un göndererek onu �i’bdeki s�k�nt�dan kurtarmaya çal��m��t�.
Yine bir gün, kölesinin s�rt�na bu�day yükletip halas� Hz. Hatice’ye götürüyordu. Yolda Ebû Cehil’e denk geldi.
Ebû Cehil ona, “Sen, Hâ�imo�ullar�na yiyecek götürüyorsun, öyle mi? Vallahi gidemezsin! Gitmeye kalkarsan, bu hareketini Mekke’de aç�klay�p, seni rezil ederim!” dedi.
O s�rada Ebu’l-Bahterî yanlar�na ç�kageldi ve Ebû Cehil’i muaheze ederek, “Sana ne oluyor? Halas�na bir miktar bu�day götürmek isteyen bir insana mani olmak do�ru de�ildir!” diye konu�tu.
Ancak Ebû Cehil, inat ve �srar�ndan vazgeçmiyordu. Bunun üzerine Ebu’l-Bahterî’yle birbirlerine girdiler. Ebu’l-Bahterî, eline geçirdi�i bir deve çenesi kemi�iyle vurup onun ba��n� yard� ve üzerine çullan�p yumruklamaya ba�lad�.
Yine bu meyanda, akrabal�k gayretiyle Hâ�imo�ullar� ve Müslümanlara yard�m�n� esirgemeyenlerden biri de, Hi�am b. Amr b. Hâris idi. Birkaç kere mü�riklerden habersiz �i’b’de bulunanlara, develerle yiyecek götürmü�tü.
Servetlerini Harcamalar�
Boykota u�rayanlar�n ihtiyaçlar�n� gidermek için ba�ta Peygamber Efendimiz olmak üzere Ebû Tâlib ve Hz. Hatice var yoklar�n� harcad�lar; fakat yine de, onlar� açl�k ve k�tl�ktan kurtaramad�lar.
�i’b’de korkunç bir hüküm sürmeye ba�lam��t�.
Bütün bunlar niçin yap�l�yordu?
Tek bir �ey için: Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (a.s.m.) teslim almak!
Mü�rikler, bu tarz bir tatbikatla maksatlar�na eri�eceklerini zannediyorlard�. Ne var ki hadise tamamen arzular�n�n aksine tecelli etti. Öyle ki Müslümanlar ve Hâ�imo�ullar�, bu abluka devresinde Efendimizi korumaya ve muhtemel tehlikelere kar�� muhafazaya son derece dikkat gösteriyorlard�. Hatta Ebû Tâlib, “herhangi bir suikaste maruz kalabilece�i” ihtimaline binaen geceleri Peygamberimizi yan�na al�yor veya adamlar�yla bekletiyordu!
Bi’setin 7. senesi Muharrem ay� ba��nda ba�lat�lan bu boykot, tam üç sene sürdü. Bu zaman zarf�nda mü�riklerin Müslümanlara çektirdikleri s�k�nt�, açl�k ve k�tl�k da �slam’�n geli�mesine engel olamad�. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bu s�k�nt�l� ve a��r �artlar alt�nda, yine tebli� vazifesini hakk�yla ifa ediyor, akrabalar�na, Hâ�imo�ullar�na iman ve �slam’� anlatmaktan bir an dahi geri durmuyordu!
Boykot Kald�r�l�yor!
Boykot uygulamas�n�n 3. senesiydi.
Cenab-� Hak, mü�riklerin Kâbe içine ast�klar� malum sahifeye bir kurt musallat etti ve durumu vahiyle Resûlüne bildirdi. Sahifede, güvenin yemedi�i, “Bismike Allahümme! [Allah�m, senin isminle ba�lar�m!)” yaz�s� kalm��t� sadece...
Resûl-i Ekrem, durumu amcas� Ebû Tâlib’e anlatt�. Bunun üzerine Ebû Tâlib, gidip mü�riklere �u teklifte bulundu:
“Karde�im o�lunun bana haber vermesine göre, Allah, sizin Kâbe’de ast���n�z sahifeye bir kurt musallat etmi� ve (Allah) lâfz� d���nda bulunan, zulüm, akrabalarla münâsebeti kesme ve iftira gibi ifadeleri yiyip bitirmi�tir. Kâbe’ye gidip sahifeye bak�n�z. E�er ye�enim do�ru söylemi�se, bu zulüm ve kötü davran���n�zdan vazgeçiniz. E�er (hâ�â) yalan söylemi�se, ben onu size teslim edece�im. Onu öldürmek veya diri b�rakmak hususunda serbestsiniz!”[4]
Kâbe’ye giden mü�rikler, Ebû Tâlib’in anlatt�klar�n�n ayn�s�n� gözleriyle gördüler. Hayret içinde kalmalar�na ra�men, yine de Efendimizin bir mucizesi olarak kabul etmediler ve “Bu da bir sihirdir” diyerek nura gözlerini kapad�lar!
Bununla birlikte bu hadise, boykot havas�n�n �iddetini bir derece k�rd�. Boykot karar�n�n aleyhinde hat�r� say�l�r birkaç ki�i de ortaya ç�k�nca, bi’setin onuncu y�l�nda (Milâdî 619 senesinde), Kurey�’in hudut tan�maz inat ve küfürlerinin eseri olan bu uygulama ortadan kald�r�ld�. Karar�n feshedildi�i halka duyuruldu ve boykotun yaz�l� bulundu�u sahife y�rt�l�p at�ld�.
Böylece mü�rikler, “vazgeçilmez bir karar” olarak vas�fland�rd�klar� zulüm ve dalâlet kokan bir karardan da dönmü� oluyorlard�. Bu, �irkin iman önünde ma�lubiyetinin aç�kça bir kere daha ilan� idi.
Bu üç senelik muhasara öylesine �iddetli ve s�k�nt�l� geçmi�ti ki Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hadiseyi seneler sonra bile unutmam��t�. Mekke’nin fethine geldikleri s�rada, Mina’dan Mekke’ye inece�i zaman, “Ertesi gün in�allah varaca��m�z yer, Kinâneo�ullar�n�n yurdu, yani Muhassab olacakt�r ki burada Kurey� ve Kinâneo�ullar�, küfür ve inkâr üzerine söz ve fikir birli�i yapm��lard�”[5]diyerek, o ac� günleri ashab�na hat�rlatm��t�!
__________________________________________________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 375; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 208-209; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 229-230; Taberî, Tarih, c. 2, s. 225.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 375; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 209; Belâzurî, a.g.e., c. 1, s. 230.
[3] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 376; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 209; Taberî, Tarih, c. 2, s. 225.
[4] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 16-17, �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 209-210.
[5] Buharî, Sahih, c. 3, s. 62.
�SL�MIN YAYILMASI ve EFEND�M�ZE YAPILAN �L�H� �KAZ
Boykot uygulamas�n�n kald�r�lmas�, Peygamberimize ve ashab-� kirama geni� bir nefes ald�rd�. Bu s�rada pe�pe�e �slam sînesine ko�malar görüldü.
�slam’a gönül verenler aras�nda yirmi kadar H�ristiyan da vard�. Bunlar, Habe�istan’a hicret etmi� Müslümanlardan, Peygamberimiz ve �slamiyet hakk�nda duyduklar�n� yerinde ara�t�rmak için Mekke’ye gelmi�lerdi!
Kâbe’nin yan�nda Peygamber Efendimizle bulu�an H�ristiyan grup, birçok soru sordu. Sorular�na mükemmel cevaplar al�nca sevindiler.
Daha sonra Resûl-i Ekrem, kendilerini Allah’�n birli�ine imana davet etti, Kur’an okudu. Kur’an’�n azameti kar��s�nda gönülleri �slam’a kar�� muhabbetle doldu. Gözya�lar� aras�nda, yirmisi birden orada �slamiyetle mü�erref oldu.
Hadise, Kurey�li mü�rikleri fena halde k�zd�rd�. Putperestlerin Müslüman olmas�n� engellemeye çal���rlarken, �imdi de H�ristiyanlar, kendi ayaklar�yla gelip �slamiyete giriyorlard�!
Ba�ta Ebû Cehil olmak üzere bir k�s�m mü�rik, onlar�n yolunu keserek, bin bir hakaretten sonra, “Allah belân�z� versin! Sizler, bu adam�n ne dedi�ini ö�renmek için buraya gönderilmi�ken, onunla dü�üp kalkt�n�z ve sonunda dininizden ayr�l�p ona uydunuz. Bu, düpedüz bir ahmakl�kt�r!” dediler.
Fakat �slam’la mü�erref olan bu bahtiyarlar, mü�riklerin hakaret dolu sözlerine ald�r�� etmediler ve “Bize kar�� yapt���n�z câhilli�i, biz size yapamay�z” diyerek, güzel bir cevapta bulundular.
Kasas Suresi’nin 51-55’inci ayetlerinin, bu kimseler hakk�nda nâzil oldu�u rivayet edilmi�tir.[1]
EFEND�M�ZE YAPILAN �LÂHÎ �KAZ
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir gün �slamiyete ve Müslümanlara �iddetli muhalefetleriyle bilinen Velid b. Mu�îre, Utbe b. Rebîa, Ümeyye b. Halef gibi birçok Kurey� ileri geleniyle konu�uyor, onlara iman ve Kur’an hakikatlerinden bahsediyordu.
Zaman zaman muhatablar�n�n dikkatlerini canl� tutmak ve dinlemelerini sa�lamak maksad�yla da, “Nas�l, güzel de�il mi?” diye soruyordu.
O s�rada bir hak â���� ç�kageldi. Maddî gözden mahrum, fakat mana gözü aç�k bu zât, Hz. Hatice’nin day�s�n�n o�lu, ashaptan Abdullah b. Ümmî Mektum idi. Âmâ oldu�undan Peygamber Efendimizin kimlerle konu�tu�unun fark�nda de�ildi. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Beni ir�ad et! Bana Kur’an okut! Allah’�n sana ö�rettiklerinden bana bir �eyler ö�ret!”
Efendimizin bütün dikkatini Kurey� ileri gelenleri üzerine, �slamiyeti anlatmak için teksif etti�ini fark edemedi�inden, bu arzusunu birkaç sefer tekrarlay�p durdu.
Peygamber Efendimiz bu durumdan s�k�ld� ve rahats�z oldu. Onunla pek ilgilenmedi. Zira, o, her zaman gelip kendisinden �slamiyetle ilgili her �eyi ö�renebilirdi. Ama Kurey� mü�riklerinin ulular�n� bir daha böyle toplu halde bulma imkân�n� elde etmeyebilirdi. Onlar�n �slamiyeti kabul etmeleri veya dü�manl�klar�ndan vazgeçmeleri ise, Kurey�’in toptan Müslüman olmas� manas�na geliyordu!
��te, bu sebeple Fahr-i Âlem Efendimiz, dikkatinin da��t�lmak isteni�inden rahats�z olmu�tu ve bunu haliyle de izhar etmi�ti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Kurey� ileri gelenleriyle konu�mas�n� bitirip kalkaca�� s�rada vahiy geldi. Gözlerini kapay�p dald�. Abese Suresi nâzil oldu.[2]
Surede Efendimizin davran���ndan bahisle �öyle buyruluyordu:
“(Peygamber) Ho�lanmad� ve yüzünü çevirdi, kendisine o âmâ geldi diye... Ne bilirsin, belki o (cehalet kirinden) temizlenecek yahut ö�üt alacakt� da ö�üt kendisine fayda verecekti? Ama (mal�yla Allah’a) ihtiyaç göstermeyene gelince... Sen, ona dönüp sesine kulak veriyorsun! Onun �slamiyeti kabul etmeyip temizlenmemesinden sana ne? Ama sana can atarak gelen Allah’tan korkmu� iken, sen ondan yüz çeviriyorsun! Hay�r, sak�n bir daha böyle bir harekette bulunma! Çünkü o Kur’an bir ö�üttür. Art�k dileyen ondan ö�üt al�r.”[3]
Evet, kalplerinden �irkin pisli�ini iman suyuyla gidermek istemeyen, Kur’an’� dinlemek arzusu duymayan, ondan istifadeyi dü�ünmeyen kimselerin �slamiyete girmemesi ve nefsini temizlememesi, Resûl-i Kibriya’n�n üzerine bir mes’uliyet yüklemiyordu. Çünkü onun vazifesi sadece �slam’� hakk�yla tebli� idi. Ancak hak ve hakikati ö�renmek arzusunu izhar eden bir Müslümandan yüz çevirmek, ona bilmedi�i hakikatleri ö�retmemek, arzusuna cevap vermemek, i�te böylesine ikaz� gerektiriyordu.
Cenab-� Hak, konuyla ilgili indirdi�i ayet-i kerimelerde mânen �öyle diyordu:
“Zâhir gözü görmese de kula�� ve kalp gözü aç�k hidayet â���� birini b�rak�yorsun da, zâhiren gözü bulunan ve fakat kalp gözü kör, hak sözü dinlemek �ân�ndan olmayan müsta�nilerle u�ra��yorsun!”[4]
Bu hadise ve ikazdan sonra Resûl-i Ekrem, Abdullah �bni Ümmî Mektum’u her gördü�ünde ona ikram ve ihsanda bulunur, ihtiyac� olup olmad���n� sorar ve “Merhaba, ey Rabbimin bana itâb ve ikazda bulunmas�na sebep olan ki�i!”[5]diyerek iltifat ederdi.
RÜKÂNE’YE GÖSTER�LEN �K� MÛC�ZE
Rükâne b. Abdi Yezid, mü�riklerin s�rt� yere getirilemeyen emsâlsiz pehlivanlar�ndan biri idi. Önüne geleni yere çalan Rükâne, ne yaz�k ki Allah Resûlüne kar�� besledi�i �iddetli kin ve dü�manl���n� yenip, hakikî pehlivan olma �erefine ermeyi bir türlü istemiyordu.
Bu me�hur pehlivan, günün birinde Hz. Resûlullah’la Mekke’nin bir vadisinde kar��la�t�. Gözleri husumet k�v�lc�mlar� saç�yordu. Allah Resûlü, “Ey Rükâne!” dedi. “Sen, kendisine imana davet etti�im Allah’tan korkmaz m�s�n?”
Rükâne, “E�er sözünün gerçek oldu�una kanaat getirseydim sana tâbi olurdum!” cevab�n� verdi.
Resûl-i Ekrem, “E�er seni yere vurursam, söylediklerimin hak oldu�una inan�r m�s�n?” diye sordu.
Rükâne, “Yâ Muhammed!” dedi. “E�er beni y�kacak oluran, sana iman ederim!”
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Kalk, haydi güre�elim!” dedi.
Güre�mek için kalkt�lar. Ma�rur Rükâne, daha ilk tutu�ta kendini yerde buldu. Neye u�rad���n�n fark�na varamad�; �a�k�nd�. Derhal aya�a kalkt� ve Resûlullah Hazretlerine bir daha güre� teklif etti. Allah Resûlü kabul etti ve Rükâne ikinci defa kendisini yerde buldu.
Hayret ve �a�k�nl��� biraz daha artan Rükâne, üçüncü defa Resûlullah’a güre� teklifinde bulundu. Efendimiz yine kabul etti ve onu tuttu�u gibi yere vurdu.
“Beni y�karsan söyledi�inin hak oldu�una inan�r�m” diye Resûlullah’a söz veren Rükâne, üç sefer s�rt� yere geldi�i halde yine �irkte inat etti ve “Yâ Muhammed!” dedi. “�üphesiz, sen bir sihirbazs�n! Benimle yapt���n bu güre�e, do�rusu, �a�t�m kald�m!”
Böylece, Resûlullah’tan gördü�ü mucizeyi, “sihir” itham�yla perdelemeye çal��t�.
Bir Ba�ka Mucize…
Küfürde direnen Rükâne, bu sefer Allah Resûlünün bir ba�ka mucizesine �ahit oldu.
“Do�rusu ben, seninle yapt���m bu güre�e �a�t�m kald�m” deyince, Allah Resûlü, “Bundan daha çok �a��lacak olan� da var; istersen sana onu da göstereyim de Allah’tan kork, davetime tâbi ol!” dedi.
Rükâne, “Nedir, o �a��lacak �ey?” dedi.
Allah Resûlü, “�u semûre a�ac�n� ça��ray�m. Bana geldi�ini gör” dedi.
Rükâne, “Haydi, ça��r da gelsin” dedi.
Allah Resûlü, az�l� mü�ri�in gözü önünde semûre a�ac�na emretti: “Allah’�n izniyle bana gel!”
A�aç emre uyarak, yeri yara yara gelip Fahr-i Kâinat’�n kar��s�nda durdu.
Gözleri falta�� gibi aç�lan Rükâne’nin kalp gözü hâlâ kapal� duruyordu. Bu aç�k mucizeler kar��s�nda yine küfürde inat etti ve “Do�rusu, ben bugünkü gibi büyük bir sihir hayat�mda görmedim!” dedi; sonra da, a�ac�n tekrar yerine gitmesi için emir vermesini, Peygamber Efendimizden istedi.
Allah Resûlü, a�aca, “Allah’�n izniyle yerine dön” diye emretti. A�aç, derhal yerine döndü.
Bundan sonra Resûlullah Efendimiz, Rükâne’yi tekrar Müslüman olmaya davet etti. Ancak o, küfürde inat etti ve davete icabet etmedi. Bunun üzerine Resûlullah’�n kendisine son sözleri �unlar oldu:
“Yaz�klar olsun sana!”
Hayret ve �a�k�nl�k içinde kavminin yan�na dönen Rükâne, ba��ndan geçenleri ve gördüklerini anlatt�ktan sonra, “Ey Abdi Menafo�ullar�!” dedi. “Adam�n�zla bütün dünyay� sihirleyebilirsiniz! Vallahi, �imdiye kadar ondan daha maharetli bir sihirbaz görmedim!”[6]
Hak ve hakikati kabul etmemekte her �eye ra�men inat edenler, bu inatlar�nda kendilerini teselli edebilmek için her zaman çe�itli iftira ve ithamlarla �slam davas�n� küçük dü�ürmek istemi�lerdir; ama her seferinde küçülenler yine kendileri olmu�tur.
Bir rivayete göre, Rükâne, Mekke’nin fethine yak�n Müslüman olmu�tur.[7]
Evet, misâlde görüldü�ü gibi, a�açlar da Resûl-i Kibriya’y� tan�yor, risâletini tasdik edip emirlerini dinliyorlar.
Acaba buna kar��l�k, kendilerine “insan” ad�n� veren bir k�s�m kimseler, o Resûl-i Zî�an’� tan�mazsa, ona iman etmezse, kuru a�açtan daha edna, odun parças�ndan daha ehemmiyetsiz ve k�ymetsiz olarak cehennemin ate�ine lây�k olmazlar m�?
PEYGAMBER�M�Z�N ERKEK ÇOCUKLARININ VEFATI
Üç senelik mü�rik ablukas�ndan kurtulman�n sevincini ac� olaylar takip etti. Ac� hadiseler zincirinin ilk halkas�, Resûl-i Ekrem’in dört ya��ndaki en büyük o�lu Kàs�m’�n vefat� oldu.
Gönlü �efkat �elâlesini and�ran Peygamber Efendimiz, bu büyük o�lunun vefat�ndan çok müteessir oldu. Derin teesürünü ci�erpâresinin cenazesini götürürken, kar��s�nda dimdik duran Kuayk�an da��na, “Ey da�! Benim ba��ma gelen �ey senin ba��na gelseydi dayanmaz, y�k�l�rd�n!” hitab�yla ifadeye çal���yordu.
Mübarek gönülleri henüz Kàs�m’�n vefat hüznünden kurtulamam��ken, ac� bir hadise daha vuku buldu: O�lu Abdullah da vefat etti.
Allah’�n kader hükmüne teslimiyetin zirvesinde bulunan Kâinat�n Efendisi, bu ac� hadiseler kar��s�nda yine de gözya�lar�n� tutam�yordu.
Hz. Hatice, hakikî Sahibine iade etti�i bu ci�erpârelerini kastederek, “Yâ Resûlallah! Onlar, �imdi nerededirler?” diye sordu.
Resûl-i Kibriya, “Onlar cennettedirler” diye cevap verdi.
Bu ac� hadiseler sebebiyle Peygamber Efendimizin kalbi mahzun, gözleri ya�l� idi. Müslümanlar da onun bu hüznünü payla��yorlard�. Ama �irk cephesinin keyfine diyecek yoktu. Birer insan olmalar� hasebiyle, insanl���n gere�i olan ba�sa�l��� dilemek �öyle dursun, Efendimizi daha da üzmek için ne lâz�msa yap�yorlard�. Hatta içlerinden Âs b. Vâil ve Ebû Cehil gibi az�l�lar, i�i daha da ileri götürerek, “Art�k Muhammed, ebterdir, nesli kesilmi�tir. Neslini devam ettirecek erkek çocu�u kalmam��t�r. Kendisi de ölünce ad� san� unutulacakt�r!”[8]diyecek kadar küstahl�k gösteriyorlard�.
Resûlünü, hiçbir zaman yard�m ve tesellisinden uzak bulundurmayan Cenab-� Hak, bu dedikodular üzerine de Kevser Suresi’ni inzal buyurarak, mü�riklerin dedikodular�n� a��zlar�na t�kad� ve Efendimizi �öyle teselli etti:
“Do�rusu biz, sana Kevser’i[9]ihsan etmi�izdir. Öyle ise, Rabbin için namaz k�l, kurban kes! As�l ebter, sana kin ba�layand�r!”
Evet, as�l ad� san� topra�a kar���p kaybolan, Ebû Cehiller, Ebû Lehebler oldu; Resûl-i Kibriya’n�n ad� ve davas� ise, as�rlard�r inananlar�n gönlünde bayrak bayrak dalgalanmakta ve k�yamete kadar da dalgalanmaya devam edecektir!
EBÛ TÂL�B’�N VEFATI
Müslümanlar, üç sene süren çetin muhasara belâs�ndan kurtulmakla son derece sevinmi�lerdi. Mekke’de umumî bir sürur meydana gelmi�ti. Fakat bu ferah ve sevinçleri çok sürmedi. Aras� çok geçmeden ba�ka musibet ve ac� hadiseler meydana geldi.
Resûlullah Efendimizin peygamberli�inin onuncu senesinde Ebû Tâlib hastaland� ve ölüm dö�e�ine dü�tü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisini küçük ya��ndan beri ba�r�na bas�p �efkat ve himâyesinde büyüten, onu korumak u�runda her türlü tehlikeyi göze alan bu de�erli amcas�n� kaybedece�ine son derece üzülüyordu. Öte yandan, onun Müslüman olup ebedî saadete ermesini de candan arzu ediyordu.
Ebû Tâlib’in hastal��� gittikçe a��rla��yordu. Bunu fark eden Kurey� mü�rikleri, son bir defa daha kendisine Peygamber Efendimizle ilgili olarak ba�vurmay� kararla�t�rd�lar. Bu maksatla, Utbe b. Ebî Rebia, �eybe b. Rebia, Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef, Ebû Süfyan ve daha ba�kalar� yan�na vararak, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Sen büyü�ümüzsün. Ölüm dö�e�ine dü�tü�ünü görünce endi�e duymaya ba�lad�k. Karde�inin o�lu ile aram�zda olan� biliyorsun. Onu ça��r ve aram�zda hakem ol. O bizden ayr�ls�n, biz de ondan ayr�lal�m; birbirimizle u�ra��p durmayal�m. O bizim dinimize kar��mas�n, biz de onun dinine kar��mayal�m!”
Ebû Tâlib, Nebiyy-i Muhterem Efendimize haber gönderdi.
Resûlullah gelip, Ebû Tâlib ile haz�r bulunanlar aras�nda oturdu.
Ebû Tâlib, Peygamber Efendimize hitaben, “Ey karde�imin o�lu!” dedi. “Bunlar kavminin ileri gelenleridir. Senin meselen için buraya gelmi�lerdir: Sana vereceklerini verecekler ve senden alacaklar�n� da alacaklard�r!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Olur, ey amcam!” dedi. “Onlar�n benden almalar�n� ve kabul etmelerini istedi�im, bir tek kelimedir; ki onlar, o kelimeyle topyekûn bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olabilirler!”
Ebû Tâlib, hayret içinde, “Bir tek kelime mi?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Evet, bir kelime” dedi.
Herkesi bir merak sard�. Neydi bu kelime?
Ebû Cehil ortaya at�ld� ve Peygamberimize hitaben, “O kelime ne ise bize söyle de, o birin yan�na biz on katal�m!” dedi.
Dikkat kesilmi� bütün kulaklar�n duymak istedikleri tek kelimeyi Resûl-i Ekrem �öyle ifade etti:
“‘Lâ ilâhe illâllah’ deyin ve Allah’tan gayr� tapt���n�z putlar�n�z� da ellerinizle kald�r�p at�n!”
Bu mukaddes sözü duyan mü�rikler, hep birden ellerini ç�rpt�lar ve “Yâ Muhammed!” dediler. “Sen bunca ilâhlar�, bir tek ilâh m� yapmak istiyorsun? ��ine �a��yoruz do�rusu!” Sonra da birbirleriyle konu�tular: “Vallahi, bu adam (!) size, istemedi�iniz �eyi veriyor. Gidin, Allah sizinle onun aras�nda hükmünü verinceye kadar, atalar�n�z�n dininde direnin!”[10]
Cenab-� Hak, onlar�n bu hareketlerini Kur’an-� Keriminde bize �öyle haber verir:
“O, (bütün) ilâhlar� bir tek ilâh m� yapm��? Bu cidden acayip bir �ey! Onlar�n eleba�lar�ndan bir gürûh (birbirine), ‘Yürüyün, mâbudlar�n�za (ibadette) sebat edin. �üphesiz ki arzu edilecek olan budur’ diyerek kalk�p gitmi�tir.”[11]
Resûl-i Ekrem’in, Amcas�n� �slam’a Daveti
Ebû Tâlib, mü�riklerle aras�nda geçen konu�madan sonra Peygamberimize, “Vallahi, ey karde�imin o�lu! Senin onlardan istedi�in �eyi, ben hak ve hakikatten uzak görmedim!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevdi�i ve sayd��� amcas�n�n Müslüman olaca�� ümidiyle sevinç içinde, “Ey Amca!” dedi. “Gel, bâri sen ‘Lâ ilâhe illallah’ de de, onunla sana ahirette �efaat edebileyim!”
Fahr-i Kâinat’�n bu candan ve samimi arzusuna, ne yaz�k ki amcas� gönlünü ferahlat�c� bir cevap vermedi.
“Ye�enim!” dedi. “Vallahi, benden sonra, sana ve atalar�n�n o�luna, çok ya�lanmaktan dolay� bunakl�k atfetmeleri korkusu olmasayd�, istedi�in �eyi söyleyip sana tâbi olurdum. Kurey�, o istedi�in sözü, ölümden korkarak söyledi�imi zannedece�i için, söylemeyece�im!”
Fakat buna ra�men, Sevgili Peygamberimiz, amcas�n� �slam’a davetten ve te�vikten vazgeçmedi. Mübarek kalbi, kendisini can� gibi seven amcas�n�n imans�z gitti�i takdirde u�rayaca�� deh�etli âk�betin �zd�rab�yla çarp�yor ve devaml�, “Ey amca! ‘Lâ ilâhe illallah’ de ki onunla ahirette sana �efaat edebileyim” diyordu.
Yine böyle bir davet ve te�vikte bulundu�u s�rada, Ebû Tâlib’in ba�ucunda Ebû Cehil ile Abdullah b. Ebî Ümeyye de vard�. �kisi de, “Yâ Ebâ Tâlib! Sen, Abdülmuttalib’in milletinden, onun dininden yüz mü çevireceksin?” dediler.
Resûl-i Ekrem, mü�riklerin bu sözlerine ald�r�� etmedi ve Kelime-i Tevhid’i amcas�na arza devam etti. Onlar da ayn� �ekilde sözlerini tekrarlay�p durdular. Sonunda Ebû Tâlib (kendisini kastederek), “O, Abdülmuttalib’in dini üzeredir!”[12]dedi.
Buna ra�men Peygamber Efendimizin mübarek gönlü, kendisini candan seven amcas�n�n, kendisine her türlü eziyet ve hakareti revâ gören mü�riklerle ayn� âk�bete u�ramaktan derin �zd�rap duyuyor ve “Ey amca! �unu bilmelisin ki Allah taraf�ndan al�konuncaya kadar senin affedilmeni isteyip duraca��m!”[13]diyordu.
Nihayet, Ebû Tâlib, makbul bir imana nâil olamadan 87 ya��nda iken dünyaya gözlerini yumdu.[14]
Bunun üzerine Cenab-� Hak, indirdi�i �u ayet-i kerimeyle, Resûlullah’�n �ahs�nda bütün mü’minlere hitap etti:
“Hakikat sen, her sevdi�in ki�iyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah’t�r ki kimi dilerse ona hidayet verir ve O, hidayete erecekleri daha iyi bilendir.”[15]
Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek ve nâzik kalbi, amcas�n�n vefat�yla fazlas�yla ac� duydu. Gözleri ya�la doldu ve mübarek dudaklar�ndan �u cümleler döküldü:
“Allah, ona rahmet etsin, ma�firetini ihsan buyursun!”
Vefat� s�ras�nda Hz. Abbas da Ebû Tâlib’in ba�ucunda bulunuyordu. Tam öldü�ü s�rada dudaklar�n�n k�m�ldad���n� görünce, kulak verip dinledi ve “Lâ ilâhe illallah” dedi�ini i�itti. Resûl-i Ekrem Efendimize, “Ey karde�imin o�lu! Vallahi, karde�im Ebû Tâlib, senin söylemesini istedi�in tevhid kelimesini söyledi” dedi.
Resûl-i Kibriya, gözya�lar� aras�nda, “Ben i�itmedim” buyurdu.[16]
Hz. Abbas’�n, henüz o s�rada Müslüman olmad���n� da hat�rlatal�m!
Amcas�n� kaybedi�inden dolay�, bütün insanl��a rahmet hazinesi olan, kalbi teessür içinde bulunan rahmet Peygamberi Efendimiz, cenazesinin arkas�ndan da, “Amca, Rabbim, seni rahmetine eri�tirsin, hay�rla mükâfatland�rs�n!”[17]diye dua etti.
Bu s�rada yine mevzuyla ilgili �u ayet-i kerime nâzil oldu ve mü’minlere de�i�mez bir ölçü verdi:
“Ne Peygambere, ne de iman edenlere, akraba bile olsalar, cehennemlik olduklar� onlara aç�ktan aç��a göründükten sonra, mü�rikler için isti�far do�ru de�ildir!”[18]
Amcas�n�n vefat� Resûl-i Ekrem’i hem üzdü, hem de derinden derine dü�ündürdü. Zira, kendisine o âna kadar zâhirî hâmîlik eden, mü�riklerin �irretliklerinden muhafaza etmeye çal��an, o idi. Gerçekten, en zor ve çetin �artlar alt�nda bile çok sevdi�i ye�eninin üzerinden koruyuculu�unu esirgememi�, akrabalar�n�n dü�manl�klar� pahas�na himâyeden vazgeçmemi�ti.Bu himâye sebebiyle, Kurey� mü�rikleri, Peygamberimize fazla ili�ememi�lerdi.
Ama, �imdi ortada Ebû Tâlib yoktu. Mü�riklerin dinmek bilmez kin ve husumetlerinin eseri olan ta�k�nl�klar�na kar�� kendisini zâhiren koruyacak kimse kalmam��t�. Ama Cenab-� Hakk’�n muhafaza ve himâyesi de hiçbir maddî himâyeci ve koruyucuya ihtiyaç b�rakmayacak tarzda Sevgili Resûlünün üzerinde bundan böyle de eksik olmad�!
EBÛ TÂL�B’�N �MANI MESELES�
Ebû Tâlib’in iman� meselesinde çe�itli görü�ler ileri sürülmü�tür. �îa âlimleri, imanl� gitti�ine kâildirler. Ehl-i sünnet âlimlerinin ekserisi ise, iman etmedi�ini söylemektedirler. Bununla birlikte, Peygamber Efendimizle iftihar etti�i ve onun peygamberli�ini kalben tasdik etti�ine dair baz� emareler, �iirlerinden anla��lmaktad�r!
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, “Ehl-i Te�eyyu’ [�îalar], iman�na kâil; Ehl-i Sünnet’in ekserisi ise, iman�na kâil de�ildir” dedikten sonra �öyle bir izah tarz�yla meseleye aç�kl�k getirmektedir:
“Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) risâletini de�il, �ahs�n�, zât�n� gayet ciddi severdi. Onun —o gayet ciddi— o �ahsî �efkati ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddi bir surette Cenab-� Hakk’�n Habib-i Ekrem’ini sevmi� ve himâye etmi� ve taraftarl�k göstermi� olan Ebû Tâlib’in, inkâra ve inada de�il, belki hicab ve asabiyet-i kavmiyye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine cehenneme gitse de, yine cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenat�na mükâfaten halkedebilir. K��ta bâz� yerde bahar� halketti�i ve zindanda —uyku vas�tas�yla— baz� adamlara zindan� saraya çevirdi�i gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir.”[19]
HZ. HAT�CE’N�N VEFATI
Ebû Tâlib’in vefat�ndan üç gün gibi k�sa bir zaman sonra, Efendimizin pâk zevcesi Hz. Hatice de bi’setin onuncu y�l� Ramazan ay�nda, 65 ya��nda iken fani dünyadan ebedî âleme göç etti.
Namaz�n� bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz k�ld�rd� ve Hacun Kabristan�’na defnedilirken gözlerinde ya�, onu örten kara topra�� uzun uzun seyretti.
Art arda vuku bulan bu ac� hadiseler, Nebiyy-i Muhterem Efendimize pek ziyade hüzün ve elem verdi. Çünkü Hz. Hatice, teslimiyeti, itaati, kalbinin rikkati, vefakârl���, �efkati, iman�n�n kuvveti, sadâkat ve faziletiyle, onun yeryüzünde en büyük destek ve tesellicisi idi. Herkes dü�man iken, risâletini ilk defa o tasdik etmi�ti. Herkes ondan uzakla��p kaçarken o, kendine kalbini açm�� ve muhabbetini rikkatli kalbine gömmü�tü. En s�k�nt�l� zamanlar�nda tek teselli kayna�� olmu�tu!
Resûl-i Kibriya Efendimizin bu derin teessüründe Hz. Hatice-i Kübra’ya olan müstesna sevgisinin de �üphesiz büyük pay� vard�. Öyle ki vefat�ndan sonra bile onu hiçbir zaman unutmad� ve yeri geldikçe ondan takdir, rahmet ve muhabbetle bahsederek hat�ras�n� yad ederdi. Ona olan sevgisinin bir tezahürü olarak, akrabalar�na dahi yard�mda bulunur, �efkat ve merhametini onlardan hiçbir zaman eksik etmezdi.
Günün birinde, Hz. Hatice’nin k�z karde�i Hâle’nin sesini duyunca, hemen sevgili han�m�n� anm��t�. Buna �ahit olan Hz. Âi�e validemiz, “Allah’�n kendisine, ondan daha genç ve güzel han�mlar verdi�ini” söylemi�ti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âi�e’nin bu sözlerinden rahats�z oldu�unu belli etmi� ve Hz. Hatice’nin iyilik ve faziletlerinden bahsetmi�ti.
Habib-i Kibriya’n�n söylediklerinden rahats�z oldu�unu anlayan ferasetli Âi�e (r.a.), “Yâ Resûlallah! Seni Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki bundan sonra Hatice’nin menk�belerini her zaman an.”[20]diyerek gönlünü almaya çal��m��t�.
***
Yine Resûl-i Ekrem’in, Hz. Hatice validemizi daima takdir ve muhabbetle yâdetti�ini, Hz. Âi�e validemizin bunu k�skand���n�, bizzat Âi�e’nin (r.a.) �u ifadelerinden ö�reniyoruz:
“Nebi’nin (a.s.m.) kad�nlar�ndan hiçbirini, Hz. Hatice’yi k�skand���m kadar k�skanmad�m! Hâlbuki, onu Resûlullah’�n yan�nda görmemi�tim bile! Fakat Resûlullah, onu benim yan�mda çok yad ederdi. Çok kere koyun keser, Hz. Hatice’nin samimi arkada�lar�na et gönderirdi. Bazen ben sab�rs�zl�k göstererek, ‘Sanki, yeryüzünde Hatice’den ba�ka kad�n yok mu?’ derdim. Resûlullah da, ‘Hatice (�öyle) idi, Hatice (böyle) idi, diye iyiliklerini sayar ve ‘Ondan çocuklar�m var’ buyururdu.”[21]
Resûlullah Efendimiz, Hira’ya devam etti�i s�ralarda Hz. Hatice validemiz de ona yiyecek ta��rd�.
Bu s�rada bir gün Cebrail (a.s.) gelerek, “Yâ Resûlallah! ��te, �u uzaktan sana do�ru gelen, Hatice’dir. Yan�nda, içinde yemek bulunan bir kab var. Yan�na geldi�i zaman, ona Rabbinden ve benden selam �öyle! Cennette inciden yap�lm�� bir saray�n kendisine verilece�ini müjdele ki onun içinde ne gürültü pat�rt� vard�r, ne de çal��mak çabalamak!”[22]dedi.
* * *
Hz. Ali de (r.a.), “‘Kendi zaman�ndaki kad�nlar�n hay�rl�s�, �mran’�n k�z� Meryem’di. Bu ümmetin kad�nlar�n�n hay�rl�s� da Hatice’dir’ dedi�ini, Resûlullah’tan i�ittim”[23]demi�tir.
_______________________________________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 32.
[2] �bn Hi�am, Sîre, c. 1, s. 196; �bn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 208-209, Tirmizî, Sünen, c. 2, s. 232.
[3] Abese, 1-12.
[4] M. Hamdi Yaz�r, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 5576.
[5] �bn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 209; �bn Kesir, Tefsir, c. 4, s. 470-471; M. Hamdi Yaz�r, Tefsir, c. 7, s. 5571.
[6] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 31; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 155; �bn Hacer, el-�sabe, c. 1, s. 506.
[7] �bn Abdi’l-Berr, el-�stiab, c. 1, s. 515.
[8] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 34; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 133.
[9] “Kevser” cennette bir havuzdur. Resûl-i Ekrem Efendimizin ümmeti, onun ba��na gelip içecektir. Yahut, “çok hay�r” demektir ki peygamberli�e, Kur’an’a, �eriata ve benzerlerine �âmildir. “Kevser” “pek çok hay�r” demektir; ilim, amel, iki âlemde �eref gibi...
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir hadis-i �eriflerinde �öyle buyurmu�lard�r:
“O, cennette bir nehirdir. Rabbim onu bana vaadetti. Onda pek çok hay�r var. (Suyu) baldan tatl�, sütten beyaz, kardan so�uk, kaymaktan yumu�akt�r. �ki kenar� zeberceddir. Bardaklar� gümü�tendir. Ondan içen bir daha susuzluk duymaz.”
Baz� âlimlere göre ise “Kevser” Resûlullah’�n (a.s.m.) evlad�, etba� yahut ümmetinin âlimleri yahut Kur’an’d�r.” (bkz. Hasan B. Çantay, Kur’an-� Hakîm ve Meâl-i Kerim, c. 3, s. 1226).
[10] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 57; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 211-212.
[11] Sâd, 5-6.
[12] Buharî, Sahih, c. 2, s. 326; Taberî, Tarih, c. 2, s. 219-220.
[13] Buharî, a.g.e., c. 2, s. 326; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 219-220.
[14] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 60.
[15] Kasas, 56.
[16] �bn Hi�am, a.g.e., c. 1, s. 59.
[17] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 260.
[18] Tevbe, 113.
[19] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398-399.
[20] Buharî, Sahih, c. 2, s. 315; Müslim, Sahih, c. 7, s. 138; Ahmed �bn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 58.
[21] Buharî, Sahih, c. 2, s. 315; Müslim, Sahih, c. 7, s. 138; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 702.
[22] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1887.
[23] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1886; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 702-703.
H�Z�N YILI
Art arda vuku bulan bu ac� hadiselerin mübarek kalpleri üzerinde b�rakt��� derin teessür ve elem sebebiyle, Resûl-i Kibriya Efendimiz, bi’setin bu onuncu y�l�n� “Senetü’l-Hüzün [Hüzün y�l�]” olarak isimlendirdi.
M�R�KLER�N EZ�YET VE HAKARETLER�N� ARTIRMALARI
Ebû Tâlib’in vefat�na Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar üzülürken, mü�rikler ise sevindiler. Art�k kar��lar�nda Sevgili Peygamberimize arka ç�kacak Hâ�imo�ullar�n�n reisi yoktu. Bunu f�rsat bilerek eziyet ve hakaretlerine h�z verdiler. Ebû Tâlib’in hayat�nda cür’et edemedikleri birçok ta�k�nl�kta ve insafs�zca harekette bulunmaya ba�lad�lar.
Resûl-i Ekrem, bir gün yoldan geçerken, mü�riklerden biri, üstünü ba��n� toz toprak içinde b�rakm��t�. Bu âdice harekete hiçbir kar��l�k vermeden öylece evine dönmü�tü. Sevgili babas�n�n bu halini gören Hz. Fât�ma, onun üstünü ba��n� temizlerken gözya�lar�n� tutamam�� ve hüngür hüngür a�lam��t�. Bir süre önce annesini kaybetmekle zaten gönlü mahzun ve k�r�k olan Hz. Fât�ma, babas�n� da bu halde görmekle adeta kalbinden vurulmu�tu. Sanki o damlalar gözünden de�il, kalbinden, ruhundan ak�p geliyordu.
�efkat menba� Peygamberimiz, dayan�lmaz bu manzara kar��s�nda yine itidalini muhafaza etti, yine yüce yarat�c�s�na güvendi, yine O’na döndü ve a�layan masum yavrusunun gözya�lar�n� mübarek eliyle silerek, “A�lama k�z�m, a�lama! Allah, baban� koruyacakt�r” dedi; sonra da dü�ünceli dü�ünceli ilave etti: “Ebû Tâlib’in ölümüne kadar, mü�rikler, bana böyle eziyet ve hakarete cür’et etmemi�lerdi.”[1]
Bu devrede, mü�riklerin eziyet ve hakaretleri öylesine insanl�k d��� bir hüviyete bürünmü�tü ki Ebû Leheb gibi �slam’�n en büyük dü�man�n�n dahi gayretine dokunmu�, onun bile akrabal�k damar�n� tahrik etmi� ve bu durum böyle sürerse Efendimize arka ç�kaca��n� bile ifade etmesine sebep olmu�tu.
Ebû Leheb’in bu sözleri üzerine mü�rikler bir süre Peygamberimizden uzak durdular. Ne var ki Ebû Leheb’in akrabal�k ba��ndan gelen sun’î himâyesi pek fazla sürmedi. Resûl-i Ekrem’in halk� Allah’a imana daveti kar��s�nda, tahammülü ve nesebî taraftarl��� k�sa zamanda tükendi ve himâyeden vazgeçti�ini ilan etti. Himâyeden vazgeçmekle de kalmad�, eski dü�manl���n� da ayn� �iddetiyle devam ettirdi. Ömrünün sonuna kadar da bu dü�manl���ndan vazgeçmedi.
____________________________
[1] Taberî, Tarih, c. 2, s. 229.
RES�LULLAH TEBL��E DEVAM ED�YOR
Hz. Hatice validemizin vefat�yla, Resûl-i Kibriya Efendimizin aile hayat�nda bir bo�luk meydana gelmi�ti. Hem Efendimiz, hem de ashab-� güzin bu durumun fark�nda idiler.
Bir gün, Osman b. Maz’un Hazretlerinin han�m� Havle Hâtun, Habib-i Kibriya Efendimizin huzuruna geldi ve “Yâ Resûlallah! Yan�na girince birden Hatice’nin yoklu�unu hissettim!” dedi.
Resûl-i Ekrem bunun üzerine, “Evet, o, çoluk çocuklar�n anas�, evinin de görüp gözeticisi idi” buyurarak, aile hayat�nda Hz. Hatice-i Kübra’n�n ebedî âleme irtihaliyle meydana gelen bo�lu�u ifade etmeye çal��m��t�.
Efendimizin bu konu�mas� üzerine Havle binti Hakîm, “Yâ Resûlallah! Evlenmek ister misin?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Kiminle?” dedi.
“Ebû Bekir’in k�z� Âi�e veya Sevde bint-i Zem’a ile...”
Bu kar��l�kl� konu�madan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Havle’ye, “Git” dedi. “Benim için ikisi hakk�nda da konu�!”
Bunun üzerine, Havle Hâtun do�ruca Hz. Ebû Bekir’in evine vard�. Evde, Hz. Âi�e’nin annesi Ümmü Rûman vard�.
“Ey Ümmü Rûman!” dedi. “Allah’�n, hay�r ve bereketten size neyi eri�tirdi�ini biliyor musunuz?”
Ümmü Rûman, “Nedir?” diye sorunca da, Havle, “Resûlullah, Âi�e’yi istemek için beni gönderdi!” diye cevap verdi.
Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmad���ndan, Ümmü Rûman, Havle Hâtun’a hiçbir cevap vermedi ve ona, “Ebû Bekir’in gelmesini bekle” dedi.
Hz. Ebû Bekir gelince, Havle ayn� �eyi ona da anlatt�. “Yâ Ebû Bekir!” dedi. “Allah, size hay�r ve bereketten ne eri�tirdi, biliyor musunuz?”
Hz. Ebû Bekir, “Nedir o?” diye sordu.
Havle, “Resûlullah, Âi�e’yi istemek için beni gönderdi” cevab�n� verdi.
Hz. Ebû Bekir, bir müddet dü�ündükten sonra, “Âi�e (din) karde�inin k�z� demek oldu�una göre, ona helâl olur mu?” diye konu�tu.
Havle, derhal dönüp, durumu kendilerine anlat�nca, Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Ebû Bekir’in yan�na dön! Taraf�mdan ona ‘Benim sana karde� olu�um, senin de bana karde� olu�un (kan ve süt karde�li�i de�il) �slam’da karde�liktir. Senin k�z�n bu sebeple bana helâldir’ de!” buyurdu.
Havle dönüp bunu bildirince, Hz. Ebû Bekir’in tereddüdü zâil oldu ve kerimesi Hz. Âi�e’yi Resûl-i Kibriya Efendimize �evval ay�nda ni�anlay�p nikâhlad�. Ancak dü�ün, sonraya b�rak�ld�.[1]
EFEND�M�Z�N, HZ. SEVDE’YLE EVLENMES�
Bundan sonra, Havle Hâtun, Sevde bint-i Zem’a’ya gitti.
Hz. Sevde, Sekran b. Amr’�n zevcesi idi. �lk Müslüman kad�nlardand� ve kocas�yla birlikte Habe�istan’a hicret etmi�ti. Daha sonra Mekke’ye dönmü�lerdi. Mekke’ye döndüklerinde Hz. Sevde, bir gece rüyas�nda, Ay’�n süzülüp üzerine iniverdi�ini görmü�tü. Bunu kocas�na anlat�nca da, �u kar��l��� alm��t�:
“E�er rüyan do�ru ise, ben yak�nda ölece�im. Benden sonra sen de evleneceksin!”
Hakikaten de, k�sa bir zaman sonra Sekran, hastalan�p vefat etmi�ti; böylece, Hz. Sevde de dul kalm��t�.
Havle Hâtun kendisine, “Resûlullah beni sana dünürlük için gönderdi!” deyince, Hz. Sevde son derece sevindi. Ancak bir tereddüdü vard�: Acaba Nebiyy-i Ekrem, yan�nda bulunan be� küçük çocu�una da r�za gösterebilecek miydi?
Bu endi�e ve tereddüt sebebiyle, Resûl-i Kibriya Efendimize hemen cevap vermedi. Resûlullah, dini iman� u�runa yerini, yurdunu, akrabas�n� terk edip yabanc� bir diyara göç edecek kadar fedakârl�k ve kahramanl�kta bulunmu� bu mücahideyi �ereflendirmek ve taltif etmek istiyordu. Buna binaen kendisinden bir cevab�n gelmedi�ini görünce, bir gün bizzat kendisiyle görü�tü ve “Seni, benimle evlenmekten al�koyan nedir?” diye sordu.
Hz. Sevde, “Vallahi yâ Resûlallah, beni seninle evlenmekten al�koyan hiçbir mühim sebep yoktur; ancak �u çocuklar�n sabah ak�am ba��nda v�z�ldayacaklar�n� dü�ünüyorum da, onun için çekiniyorum!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Allah sana rahmet etsin! Kad�nlar�n hay�rl�s�, küçük çocuklar�ndan dolay� zorluklarla kar��la�and�r” buyurarak, bu endi�e ve tereddüde gerek olmad���n� belirtti; sonra da, “Seni nikâhlamak için, kavminden birini vazifelendir” dedi.
Hz. Sevde, kayn� Hatib b. Amr’e salâhiyet verdi. O da, Hz. Sevde’yi, bi’setin onuncu y�l�nda Resûl-i Kibriya Efendimize nikâhlad�. O s�rada, Hz. Sevde 55 ya�lar�nda idi.[2]
Görüldü�ü gibi, Resûl-i Kibriya Efendimiz, akrabalar�ndan ayr�larak iman saf�na iltihak etmi� ve bir daha akrabalar�n�n üzerinde bulundu�u �irk inanc�na dönmek istemeyen bu mücahide ya�l� han�m�, sadece Allah’a ve Allah’�n dinine olan ba�l�l�k ve sadâkatinden dolay� himâyesi alt�na al�yor ve onu “mü’minlerin annesi” olmak �erefine ula�t�r�yordu!
RESÛL-� EKREM EFEND�M�Z�N TA�F’E G�D���
Mü�rikler, Ebû Tâlib ile Hz. Hatice’nin vefatlar�n� f�rsat bildiler. Adeta bu zaman� bekliyorlarm�� gibi, Peygamber Efendimize revâ gördükleri eza ve cefalar� birden kat kat art�rd�lar. Öyle ki Efendimiz, onlar�n zulüm, hakaret ve i�kencelerinden dolay� dini ne�retme vazifesini yapamaz hale gelmi�ti.
Mü�riklerin bu insafs�z ve merhametsiz tutumu, Resûl-i Kibriya Efendimizi fazlas�yla müteessir ediyordu. Bu sebeple Taif’e gitmeye karar verdi. Maksad�, Kurey� mü�riklerine kar��, Taif’te oturan Sakif kabilesinden kendisini korumalar�n� ve �slam davas�n� kabul etmelerin istemekti!
Taif, Arabistan’�n mühim yerlerinden biriydi. Ba� ve bahçeleriyle �öhret bulmu�tu. Ayr�ca Resûlullah’�n süt annesi Halîme’nin mensup oldu�u Benî Sa’d kabilesi de buraya yak�n oturuyordu. Dolay�s�yla Efendimiz, bu belde sâkinlerinin �slam’a alâka duyup imanla �ereflenebilecekleri ümidini besliyordu. Bu ümidi tahakkuk etti�i takdirde, Kurey� mü�riklerine kar�� büyük bir güç de elde etmi� olacakt�!
Tarih, bi’setin onuncu y�l� �evval ay�n�n yirmi yedisini gösteriyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz Zeyd b. Hârise’yle birlikte gizlice Mekke’den ayr�larak Taif’e vard�. Orada Sakif kabilesi ileri gelenleriyle görü�meye ba�lad�. Onlar� �slam dinine davet etti. Kavminden muhalefet edenlere, kendisiyle birlikte kar�� koymalar�n� talep etmek için geldi�ini anlatt�. Ancak kald��� on gün zarf�nda hiçbir müspet netice elde edemedi; üstelik, hakaret ve istihza ile mukabele gördü, türlü türlü ithamlara maruz kald�.
Reislerinden biri, “Allah, peygamber göndermek için, senden ba�ka kimse bulamad� m�?” diyecek kadar küstahl�kta ileri gidip mübarek kalplerini teessüre bo�du. Bir ba�kas�, “Vallahi” dedi. “Ben hiçbir zaman seninle konu�mayaca��m! Çünkü sen, �ayet dedi�in gibi Allah taraf�ndan gönderilmi� bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem! E�er, sen ‘Allah’�n Peygamberiyim’ diye Allah ad�na hilâf-� hakikat konu�uyorsan, o takdirde de ben seninle konu�maya lüzum görmem!”[3]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu davran��lar� ve sözleri üzerine Sakiflilerden hay�r gelmeyece�ini anlad� ve bundan müteessir oldu.
Mü�riklerin bu durumu haber al�p cür’etlerini art�rmalar�ndan endi�e duydu�u için de, yanlar�ndan ayr�laca�� s�rada onlara, “Bâri, konu�tuklar�m�z aram�zda kals�n; ba�ka kimse duymas�n” dedi.
Ne var ki �irk inanc�n�n kuvvetle ya�and��� ikinci bir belde olan Taif sâkinleri, Resûl-i Zî�an’�n bu arzusunu da kabul etmediler. Gençlerinin �slamiyete alâka duymalar�ndan korkarak, �ki Cihan Güne�i Efendimize, “Memleketimizden ç�k da, nereye gidersen git! Kavmin ve hem�ehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, ç�k�p bize geldin! Vallahi biz de senden elimizden geldi�ince uzak duraca��z, isteklerini kabul etmeyece�iz!”[4]dediler.
Lât ve Uzzâ’ya tapmakta Mekkeli mü�riklerle yar���p duran Sakifliler, bu çirkin sözlerle de yetinmediler; beldelerinde misafir olarak bulunan Cihan Peygamberine, ayak tak�m�n�, sokak gençlerini ve köleleri k��k�rtarak sald�rtt�lar.
Gözü dönmü�, kendini bilmez küstahlar, yolun iki taraf�nda s�ralanarak Kâinat�n Efendisini ve Hz. Zeyd’i ta�a tuttular. Resûlullah’�n mübarek ayaklar� kana buland�. Öyle ki isabet eden ta�lar�n açt��� yaralar�n ac�s� yürümeye engel olur hale geldi. Resûl-i Ekrem, zaman zaman oturmak zorunda kald�. Ama bu vicdans�zlar, her seferinde onu zorla aya�a kald�rarak, yeniden yaral� ayaklar�n� ta� ya�muruna tutuyorlard�. Ayak tak�m�, Peygamber Efendimizi �zd�rap içinde b�rak�rken, ta�lar�yla beraber kahkahalar da savuruyorlard�.
Hz. Zeyd, hayat�n� hiçe sayarcas�na vücudunu Resûl-i Kibriya’ya siper etmi�ti. �irk ehlinin elinden ç�kan ta�lar�n ona ula�mas�na mani olmaya çal���yordu. Ama nâfile idi. O da kan revan içinde kald�.
Resûl-i Ekrem, bu âdice sald�r�dan ancak kendini bir ba�a atmakla kurtarabildi. Ba��n sahipleri, kendilerine uzaktan akraba say�lan Utbe ve �eybe b. Rabia ad�nda iki karde�ti.
Resûl-i Ekrem, bitkin bir vaziyette kendisini bir asman�n alt�na att�. �nsanl��� utand�racak bu âdice sald�r�n�n tesirinden biraz olsun kurtulduktan sonra �u hazin münâcâtta bulundu:
“Allah�m! Kuvvetsiz ve çaresiz kald���m�, halk nazar�nda hakir görüldü�ümü ancak Sana arz eder, Sana �ikayet ederim.
“Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dal�na bindi�i, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir dü�man eline dü�ürmeyecek kadar merhamet sahibisin.
“Allah�m! Yeter ki Senin gazab�na u�ramayay�m. Ne çekersem ona katlan�r�m. Fakat Senin af ve ma�firetin, bunlar� bana yapt�rmayacak kadar geni�tir.
“Allah�m! Senin gazab�na u�ramaktan, �lâhî r�zandan uzak kalmaktan, Senin o zulmetleri ayd�nlatan ve ahiret i�lerini yoluna koyan �lâhî nuruna s���n�r�m!
“Allah�m! Sen râz� oluncaya kadar aff�n� dilerim!
“Allah�m! Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir!”[5]
Köle Addas
Ba� sahipleri, Resûl-i Kibriya Efendimizin maruz kald��� �en’î ve menfur sald�r�y� uzaktan seyretmi�ler ve ac�ma duygular� harekete gelmi�ti. Köleleri Addas’la Efendimizebiraz üzüm göndererek ikramda bulundular.
Addas, tabak içindeki üzümü al�p Efendimize getirdi. Resûl-i Ekrem, üzümü “Bismillah” diyerek al�p yemeye ba�lay�nca Addas’�n dikkatini çekti. Kendi kendine, “Vallahi” dedi. “Bu sözü, bu beldenin halk� bilmezler ve söylemezler!”
Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ey Addas! Sen hangi belde halk�ndans�n ve hangi dindensin?” diye sordu.
Addas, “Ninoval�y�m ve H�ristiyan�m” diye cevap verdi.
“Demek sen, o sâlih ki�i Yûnus �bni Metta’n�n hem�ehrisisin.”
“Sen, Yûnus �bni Metta’y� nereden biliyorsun?”
“O, benim karde�imdir. O bir peygamberdi. Ben de peygamberim.”
Bunun üzerine, Addas kendisini tutamad� ve Resûlullah Efendimizin ba��n�, ellerini ve ayaklar�n� öptü!
Manzaray� uzaktan seyreden ba� sahiplerinden biri, di�erine, “Senin adam�n” dedi. “Gözünün önünde kölenin itikad�n� bozdu!”
Addas yanlar�na dönünce de, ikisi birden, “Yaz�klar olsun sana Addas! Sen bu adam�n ba��n�, ellerini ve ayaklar�n� nas�l öptün?” diyerek onu azarlad�lar.
Addas’�n efendilerine cevab� ise �u oldu:
“Yeryüzünde, bu zâttan daha hay�rl� bir kimse yok! Bana bir �ey bildirdi ki onu ancak bir peygamber bilebilir!”[6]
Peygamberimizin �efkat ve Merhameti
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ba�dan ayr�l�p dü�ünceli dü�ünceli ve Sakif kabilesiyle Taiflilerden maksad�na muvaf�k bir netice alamaman�n teessürü içinde yoluna devam etti. Mekke’ye iki konakl�k bir mesafe kalm��t� ki zât�n� bir bulutun gölgelemekte oldu�unu gördü. Dikkatlice bak�nca, bulutun içinde Hz. Cebrail’i fark etti.
Cebrail (a.s.) seslendi: “�üphesiz, Allah, kavminin sana neler söyledi�ini i�itti; sana, �u da�lar mele�ini gönderdi. Kavmin hakk�nda diledi�ini yapmak üzere ona emredebilirsin!”
O anda görünen da�lar mele�i de, emrine âmade oldu�unu ve istedi�i takdirde Ebû Kubeys ile Kuayk�an Da�lar�n� mü�riklerin üzerine kapan�rcas�na birbirine kavu�turabilece�ini söyledi.
Fakat �efkat ve merhamet kayna�� Resûl-i Ekrem’in arzusu ba�ka idi. Da�lar mele�ine �u cevab� verdi:
“Hay�r, ben böyle bir �ey istemem. �stedi�im tek �ey, Hak Teâlâ’n�n bu mü�riklerin sulbünden, Allah’a hiçbir �eyi ortak ko�maks�z�n ibadet edecek bir nesil ortaya ç�karmas�d�r.”[7]
Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi, insanlar� beddualarla yok etmek, belâ ve musibetlere u�rat�p peri�an etmek de�ildi; aksine, insanlar�n imana kavu�mas�, hidayete ula�mas� ve ebedî saadete ermesi idi. Her ad�m�n� bu gayenin tahakkuku için at�yor, her hareketini bu ulvî maksat için yap�yor, her te�ebbüsünde bu e�siz hedef bulunuyordu. Bu sebeple, her dakikas� bir nevi ibadetle geçiyor ve her ân� nurlu bir manzara olarak mâziye ak�p gidiyordu.
Cinlerin, Peygamberimizi Dinlemesi
Peygamber Efendimiz, Mekke’ye varmadan Nahle adl� mevkide bir müddet istirahat etti. Namaza durdu�u bir s�rada Nusaybin cinlerinden baz�lar� oradan geçerken, Efendimizin okudu�u Kur’an’� duyunca, durarak dinlediler ve orada Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onlar� imana davet ettiler.[8]
Kur’an-� Kerim, bu hadiseden bize haber verir: “Hani; cinlerden birtak�m�n� Kur’an dinlemek üzere sana sevk etmi�tik; bu suretle vakta ki ona haz�r oldular: ‘Susun, dinleyin’ dediler. Sonra bitirildi�i vakit de döndüler. �nzar etmek üzere kavimlerine gittiler. ‘Ey kavmimiz!’ dediler. ‘Haberiniz olsun: Bizler bir kitap dinledik. Musa’dan sonra indirilmi� önündekini tasdik ediyor, hakka ve bir do�ru yola hidayet ediyor! Ey kavmimiz! Allah’�n davetçisine icabet edin ve ona iman getirin ki baz� günahlar�n�za ma�firet buyursun ve sizi elîm bir azaptan korusun!’”[9]
Mekke’ye Giri�
Peygamber Efendimiz, Batn-� Nahle’de bir müddet ikamet ettikten sonra Mekke’ye yöneldi. Kurey�’in kendisini kolay kolay Mekke’ye sokmayaca��n� biliyordu. Bunun için o zaman�n âdetine göre birinin himâyesi alt�na girmesi gerekiyordu.
Bu sebeple, Hira’ya var�nca, birini göndererek, mü�rik Mut’im b. Adiyy’in himâyesini istedi. Mut’im, iste�ini kabul etti ve o�ullar�n� silahland�rarak, kendisi de beraberinde oldu�u halde, Efendimizi Hira’dan alarak Mekke’ye getirdiler.[10]
Mü�rikler, Mut’im’in bu hareketine çok k�zd�lar, ama ses ç�karamad�lar.
Fahr-i Âlem Efendimiz, mü�riklerin kin saçan bak��lar� aras�nda Kâbe’yi tavaf etti, Harem-i �erif’te iki rekât namaz k�ld� ve oradan evine gitti.
Ba�ta Peygamberimiz ve bütün Müslümanlar, mü�rik olan Mut’im b. Adiyy’in bu iyili�ini ömürleri boyu unutmad�lar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyili�ini, mü�riklere kar�� kazand��� Bedir Zaferi sonras�nda bile yâdetmi�tir.
Mut’im’in o�lu Cübeyr, Bedir esirleri hakk�nda konu�mak için Medine’ye gelmi�ti. Peygamberimiz, onu kabul etmi�, ricas�n� dinledikten sonra �öyle demi�ti:
“E�er, baban Mut’im hayatta olsayd� ve �u adamlar hakk�nda ricada bulunsayd�, �üphesiz ben onlar� Mut’im’e ba���lard�m!”[11]
____________________________________________________________________________
[1] �bn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 58; Buharî, Sahih, c. 2, s. 329; Ahmed �bn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 211.
[2] �bn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 52-53; Ahmed �bn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 211.
[3] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 61; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 211.
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 61; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 211-212; Taberî, Tarih, c. 2, s. 26.
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 61-62; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 212.
[6] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 63.
[7] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 60-63; Buharî, Sahih, c. 4, s. 83.
[8] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 63; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 122.
[9] Ahkàf, 29-31; bkz. Cin, 1-15.
[10] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 212; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 237.
[11] Buharî, Sahih, c. 4, s. 83.
�SRA VE M�'R�C MU'C�ZES�
Hicret’ten bir buçuk sene önce, Receb ay�n�n 27. gecesiydi. Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan �srâ[1]ve Mîrac[2]mucizesi vuku buldu. �öyle ki:
Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zî�an Efendimizi Mescid-i Haram’dan[3]al�p Burak’la Mescid-i Aksâ’ya[4]götürdü. Oradan da, gökyüzündeki harika icraat ve Cenab-� Hakk’�n kudretine delâlet eden ayet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semâvâta ç�kart�ld�. Semâ tabakalar�nda bulunan bütün peygamberlerle görü�türüldü. Habib-i Hüda Efendimiz, sonra da Sidre-i Münteha makam�na götürüldü. Oradan da “imkân ve vücub ortas�nda da Kàb‑� Kavseyn’le i�aret olunan” makama ç�kt�. Kendilerine birçok acîb ve garip �eyler temâ�â ettirildi. Ve bilemeyece�imiz, anlayamayaca��m�z bir �ekilde, mekândan münezzeh olan Cenab-� Hakk’�n bizzat kelâm�n� i�itti ve Cemâl-i Pâkini mü�ahede etti. Ayn� gece Hâne-i Saadetine geldi.
Cenab-� Hak, Sevgili Resûlünün zât�yla ilgili bu mucizesini Kur’an-� Azîmü��an’�nda bize �öyle haber verir:
“Kulunu (Muhammed’i [a.s.m.]) bir gece Mescid-i Haram’dan (al�p) Mescid-i Aksâ’ya kadar götüren (Allah Teâlâ her türlü noksanl�ktan) münezzehtir. (O Mescid-i Aksâ ki) Biz onun etraf�na (feyz) ve bereket verdik (ve bu gece yolculu�unu) ona (o peygambere) ayetlerimizden (kudretimize delâlet eden harikalardan) baz�lar�n� gösterelim diye (yapt�rd�k). �üphesiz ki O, (her �eyi) hakk�yla i�iten, (her �eyi) kemâliyle görendir.”[5]
Bu ayet-i kerime ayn� zamanda �srâ ve Mîrac mucizesinin hikmetini de beyan etmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Sözler isimli eserinin Mîrac-� Nebevîyeye dair k�sm�nda, “Mîrac meselesi, erkân-� imaniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-� imaniyenin nurlar�ndan medet alan bir nurdur. Erkân-� imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere kar�� elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü Allah’� bilmeyen, peygamberi tan�mayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvât�n vücudunu inkâr eden adamlara Mîractan bahsedilmez. Evvela, o erkân� ispat etmek lâz�m geliyor” dedikten sonra “Hikmet‑i Mîrac nedir?” sualine de �u cevab� vererek, bu büyük hadisenin hikmetlerini �öylece izah eder:
“Mîrac�n hikmeti o kadar yüksektir ki fikr-i be�er ula�am�yor, o kadar derindir ki ona yeti�emiyor, o kadar incedir ve lâtiftir ki ak�l kendi ba��yla göremiyor. Fakat bâz� i�aretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutlar� bildirilebilir. �öyle ki:
“�u Kâinat�n Hâl�k’�, �u kesret tabakat�nda nur-u Vahdetini ve tecelli-i Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakat�n�n müntehas�ndan ta mebde-i vahdete bir hayt-� ittisal suretinde bir mîracla bir ferd-i mümtaz�, bütün mahlûkat hesab�na, Kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zî�uur nâm�na, makas�d-� �lâhîyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazar�yla âyine-i mahlûkat�nda cemâl-i san’at�n�, kemâl-i Rubûbiyyetini mü�âhede etmek ve ettirmektir. Hem sâni-i âlemin, âsâr�n �ehâdetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vard�r. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizatihîdirler, yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vard�r. O nihayetsiz muhabbeti, masnuat�nda çok tarzda tezahür ediyor. Masnuat�n� sever; çünkü masnuat�n�n içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zîhayatt�r. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zî�uurun içinde câmiiyyet itibar�yla en sevimli, insanlar içinde bulunur. �nsanlar içinde istidad� tamam�yla inki�af eden, bütün masnuatta münte�ir ve mütecelli, kemâlât�n numunelerini gösteren fert, en sevimlidir. ��te, sâni-i mevcudat, bütün mevcudatta inti�ar eden tecelli-i muhabbetin bütün enva�n�, bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-� cemâlini, Ehadiyyet s�rr�yla göstermek için �ecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o �ecerenin hakaik-� esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zât�, o mebde‑i evvel olan çekirdekten, ta münteha olan meyveye kadar bir hayt-� ittisal hükmünde olan bir mîracla, o ferdin, kâinat nâm�na mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemâline mü�erref etmek ve ondaki halet-i kutsîyyeyi ba�kas�na sirayet ettirmek için kelâm�yla taltif edip ferman�yla tavzif etmektir.
“�imdi �u hikmet-i âliyyeye bakmak için ‘iki temsil’ dürbünüyle tarassud edece�iz.
“Birinci temsil:
“Nas�l ki bir sultan-� zî�an�n, pek çok hazinesi ve o hazinelerde pek çok cevahirin enva� bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesaps�z fünun-u acîbeye mârifeti, ihatas� bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya, ilim ve �tt�la� olsa... Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi s�rr�nca: Elbette o sultan-� zîfünun dahi, bir me�her açmak ister ki içinde sergiler dizsin, ta nâs�n enzar�na saltanat�n�n ha�metini, hem servetinin �a�aas�n�, hem kendi san’at�n�n harikalar�n�, hem kendi mârifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle mü�âhede etsin. Bir veçhi: Bizzat nazar-� dekaik-â�inasiyle görsün. Di�eri: Gayr�n nazar�yla baks�n. Ve �u hikmete binaen elbette, cesim, muhte�em, geni� bir saray yapmaya ba�lar. �ahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatiyle süslendirip, kendi dest-i san’at�n�n en güzel, en lâtif san’atlar�yla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-� mucizekâraneleriyle donat�r, tekmil eder. Sonra, nimetlerinin çe�itleriyle, taamlar�n�n lezizleriyle, her taifeye lây�k sofralar� serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra, raiyyetine kendi kemâlât�n� göstermek için, onlar� seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini yâver-i ekrem yapar, a�a��ki tabakat ve menzillerden yukar�ya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acîb san’at�n�n makinelerini ve tezgâhlar�n� ve a�a��dan gelen mahsûlât�n mahzenlerini göstere göstere, ta daire-i hususîyesine kadar getirir. Bütün o kemâlât�n�n mâdeni olan mübarek zât�n� ona göstermekle ve huzuriyle onu mü�erref eder. Kasr�n hakaik�n� ve kendi kemâlât�n� ona bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Ta o saray�n sâniini, o saray�n mü�temilât�yla, nuku�iyle, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve saray�n nak��lar�ndaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlar�n� i�aretlerini ö�retip, —derunundaki manzum murassalar ve mevzun nuku� nedir? Ve saray sahibinin kemâlât�n� ve hünerlerini nas�l gösterirler?— o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdab�n� ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-� zîfünun ve zî�uuna kar��, marziyyat� ve arzular� dairesinde te�rifat merasimini tarif etsin.
“Aynen öyle de, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰىEzel, Ebed Sultan� olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemâlât�n� ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemi�tir ki:
“�u âlem saray�n� öyle bir tarzda yapm��t�r ki her bir mevcut, pek çok dillerle O’nun kemâlât�n� zikreder, pek çok i�aretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâs�n�n her bir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve her bir unvan-� mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulundu�unu, �u kâinat bütün mevcudat�yla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki bütün fünun, bütün desatiriyle �u kitab-� kâinat�, zaman-� Âdem’den beri mütalâa ediyor. Hâlbuki o kitap, esmâ ve kemâlât-� �lâhîyyeye dair ifade etti�i manalar�n ve gösterdi�i ayetlerin ö�r-i mi’�ar�n� daha okuyamam��. ��te, �öyle bir saray-� âlemi, kendi kemâlât ve Cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir me�her hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sani-i Zülkemâl’in hikmeti iktiza ediyor ki: �u âlem-i arzdaki zî�uurlara nisbeten abes ve fâidesiz olmamak için, o saray�n ayetlerinin manas�n� birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menbalar�n� ve netaicinin mahzenleri olan avalim-i ulvîyyede birisini gezirsin. Ve bütün onlar�n fevkine ç�kars�n ve kurb-u huzuruna mü�erref etsin ve ahiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâd�na, bir muallim ve saltanat-� Rububiyyetine bir dellâl ve marziyyat-� �lâhîyyesine bir mübelli� ve saray-� âlemindeki âyât-� tekviniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeyle tavzif etsin. Mûcizat ni�anlar�yla imtiyaz�n� göstersin. Kur’an gibi bir fermanla o �ahs�, Zât-� Zülcelâl’in has ve sâd�k bir tercüman� oldu�unu bildirsin.
“��te, mîrac�n pek çok hikmetinden �u temsil dürbünüyle bir ikisini numune olarak gösterdik. Sâirlerini k�yas edebilirsin.
“�kinci Temsil:
“Nas�l ki bir zât-� zîfünun, mûciznüma bir kitab� telif edip yazsa... öyle bir kitap ki her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her sat�r�nda yüz sahife kadar lâtif manalar, her bir kelimesinde yüz sat�r kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar manalar bulunsa, bütün o kitab�n maanî ve hakaiklar�, o kâtib-i mûciznüman�n kemâlât-� mânevîyyesine baksa, i�aret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapal� b�rak�p abes etmez. Herhalde o kitab�, baz�lara ders verecek. Ta o k�ymettar kitap, manas�z kal�p beyhude olmas�n. Onun gizli kemâlât� zâhir olup kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitab� bütün meanisiyle, hakaik�yla ders verecek birisini, en birinci sahifeden ta nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.
“Aynen öyle de, Nakka�-� Ezelî, �u kâinat�, kemâlât�n� ve cemâlini ve hakaik-� esmâs�n� göstermek için, öyle bir tarzda yazm��t�r ki bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlât�n� ve esmâ ve s�fat�n� bildirir, ifade eder. Elbette bir kitab�n manas� bilinmezse hiçe sukut eder. Bahusus böyle her bir harfi, binler manay� tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitab� yazan, elbette onu bildirecektir, her taifenin istidad�na göre bir k�sm�n� anlatt�racakt�r. Hem umumunu, en âmm nazarl�, en küllî �uurlu, en mümtaz istidatl� bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitab�n umumunu ve küllî hakaik�n� ders vermek için, gayet yüksek bir seyr-ü sülûk ettirmek hikmeten lâz�md�r. Yani, birinci sahifesi olan tabakat-� kesretin en nihayetinden tut, ta münteha sahifesi olan daire- i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâz�m geliyor. ��te, �u temsille mîrac�n ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.”[6]
Peygamberimizin Dilinden �srâ ve Mîrac Mucizesi
�srâ ve Mîrac mucizesi, zaman ve zemin kay�tlar�n�n d���nda mülk ve melekuta dair s�rlarla dolu Resûl-i Kibriya Efendimizin muazzam bir mucizesi oldu�undan, müteaddit tariklerle güzide sahabeler taraf�ndan Peygamberimizden nakledilmi�tir. Bu güzide sahabelerin rivayetlerine göre, Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir gece Kâbe-i Muazzama’n�n Hatim k�sm�nda yatarken, Hz. Cebrail gelip gö�sünü yard� ve kalbini zemzem suyuyla y�kad�ktan sonra içine hikmet doldurup eski haline koydu. Sonra beyaz bir binit (Burak) getirildi. Habib-i Kibriya Efendimiz, ona bindirildi. Cibril’in (a.s.) refakatinde yol ald�lar. Burak, ad�m�n�, gözünün eri�ebilece�i yerin ilerisine at�yordu! Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cibril’le (a.s.) birlikte Beyt-i Makdis’e vard�. Orada, bütün peygamberlerin toplanm�� oldu�unu gördü. Orada, onlara imam oldu ve birlikte namaz k�ld�.
Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlere imam olarak onlara namaz k�ld�rmas� demek, onlar�n �eriatlar�n�n as�llar�na vâris-i mutlak oldu�unu göstermesi demekti.[7]
Sunulan Üç Bardak
Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde �erbet ve di�erinde ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnas�nda, “E�er suyu al�rsa, kendisi de ümmeti de ihtiyaçs�z ve kanaatkâr olur. �erbeti al�rsa, kendisi de ümmeti de mahrumiyete düçar olur. �ayet sütü al�rsa, kendisi de ümmeti de do�ruyu bulur!” diye bir ses i�itti.
Resûl-i Ekrem, süt barda��n� al�p içti. Bunun üzerine Cebrail, “Yâ Muhammed!” dedi. “Sen, f�trî ve tabii olan� seçtin. Sen de, ümmetin de do�ru yola iletildiniz.”[8]
Semâvâta Yükselme ve Peygamberlerle Görü�me
Beytü’l-Makdis’te yüksek makamlara ç�kmak için mîrac merdiveni kuruldu. Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrail’le (a.s.) birlikte bindirildi ve birlikte yükseldiler. Nihayet dünya semâs�na vard�lar. Hz. Cebrail, gök kap�s�n� çald�:
“Kim o?” denildi.
“Cibril’im!”
“Yan�ndaki kim?” diye soruldu.
“Muhammed” dedi.
“Ona gelsin diye haber gönderildi mi?” denildi.
Cebrail (a.s.), “Evet, gönderildi” dedi.
Bundan sonra gök kap�s� aç�ld� ve dünya semâs�n�n üstüne ç�kt�lar.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sa� ve sol yan�nda birtak�m karalt�lar vard�. Sa��na bak�nca gülüyor, soluna bak�nca a�l�yordu. Resûl-i Ekrem Efendimize, “Ho� geldin, safâ geldin, sâlih peygamber, sâlih o�ul!” dedi.
Peygamber Efendimiz, Cebrail’e, “Bu kim?” diye sordu.
Hz. Cebrail, “Bu, senin baban Âdem’dir. �u sa��ndaki solundaki karalt�lar da çocuklar�n�n ruhlar�d�r. Sa��ndakiler cennetlik, solundakiler cehennemlik olanlard�r. Sa��na bak�nca güler, soluna bak�nca da a�lar!”[9]cevab�n� verdi.
Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kap�s� aç�ld� ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. �sa ile (a.s.) kar��la�t�.
Hz. Cebrail, “Bu gördüklerin, Yahya ile �sa’d�r. Onlara selam ver” dedi.
Selamla�t�lar ve onlar Peygamber Efendimize, “Ho� geldin, safâ geldin sâlih peygamber, sâlih karde�” dediler.
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Cebrail’le birlikte ayn� minval üzere üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. �dris, be�inci katta Hz. Hârun, alt�nc� katta Hz. Mûsa ve yedinci katta da Hz. �brahim’le (a.s.) görü�tü. Onlar�n hepsi de kendisine “ho� geldin”de bulundular ve mîrac�n� tebrik ettiler.
Sidre-i Münteha’da
Cebrail (a.s.), yedinci kat semâdan Resûl-i Ekrem Efendimizi al�p yüseklere ç�kard�. Daha sonra Habib-i Kibriya’n�n kar��s�na Sidre-i Münteha sahas� aç�ld�.
Cebrail, “��te bu, Sidre-i Münteha’d�r. Ben, buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanar�m” dedi ve oradan ileriye tek ad�m atmad�.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sidre-i Münteha’dan dört nehrin akt���n� gördü.
Ayr�ca Peygamber Efendimiz, burada Cebrail’i (a.s.) bir kere daha aslî �ekil ve suretinde gördü. Daha önce de, kendilerine risâlet vazifesi verildi�i s�rada onu Mekke’nin Ciyad mevkiinde ufku kaplayan ha�metli kanatlar�yla görmü�tü.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, daha sonra, yan�nda Cebrail olmad��� halde, “imkân ve vücub ortas�nda Kàb-� Kavseyn’le i�aret olunan” makama vard�. Bundan sonra mekândan münezzeh Zât-� Zülcelâl’in sohbeti ve cemâliyle mü�erref oldu.
Mevlid yazar� merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o ân� �öyle tasvir eder:
Söyle�irken Cebrail ile kelâm
Geldi Refref önüne virdi selam.
Ald� ol �ah-� cihan� ol zaman
Sidre’den götürdü vü gitdi heman
Bir feza oldu o demde ru-nüma
Ne mekân var anda, ne arz-ü sema
Kim ne hâlîdir ne mâlî ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hâl
Ref’ olup ol �aha yetmi� bin hicab
Nur-� tevhid açd� vechinde nikab
Her birisinden geçerken ilerü
Emr olurd� “Yâ Muhammed gel berü”
Çün kamus�n� görüp geçti öte
Vard� iri�di ol ulu Hazrete
�e� cihetten ol münezzeh Zülcelâl
Bî-kem-ü keyf ana gösterdi cemâl
Zaten ol sultan-� ma za�a’l-basar[10]
Eylemi�ti Hakk’a tahsîs-i nazar
Â�ikâre gördü Rabbü’l-izzeti
Ahirette öyle görür ümmeti
Bî-huruf ü lâf-ü savt ol padi�ah
Mustafa’ya söyledi bî-i�tibah.
Be� Vakit Namaz�n Farz K�l�n���
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mîrac gecesinde birçok �lâhî tecelliye, hitap ve iltifata mazhar k�l�nd�. Erkân-� imaniyenin hakikatlerini gözle gördü; melâikeyi, cenneti, ahireti, hatta Zât-� Zülcelâl’i mü�âhede etti.
Ayr�ca bu gece, her gün be� vakitte namaz k�l�nmas� emredildi. �öyle ki:
Cenab-� Hak, ilk önce her gün elli vakit namaz� farz k�ld�.
Peygamber Efendimiz, dönü�ünde Hz. Mûsa’ya u�ray�nca o “Allah Teâlâ, ümmetine neyi farz k�ld�?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Elli vakit namaz� farz k�ld�” dedi.
Bunun üzerine Hz. Mûsa, “Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun. Ümmetin buna takat getiremez” dedi.
Resûl-i Ekrem, dönüp Cenab-� Hakk’a yalvard�. Allah Teâlâ, on vakit namaz� indirdi.
Resûl-i Ekrem, yine Hz. Mûsa’n�n yan�na döndü ve “Allah, elli vakit namazdan on vaktini indirdi” dedi.
Hz. Mûsa, “Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü ümmetin buna da güç yetiremez” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yine Cenab-� Hakk’a döndü ve niyazda bulundu. Allah Teâlâ on vakit daha indirdi.
Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Mûsa’n�n yan�na geldi ve “Allah, on vakit daha indirdi” dedi.
Hz. Mûsa yine “Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü ümmetin buna da güç yetiremez” dedi.
Hz. Resûlullah, yine döndü ve Yüce Allah’a niyazda bulundu. Cenab-� Hak, yine on vakit daha indirdi. Ayn� �ekilde on vakte indirilinceye kadar Peygamber Efendimiz, tekrar tekrar Cenab-� Hakk’a niyazda bulundu.
On vakte indirilince, Resûl-i Kibriya Efendimiz, tekrar Hz. Mûsa’ya u�rad�. Hz. Mûsa yine söylediklerini tekrarlad�; “Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakk�ndan da gelemez” dedi.
Resûl-i Kibriya yine dönüp Yüce Mevlâs�na niyazda bulundu.
Cenab-� Hak, “Yâ Muhammed! Benim kat�mda hüküm de�i�mez! Onlar, her gece ve gündüzde be� vakit namazd�r. Her namaz için de on ecir vard�r ki bu da elli namaz eder” buyurdu.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Mûsa’ya u�rad�.
Hz. Mûsa sordu: “Ne emrolundun?”
Peygamberimiz, “Her gün be� vakit namazla emrolundum” dedi.
Hz. Mûsa, “Ümmetin her gün be� vakit namaza da güç yetiremez. Ben, senden önce insanlar�, �srailo�ullar�n� çok tecrübe ettim; bilirim. Sen, dön de, biraz daha indirmesini Rabbinden niyaz et” dedi.
Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Rabbime çok niyaz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya hâya ederim”[11]dedi.
Böylece, be� vakit namaz farz k�l�nd� ve Resûl-i Kibriya Efendimiz taraf�ndan Mîrac gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.
Peygamberimizin, �srâ ve Mîrac Mucizesini Mü�riklere Aç�klamas�
“�mkân ve vücub ortas�nda Kàb-� Kavseyn’le i�aret olunan makama” giren ve mekândan münezzeh olan Cenab-� Hakk’�n kelâm�na ve rü’yetine mazhar olan Resûl-i Kibriya Efendimiz, ayn� gece Hâne-i Saadetine geldi.
Sabahleyin mîrac�n� ve o ulvî seyahat esnas�nda gördüklerini Kurey�’e haber verip anlatmak istedi. Ancak amcas� Ebû Tâlib’in k�z� Ümmühanî ridâs�na yap��arak, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Sak�n bunu halka anlatma; seni yalanlarlar ve seni üzerler!” dedi.
Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Vallahi ben onu anlataca��m!” dedi ve halk�n yan�na var�p mîrac�n� haber verdi.
Kurey�liler �a��rd�lar; “Yâ Muhammed! Buna delilin nedir? Biz bunun bir benzerini daha �imdiye kadar i�itmedik” dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Delili �udur ki filan o�ullar�n devesine filan vadide, filan yerde rastlad�m. Develerini kaç�rm��lar, ar�yorlard�. Onlar� develerine do�ru k�lavuzlad�m ve ben �am’a yöneldim.
“Sonra dönü�ümde Dabhanan’a geldi�imde, filan o�ullar�n kafilesine rastlad�m; halk� uyuyordu. Onlara âit, üstü örtülü su kab�n�n örtüsünü aç�p, içindeki suyu içtim. Yine eskisi gibi üzerini örttüm!
“Ba�ka bir delilim de �udur:
“Sizlere âit bir kafileye Ten’im yoku�unda rastlad�m. Önde karamt�rak bir deve vard�. Üzerinde birisi siyah, öbürü alaca renkli iki çuval bulunuyordu”[12]dedi.
Halk merak içinde ve süratle Seniyye mevkiine ç�kt�.
Bir müddet sonra kafile ç�kageldi. Peygamber Efendimizin haber verdi�i gibi, önünde karamt�rak deve vard�. Gelen di�er kafileye su dolu kaplar�n� sordular. Onlar, su doldurup, üzerini örttüklerini söylediler. Su kab�na bakt�lar; üzeri kendilerinin örttü�ü gibi örtülüydü, ama içinde su yoktu!
Mü�rikler �a��rd�lar ve “T�pk� dedi�i gibiymi�!” dediler.[13]
Mü�rikler, Peygamberimizin haber verdi�i di�er haberleri de ara�t�rd�lar ve aynen söyledi�i gibi buldular. Buna ra�men iman edip Peygamberimizin davas�n� tasdik etmediler.
Mü�riklerin, Beytü’l-Makdis’in Tarifini �stemeleri
�srâ ve Mîrac mucizesini kabul etmemekte direnen Kurey�li mü�rikler, Resûl-i Ekrem Efendimizden bu hususta delil üstüne delil istemekten de geri durmuyorlard�. Birço�u, “Deveyle Mekke’den �am’a gidi� bir ay, dönü� de bir ay sürer. Muhammed, oraya bir gecede nas�l gidip Mekke’ye döner?” dediler.
�çlerinden o taraflara seyahat etmi� ve Mescid-i Aksâ’y� görmü� olanlar, Peygamber Efendimize gelerek, “Mescid-i Aksâ’y� bize tarif edebilir misin? diye sordular.
Resûlullah Efendimiz, “Gittim, tarif edebilirim” cevab�n� verdi.
Bundan sonras�n� Efendimiz �öyle anlat�r:
“Onlar�n yalanlamalar�ndan ve suallerinden pek çok s�k�ld�m. Hatta o âna kadar öyle bir s�k�nt� hiç çekmemi�tim. Derken Cenab-� Hak, birden Beytü’l-Makdis’i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her �eyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü’l-Makdis’in kaç kap�s� var?’ diye sormu�lard�. Hâlbuki, ben onun kap�lar�n� saymam��t�m! Beytü’l-Makdis kar��mda görününce, ona bakmaya ve kap�lar�n� birer birer saymaya ve bildirmeye ba�lad�m.”[14]
Bunun üzerine mü�rikler, “Vallahi, tastamam ve do�ru tarif ettin!” dediler. Buna ra�men iman etmediler.
Hz. Ebû Bekir’in Tereddütsüz Tasdiki!
Mekke halk� aras�nda gönülleri �slam’a �s�n�vermi�, fakat Mîrac haberiyle birden �a��r�p kalan kimseler de vard�. Bunlar bu haberi duyar duymaz derhal Hz. Ebû Bekir’e ko�tular ve “Yâ Ebû Bekir!” dediler. “Arkada��n�n i�inden haberin var m�? O, bu gece Beytü’l-Makdis’e gitti�ini, orada namaz k�l�p Mekke’ye döndü�ünü söyledi!”
Hz. Ebû Bekir: “Siz bunlar� ondan m� duydunuz?”
“Evet...” dediler. “Aynen ondan duyduk.”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Vallahi” dedi. “O söylediyse, �eksiz �üphesiz do�rudur! Siz buna hiç �a�may�n!” Sonra da, kalk�p do�ruca Resûl-i Kibriya Efendimizin yan�na gitti ve “Yâ Resûlallah! Sen, �u halka bu gece Beytü’l-Makdis’e gitti�ini söyledin mi?” diye sordu.
Peygamberimiz, “Evet...” deyince, Hz. Ebû Bekir, “Do�ru söylüyorsun! Senin, Allah’�n peygamberi oldu�una �ehâdet ederim!” dedi.
Peygamber Efendimiz de, bunun üzerine, “Yâ Ebû Bekir! Sen zaten s�dd�ks�n!” buyurdu.[15]
Ve o günden itibaren Hz. Ebû Bekir, “S�dd�k” diye an�lmaya ba�land�. S�dd�k: �eksiz �üphesiz do�rulayan...
MÎRACLA �LG�L� B�RKAÇ SUALE CEVAPLAR
Sual:
�u Mîrac-� Azim, niçin Muhammed-i Arabî’ye (a.s.m.) mahsustur?
El-Cevap:
Evvela: Tevrat, �ncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddese’den, pek çok tahrifata maruz olduklar� halde, �u zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir muhakkik, Nübüvvet-i Ahmediye’ye (a.s.m.) dair, 114 i�ârî be�aretleri ç�kar�p “Risale-i Hamîdeye”de göstermi�tir.
Sâniyen: Tarihçe sâbit, ��k ve Satîh gibi me�hur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediye’den (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve Ahir zaman Peygamberi o oldu�una beyanatlar� gibi çok be�aretler, sahih bir surette tarihen nakledilmi�tir.
Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbe’deki sanemlerin sukutiyle, Kisrâ-y� Fâris’in saray-� me�huresi olan eyvan� in�ikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer harika, tarihçe me�hurdur.
Râbian: Bir orduya parma��ndan gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-i azime huzurunda, kuru dire�in, minberin naklinden dolay� müfarekat-� Ahmediye’den (a.s.m.) deve gibi enin ederek a�lamas�, وَانْشَقَّ الْقَمَرُnass ile �akk-� kamer gibi, muhakkiklerin tahkikat�yla bine bâli� mûcizatla serfiraz oldu�unu tarih ve siyer gösteriyor.
Hâmisen: Dost ve dü�man�n ittifak�yla ahlâk-� hasenin �ahs�nda en yüksek derecede ve bütün muamelât�n�n �ehâdetiyle secaya-y� samiye, vazifesinde ve tebligat�nda en âlî bir derecede ve Din-i �slam’daki mehasin-i ahlâk�n �ehâdetiyle, �eriat�nda en âlî hisal-� hamide, en mükemmel derecede bulundu�una ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.
Sâdisen: Onuncu Söz’ün �kinci ��aret’inde i�aret edildi�i gibi, ulûhiyyet, mukteza-y� hikmet olarak tezahür istemesine mukabil en azamî bir derecede Zât-� Ahmediye (a.s.m.) dinindeki azamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermi�tir. Hem Hâl�k-� Âlem’in nihayet kemâldeki cemâlini bir vas�tayla göstermek, mukteza-y� hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zâtt�r.
Hem Sani-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’at� üzerine enzar-� dikkati celbetmek, te�hir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâll�k eden, yine bilmü�âhede o zâtt�r.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakat�nda vahdaniyetini ilan etmek istemesine mukabil, —tevhidin en azamî bir derecede— bütün meratib-i tevhidi ilan eden, yine bizzarure o zâtt�r.
Hem, sahib-âlemin nihayet derecede âsâr�ndaki cemâlin i�aretiyle, nihayetsiz hüsn-i zâtîsini ve cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde mukteza-y� hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en �a�aal� bir surette âyinedarl�k eden ve gösteren ve sevip ve ba�kas�na sevdiren, yine bilbedahe o zâtt�r.
Hem �u saray-� âlemin sânii, gayet harika mucizeleriyle ve gayet k�ymettar cevahirlerle dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve te�hir istemesi ve onlarla kemâlât�n� tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette te�hir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedahe o zâtt�r.
Hem �u kâinat�n sanii, �u kâinat� enva-� acayip ve zinetlerle süslendirmek suretinde yapmas� ve zî�uur mahlûkat�n� seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-y� hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalar�n�, k�ymetlerini, ehl-i temâ�â ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanilere ve melâikelere de Kur’an-� Hakîm vas�tas�yla rehberlik eden, yine bilbedahe o zâtt�r.
Hem �u kâinat�n Hâkim-i Hakîm’i, �u kâinat�n tahavvülât�ndaki maksat ve gayeyi tazammun eden t�ls�m-� mu�lâk�n� ve mevcudat�n “Nereden? Nereye? Ve ne olduklar�?” olan �u üç sual-i mü�kilin muammas�n� bir elçi vas�tas�yla umum zî�uurlara açt�rmak istemesine mukabil, en vaz�h bir surette ve en azamî bir derecede hakaik-� Kur’aniye vas�tas�yla o t�ls�m� açan ve o muammay� halleden yine bilbedahe o zâtt�r.
Hem �u âlemin Sâni-i Zülcelâl’i, bütün güzel masnuat�yla kendini zî�uur olanlara tan�tt�rmak ve k�ymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zî�uur olanlara marziyyat� ve arzu-yu �lâhîyelerini bir elçi vas�tas�yla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur’an vas�tas�yla o marziyyat ve arzular� beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zâtt�r.
Hem Rabbü’l-Âlemin, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdi�inden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya etti�inden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ oldu�undan bir rehber vas�tas�yla, yüzlerini kesretten vahdete, faniden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en azamî bir derecede en eblâ� bir surette, Kur’an vas�tas�yla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden, yine bilbedahe o zâtt�r.
��te, mevcudat�n en e�refi olan zîhayat ve zîhayat içinde en e�ref olan zî�uur ve zî�uur içinde en e�ref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmi� vezaifi en azamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o Mîrac-� Azim’le Kàb-� Kavseyn’e ç�kacak, saadet-i ebedîye kap�s�n� çalacak, hazine-i rahmetini açacak, iman�n hakaik-� gaybiyesini görecek, yine o olacakt�r.
Sâbian: Bilmü�âhede �u masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vard�r. Ve bilbedahe �öyle tahsinat ve tezyinat, onlar�n saniinde, gayet �iddetli bir irade-i tahsin ve kasd-� tezyin var oldu�unu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o sanide, san’at�na kar�� kuvvetli bir ra�bet ve kutsî bir muhabbet oldu�unu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi ve letaif-i san’at� birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve ba�ka masnuattaki güzellikleri “ma�allah” deyip istihsan eden, bilbedahe o san’at-perver ve san’at�n� çok seven saniin nazar�nda en ziyade mahbub o olacakt�r.
��te, masnuat� yald�zlayan mezaya ve mehasine ve mevcudat� ���kland�ran letaif ve kemâlâta kar��, “Sübhanallah, Ma�allah, Allahü Ekber” diyerek semâvât� ç�nlatt�ran ve Kur’an’�n na�amat�yla kâinat� velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile tefekkür ve te�hirle, zikir ve tevhidle, ber ve bahri cezbeye getiren, yine bilmü�ahede o zâtt�r.
��te, böyle bir zât ki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِs�rr�nca bütün ümmetin i�ledi�i hasenat�n bir misli, onun kefe-i mizan�nda bulunan ve umum ümmetinin salâvat�, onun mânevî kemâlât�na imdat veren ve risâletinde gördü�ü vezaifin netaicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i �lâhîyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mîrac merdiveniyle cennete, Sidretü’l-Münteha’ya, Ar�’a ve Kàb-� Kavseyn’e kadar gitmek, ayn� hak, nefs-i hakikat ve mahz-� hikmettir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 539-542)
* * *
Sual:
Bin mü�kîlât ile tayyare vas�tas�yla ancak bir iki kilometre yukar�ya ç�k�labilir. Nas�l, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarf�nda kateder, gider, gelir?
Cevap:
Arz gibi a��r bir cisim, fenninizce hareket-i senevîyesiyle bir dakikada takriben 188 saat mesafeyi keser. Takriben 25 bin senelik mesafeyi bir senede katediyor. Acaba, �u muntazam harekât� ona yapt�ran ve bir sapan ta�� gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insan� Ar�’a getiremez mi? �emsin câzibesi denilen bir kanun-u Rabbani’yle, mevlevî gibi etraf�nda pek a��r olan cism-i arz� gezdiren bir hikmet, câzibe-i rahmet-i Rahmân’la ve incizab-� muhabbet-i �ems-i Ezel’le bir cism-i insan� berk gibi ar�-� Rahmân’a ç�karamaz m�?
* * *
Sual:
Haydi, ç�kabilir. Niçin ç�km��? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter.
Cevap:
Madem Sani-i Zülcelâl, mülk ve melekutundaki âyât-� acîbesini göstermek ve �u âlemin tezgâh ve menbalar�n� temâ�â ettirmek ve amâl-i be�eriyenin netaic-i uhrevîyesini irae etmek istemi�. Elbette âlem-i mubs�rat�n anahtar� hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyât� temâ�â eden kula��n�, Ar�’a kadar beraber almas� lâz�m geldi�i gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazat�n�n makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, ta Ar�’a kadar beraber almas� muktezay-� ak�l ve hikmettir. Nas�l ki cennette, hikmet-i �lâhîyye, cismi ruha arkada� ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubudeyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar olan, cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkada� olacakt�r. Madem, cennete cisim, ruhla beraber gider; elbette, Cennetü’l-Me’va gövdesi olan Sidre-i Münteha’ya uruc eden Zât-� Ahmediye (a.s.m.) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi, ayn-� hikmettir.
Sual:
Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen muhaldir.
Cevap:
Sani-i Zülcelâl’in san’at�nda harekât, nihayet, derecede muhteliftir. Mesela, savt�n süratiyle, ziya, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefavit oldu�u malum. Seyyarat�n dahi, fennen harekât� o kadar muhteliftir ki ak�l hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda süratli olan ulvî ruhuna tâbi olmu�, ruh süratinde hareketi nas�l akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, baz� olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hatta bir dakikada insan gördü�ü rüyay�, onun içinde i�itti�i sözleri, söyledi�i kelimat� toplansa, uyan�k âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâz�md�r. Demek oluyor ki bir zaman-� vahid, iki �ahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.
�u manaya bir temsille bak ki: �nsan�n hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için �öyle bir saat farzediyoruz ki o saatte on i�ne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan altm�� defa daha geni� bir dairede dakikay� sayar. Birisi altm�� defa daha geni� bir daire içinde saniyeleri, di�eri yine altm�� defa daha geni� bir dairede saliseleri ve hakeza rabialar�, hamiseleri, sadise, sabia, samine, tasia, ta a�ireleri sayacak gayet muntazam azim bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde a�ireleri sayan ibrenin dairesi, Arz’�n medar-� senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâz�m gelir. �imdi iki �ah�s farzediyoruz: Biri, saati sayan ibreye inmi� gibi o ibrenin harekât�na göre temâ�â ediyor; di�eri, a�ireleri sayan ibreye binmi�. Bu iki �ahs�n bir zaman-� vahidde mü�âhede ettikleri e�ya, saatimizle Arz’�n medar-� senevîsi nisbeti gibi, me�hudatça pek çok farklar� vard�r. ��te, zaman —çünkü— harekât�n bir rengi, bir levni yahut bir �eridi hükmünde oldu�undan, harekâtta cârî olan bir hüküm, zamanda dahi cârîdir. ��te, bir saatte me�hudat�m�z, bir saatin saati sayan ibresine binen zî�uur �ahs�n me�hudat� kadar oldu�u hakikat-i ömrü de o kadar oldu�u halde, a�ire ibresine binen �ah�s gibi, ayn� zamanda o muayyen saatte Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Burak-� Tevfik-i �lâhîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinat� katedip acaib-i mülk ve melekutu görüp, daire-i vücub noktas�na ç�k�p, sohbete mü�erref olup, rü’yet-i cemâl-i �lâhîye mazhar olarak, ferman� al�p vazifesine dönebilir ve dönmü� ve öyledir.
* * *
Yine hat�ra gelir ki: Dersiniz: “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâkî olmuyor? Bunun emsâli var m� ki kabul edilsin? Emsâli olmayan bir �eyin, yaln�z imkân� ile vukuuna nas�l hükmedilebilir?
Biz de deriz ki: Emsâli o kadar çoktur ki hesaba gelmez. Mesela, her zînazar, gözüyle, yerden ta Neptün seyyaresine kadar bir saniyede ç�kar. Her zîilim, akl�yla, kozmo�rafya kanunlar�na binip, y�ld�zlar�n ta arkas�na bir dakikada gider. Her zîiman, namaz�n ef’al ve erkân�na fikrini bindirip, bir nevi mîracla kâinat� arkas�na at�p huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr-ü sülûkla, Ar�’tan ve daire-i esmâ ve s�fattan k�rk günde geçebilir. Hatta �eyh-i Geylani, �mam-� Rabbani gibi bâz� zâtlar�n ihbarat-� sâd�kalar�yla, bir dakikada Ar�’a kadar uruc-u ruhanileri oluyor. Hem ecsam-� nurani olan melâikelerin Ar�’tan fer�e, fer�ten Ar�’a k�sa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vard�r. Hem ehl-i cennet, mah�erden cennet ba�lar�na k�sa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar numuneler gösteriyorlar ki bütün evliyalar�n sultan�, umum mü’minlerin imam�, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan Zât-� Ahmediye’nin (a.s.m.) seyr-ü sülûkuna medar bir mîrac� bulunmas� ve onun makam�na münasip bir surette olmas�, ayn-� hikmettir ve gayet mâkuldür ve �üphesiz vâkîdir. (Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 534-536).
* * *
Sual:
Mîrac�n semerat� ve faydas� nedir?
Elcevap:
�u �ecere-i Tûba-i Mânevîye olan Mîrac’�n be� yüzden fazla meyvelerinden numune olarak yaln�z be� tanesini zikredece�iz.
Birinci Meyve
Erkân-� imaniyenin hakaik�n� gözle görüp, melâikeyi, cenneti, ahireti, hatta Zât-� Zülcelâl’i gözle mü�âhede etmek; kâinata ve be�ere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmi�tir ki: �u Kâinat�, peri�an ve fani ve karmakar���k bir vaziyet-i mevhumeden ç�kar�p, o nur ve o meyve ile o kâinat�; kutsî Mektûbat-� Samedaniyye, güzel âyine-i cemâl-i Ehadiyye vaziyeti olan hakikatini göstermi�. Kâinat� ve bütün zî�uuru sevindirip mesrur etmi�. Hem o nur ve o meyve ile be�eri; mü�evve�, peri�an, âciz, fakir, hâcât� hadsiz, a’dâs� nihayetsiz ve fani, bekas�z bir vaziyet-i dalâletkâraneden o insan� o nur, o meyve-i kutsîyye ile Ahsen-i Takvim’de, bir mucize-i kudret-i Samedaniyyesi ve mektubat-� Samedaniyyenin bir nüsha-i câmias� ve Sultan�-� Ezel ve Ebed’in bir muhatab�, bir abd-i hass�, kemâlât�n�n istihsanc�s�, halîli ve cemâlinin hayretkâr�, habibi ve cennet-i bâkîyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikîsinde göstermi�. �nsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir �evk vermi�tir.
�kinci Meyve
Sani-i mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabbü’l-Âlemin olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyyat-� Rabbâniyyesi olan �slamiyetin, ba�ta namaz, esasat�n�, cin ve inse hediye getirmi�tir ki o marziyyat� anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes, büyükçe bir velîyy-i nimet yahut muhsin bir padi�ah�n�n uzaktan arzular�n� anlamaya ne kadar arzuke� ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki “Ke�ke bir vas�ta-i muhabere olsa idi, do�rudan do�ruya o zâtla konu�sa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun ho�una gideni bilse idim” der. Acaba bütün mevcudat, kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemâlât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zay�f bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlar�na mazhar olan be�er, ne derece onun marziyyat�n� ve arzular�n� anlamak hususunda hahi�ger ve merak-âver olmas� lâz�m oldu�unu anlars�n.
��te, Zât-� Ahmediye (a.s.m.), yetmi� bir perde arkas�nda O Sultan-� Ezel ve Ebed’in marziyyat�n� do�rudan do�ruya Mîrac semeresi olarak hakkalyakîn i�itip, getirip be�ere hediye etmi�tir.
Evet, be�er, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse, hem ne kadar fedakârl�k gösterir. E�er anlasa, ne kadar hayret ve meraka dü�er. Hâlbuki kamer, öyle bir Mâlikü’l-Mülk’ün memleketinde geziyor ki kamer, bir sinek gibi küre-i arz�n etraf�nda pervaz eder. Küre-i arz, pervane gibi �emsin etraf�nda uçar. �ems, binler lâmbalar içinde bir lâmbad�r ki o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl’in bir misafirhânesinde mumdarl�k eder. ��te, Zât-� Ahmediye (a.s.m.), öyle bir Zât-� Zülcelâl’in �uunat�n� ve acaib-i san’at�n� ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmü�, gelmi�, be�ere söylemi�. ��te be�er, bu zât�, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-� ak�l ve hikmetle hareket etti�ini anlars�n.
Üçüncü Meyve
Saadet-i ebedîyenin definesini görüp, anahtar�n� al�p getirmi�, cin ve inse hediye etmi�tir. Evet, Mîrac vas�tas�yla ve kendi gözüyle cenneti görmü� ve Rahmân-� Zülcelâl’in rahmetinin bâkî cilvelerini mü�âhede etmi� ve saadet-i ebedîyeyi kat’iyen, hakkalyakîn anlam��, saadet-i ebedîyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmi�tir ki biçare cin ve ins, karars�z bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudat�, seyl-i zaman ve harekât-� zerrat ile adem ve firak-� ebedî denizine döküldü�ü olan vaziyet-i mevhume-i canh�ra�anede olduklar� hengâmda, �öyle bir müjde, ne kadar k�ymettar oldu�u ve îdam-� ebedîyle kendilerini mahkûm zanneden fani cin ve insin kula��nda öyle bir müjde, ne kadar saadet-âver oldu�u tarif edilmez. Bir adama, îdam edilece�i anda, onun aff�yla kurb-u �ahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurlar� topla, sonra bu müjdeye k�ymet ver.
Dördüncü Meyve
Rü’yet-i cemâlullah meyvesini kendi ald��� gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün oldu�unu, cin ve inse hediye getirmi�tir ki o meyve, ne derece leziz ve ho� ve güzel bir meyve oldu�unu bununla k�yas edebilirsin. Yani, her kalp sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zât� sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsan�n derecat�na nisbeten tezayüd eder, peresti� derecesine gelir, can�n� feda eder derecede muhabbet ba�lar. Yaln�z bir defa görmesine, dünyas�n� feda etmek derecesine ç�kar. Hâlbuki, bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, onun cemâl ve kemâl ve ihsan�na nisbeten, küçük birkaç lemaat�n, güne�e nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lây�k ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir i�tiyaka elyak bir Zât-� Zülcelâl-i ve’l-Kemâl’in saadet-i ebedîyede rü’yetine muvaffak olmas�, ne kadar saadet-âver ve medar-� sürur ve ho� ve güzel bir meyve oldu�unu insan isen anlars�n.
Be�inci Meyve
�nsan, kâinat�n k�ymettar bir meyvesi ve Sani-i Kâinat’�n nazdar sevgilisi oldu�u, Mîrac’la anla��lm�� ve o meyveyi, cin ve inse getirmi�tir. Küçük bir mahlûk, zay�f bir hayvan ve âciz bir zî�uur olan insan�, o kadar yüksek bir makama ç�kar�r ki kâinat�n bütün mevcudat� üstünde bir makam-� fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki tasvir edilmez. Çünkü âdi bir nefere denilse, “Sen, mü�ir oldun.” Ne kadar memnun olur. Hâlbuki, fani, âciz bir hayvan-� nât�k, zevâl ve firak sillesini daima yiyen biçare insana, birden ebedî, bâkî bir cennette, Rahîm ve Kerim bir Rahmân’�n rahmetinde ve hayal süratinde, ruhun vüs’atinde, akl�n cevelân�nda, kalbin bütün arzular�nda, mülk ve melekutunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak oldu�un gibi, saadet-i ebedîyede rü’yet-i cemâline de muvaffak olursun, denildi�i vakit, insaniyeti sukut etmemi� bir insan ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kalbinde hissedece�ini tahayyül edebilirsin. Sana iki küçük temsille bir iki meyvenin derece-i k�ymetini gösterece�iz.
Mesela: Seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki her �ey bize ve birbirine dü�man ve bize yabanc�. Her taraf müthi� cenazelerle dolu. i�itilen sesler yetimlerin a�lay���, mazlumlar�n vaveylâs�d�r. ��te, biz, �öyle bir vaziyette oldu�umuz vakitte, biri gitse, o memleketin padi�ah�ndan bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabanc� olanlar ahbap �ekline girse. Dü�man gördü�ümüz kimseler, karde�ler suretine dönse. O müthi� cenazeler, hu�û ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr �eklinde görünse. O yetimane a�lay��lar, senakârane “Ya�as�nlar!” hükmüne girse. Ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar, terhisat suretine dönse. Kendi sürurumuzla beraber herkesin süruruna mü�terek olsak, o müjde ne kadar mesrurane oldu�unu elbette anlars�n. ��te, Mîrac-� Ahmediye’nin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u imandan evvel �u kâinat�n mevcudat�, nazar-� dalâletle bak�ld��� vakit, yabanc�, muz�r, müz’iç, muvahhi� ve da� gibi cirmler birer müthi� cenaze; ecel, herkesin ba��n� kesip ademâbâd kuyusuna atar. Bütün sadâlar, firak ve zevâlden gelen vaveylâlar oldu�u halde, dalâletin öyle tasvir etti�i hengâmda; meyve-i Mîrac olan hakaik-� erkân-� îmâniye nas�l mevcudat� sana karde�, dost ve Sâni-i Zülcelâl’ine zâkir ve müsebbih ve mevt ve zevâl, bir nevi terhis ve vazifeden azat etmek ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde oldu�unu sana gösterir.
�kinci Temsil: Seninle biz, sahra-y� kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi f�rt�nas�nda, gece o kadar karanl�k oldu�undan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me’yus ve ümitsiz bir vaziyette oldu�umuz dakikada, birden bir zât, o karanl�k perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbâlimiz temin edilmi�, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmu�, yiyecek ve içecek ihzar edilmi� bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
��te, o sahra-y� kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-� zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkalanan mevcudat ve biçare insand�r. Her insan, endi�esiyle kalbi da�dar olan istikbâli, müthi� zulümat içinde, nazar-� dalâletle görüyor. Feryad�n� i�ittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. ��te, semere-i Mîrac olan marziyyat-� �lâhîyye ile �u dünya, gayet kerim bir zât�n misafirhânesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurlar�, istikbâl dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi �irin ve saadet-i ebedîye gibi parlak göründü�ü vakit ne kadar ho�, güzel, �irin bir meyve oldu�unu anlars�n. (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 544-547).
_____________________________________________
[1] “�srâ”, gece yürüyü�ü ve yolculu�u demektir.
[2] Mîrac, “Yükse�e ç�kmak” manas�na olan “uruç”tan al�nm�� isimdir ve “merdiven” demektir. Bu itibarla Mîrac, Resûl-i Ekrem Efendimizin yeryüzünden ulvî makamlara yükselme vas�tas� demek oluyor. Mîrac� anlatan hadislerde Peygamber Efendimizin “Urîce bi (Yükse�e ç�kar�ld�m)” tâbiri sebebiyle bu mûcize “Mîrac” ad�yla an�lm��t�r.
[3] Mescid-i Haram: Mekke Mescidi’dir ki Kâbe-i Muazzama’n�n etraf�nda ve Kâbe’yi içine alan bugünkü tavaf sahas�d�r. Bu mübarek sahaya “Harem-i �erif” de denilir. “Harem” denilmesi, bu sahaya hürmet göstermenin vacip olmas� sebebiyledir.
[4] Mescid-i Aksâ: Kudüs Mescidi’dir. Di�er bir ad� “Beyt-i Makdis”tir. Yeryüzünde ilk defa Kâbe, ondan sonra Mescid-i Aksâ bina k�l�nm��t�r. Mescid-i Haram’dan yaya yürüyü�üyle bir ayl�k uzakl�ktad�r.
[5] �srâ, 1.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 536-539.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 525.
[8] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 38.
[9] Müslim, Sahih, c. 1, s. 102.
[10] Sultan-� ma za�a’l-basar, “gözü gördü�ünden �a�mayan sultan” demektir. Burada, Peygamber Efendimiz kastediliyor. Çünkü Kur’an-� Kerim ayn� hakikati ifade ediyor: ”Peygamberin gözü gördü�ünden �a�mad� ve onu a�mad�.” (Necm, 17)
[11] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 50; Buharî, Sahih, c. 2, s. 328; Müslim, Sahih, c. 1, s. 101.
[12] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 43-44.
[13] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 44.
[14] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 215; Müslim, Sahih, c. 1, s. 108.
[15] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 40; �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 170.
PEYGAMBER�M�Z�N KAB�LELER� �SL�MA D�VET�
Resûl-i Ekrem, Taiflilerin insafs�z ve âdice hücum ve hakaretlerine hedef oldu�unda ve Mekke’ye döndü�ünde mü�riklerin daha da �iddetli muhalefet ve eziyetleriyle kar�� kar��ya kald��� halde, iman ve �slam’� tebli�den bir an bile geri durmad�. Aksine, Taif dönü�ü, �slam’a davet dairesini daha da geni�letti ve kabileleri �slam’a davete ba�lad�.
Bir davan�n h�zla inti�ar�, �üphesiz, sa�lam ve seviyeli müntesiplerinin çoklu�uyla do�ru orant�l�d�r. Resûl-i Ekrem de bu gerçe�i göz önünde bulundurarak, hem imana davet etmek, hem de Kurey� mü�riklerine kar�� bir kuvvet olarak kullanmak gayesiyle hac mevsiminde Mekke etraf�nda konaklam�� bulunan Arap kabileleri aras�nda dola��yordu.
Görü�tü�ü kabile ileri gelenlerinin her biri, ayr� ayr� bahaneler ileri sürerek �slam’a girmekten uzak duruyorlard�. �çlerinde Müslüman olma arzusunu izhar edenler var idiyse de, bunlar�n �slam saf�na kat�lmalar�na engel olunuyordu.
�slam’a davet edilen baz� kabileler ise, davete icabet etmedikleri gibi, Efendimize hakaretvâri sözler de söylüyorlard�.
Resûlullah’�n dola�t��� yerlere mü�rikler de gidiyor, onu adeta bir gölge gibi takip ediyorlard�. Kabile fertlerinin �slamiyetten uzak durmalar�nda, �üphesiz, mü�riklerin menfi, yalan ve iftira üzerine kurulu propagandalar�n�n büyük rolü vard�.
Resûl-i Ekrem, her sene belirli mevsimlerde kurulan Ukaz, Mecenne, Zü’l-Mecaz panay�rlar�n� (bir nevi fuar) gezmeyi, buraya gelmi� bulunan kabilelerle görü�meyi, halk�na Kur’an okuyup onlar� �slam’a davet etmeyi asla ihmâl etmezdi. Ne var ki o, bu kutsî gayeyle halk aras�nda dola��rken, Ebû Leheb de ard� s�ra geziyor ve “Muhammed, atalar�n�n dininden döndü, yalanlar uyduruyor; ona kanmay�n!” diyor, halk�n kendisiyle temas etmesine mani olmaya çal���yordu.
Peygamber Efendimiz, kabileler aras�nda dola��p tebli� vazifesinde bulunurken, kabilenin bütün fertleriyle de�il, ço�u zaman sadece ileri gelenleri, reisleriyle görü�üyor, konu�uyor ve �slam’� onlara anlat�yordu. Çünkü kabile fertlerinin, reislerine sars�lmaz bir ba�l�l�k ve hürmetleri vard�. Reislerinin �slam’� benimsemesi demek, tamam�n�n mü’minler saf�nda yer almas� demekti. Bu bak�mdan Allah Resûlü, k�sa yoldan netice elde edebilecek metodu takip ediyordu.
Resûl-i Ekrem’in bu tarz bir usûl takip etmesinde, hak ve hakikati tebli�de mühim bir prensibi tespit etmi� oluyoruz: Hak ve hakikate davete, mümkünse önce beldenin ileri gelenlerinden, hat�r� say�l�r ve herkesin sayg�s�n� kazanm�� kimselerden ba�lamal�d�r. Bir beldenin veya bir kabilenin ileri gelenlerinin hak ve hakikati kabul etmesi, �üphesiz halk�n da süratle ayn� davay� benimsemesini kolayla�t�racakt�r!
MED�NEL� �LK MÜSLÜMANLAR
Bi’setin 11. senesi hac mevsimi idi.
Mekke’ye yar�madan�n muhtelif yerlerinden birçok hac� namzedi gelmi�ti. Bunlar aras�nda Medine halk�ndan da baz� kimseler vard�.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hac mevsiminde âdetleri oldu�u üzere kabileler aras�nda dola��p onlar� �slam dinine davet ederken, Akabe mevkii yak�n�nda alt� ki�iden ibaret olan bu Medineli kafileye rastgeldi. Onlara, “Siz kimsiniz?” diye sordu.
“Hazreç kabilesindeniz” diye cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz, “Yahudilerin kom�u ve müttefiklerinden misiniz?” diye sordu.
“Evet...” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Otursan�z da, sizinle biraz konu�sak olmaz m�?” dedi.
“Olur” deyip oturdular.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, onlar� Allah’�n varl�k ve birli�ine imana ça��rd�. �brahim Suresi’nden bir bölüm tilavet buyurdu ve onlar� �slam dinine davet etti.[1]
Onlar, “Gâlib �bn Fihr (Peygamberimizin 9. dedesi) evlad�ndan bir peygamber gelecek” diye kendi ihtiyarlar�ndan i�itirlermi�.
Ayr�ca Medine’de oturan Yahudiler ile iki karde�ten türemi� Hazreç ve Evs kabileleri aras�nda eskiden beri devam edegelen bir husumet ve anla�mazl�k vard�. Kâh bar���rlar, kâh bozu�urlard�.
Yahudiler, ehl-i kitap ve ilim sahibi idiler; Evs ve Hazreçliler ise Allah’a �erik ko�ar, puta taparlard�.
Ne zaman Yahudilerle aralar� aç�lsa, Yahudiler onlara, “Beklenen peygamber gelmek üzeredir. Gelince, biz ona tâbi olacak, �rem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü kaz�yaca��z!” der, dururlard�.
Bu sefer Resûl-i Kibriya Efendimiz, onlar� �slam’a davet edince, birbirlerine bak��t�lar ve aralar�nda, “Vallahi, bu bize, Yahudilerin gelece�ini haber verdikleri peygamber olsa gerektir! Sak�n, Yahudiler ona inanmakta bizi geçmesinler!” diye konu�arak hemen iman ettiler ve Peygamber Efendimizin huzurunda kelime-i �ehâdet getirdiler.[2]
Sonra da Resûl-i Kibriya Efendimize hitaben �öyle konu�tular:
“Kavmimiz birbirlerine kin ve dü�manl�k besledikleri gibi, ba�ka bir kavimle de aralar�nda kötülük ve dü�manl�k vard�r. Umulur ki Allah, onlar� da sâyenizde bir araya toplar. Biz hemen dönüp, onlar� da senin anlatt�klar�na davet edece�iz. E�er Allah, onlar� bu din üzerinde bir araya getirir, birle�tirirse, senden daha aziz ve �erefli bir kimse olamaz!”[3]
Resûl-i Kibriya Efendimizin davetine icabet edip �slamiyetle mü�erref olan Medineli ilk alt� zât �unlard�:
Ebû Ümâme Es’ad b. Zürâre
Avf b. Hâris,
Rafi’ b. Mâlik,
Ukbe b. Âmir,
Cabir b. Abdullah b. Riab.[4]
Bu alt� zât, kabileleri taraf�ndan hat�r� say�l�r ve sevilir kimselerdi. Bu sebeple, Medine’ye dönüp, akrabalar�na Peygamber Efendimizi anlat�p, onlar� �slam’a davet edince �slamiyet, Medine içinde bir anda yank� yapt�. Allah ve Resûlullah sadâs� �ehrin ufuklar�n� sard�. �ehirde, Peygamberimiz ve �slam’�n an�lmad��� ev hemen hemen kalmam�� gibiydi!
Böylece, Medine’ye, �slam nurundan par�lt�lar götürme bahtiyarl���na bu alt� zât ermi�ti. Medine’ye par�lt�lar� ula�an ebedî nur, art�k birdenbire burada parlayacak ve k�sa bir zaman sonra �ehri, �slam devletinin merkezi haline getirecekti.
______________________________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 70; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 217; Taberî, Tarih, c. 2, s. 234.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 70; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 217; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234.
[3] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 71; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234.
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 71; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 218-219; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 234-235.
AKABE B�ATLARI VE MED�NE'DE �SLAMIN YAYILMASI
(Bi’setin 12. senesi / Milâdî 621)
Bi’setin 11. y�l�nda Akabe mevkiinde �slamiyetle �ereflenen alt� Medineli, bir sene sonra ayn� yerde bulu�acaklar�na dair Resûl-i Ekrem Efendimize söz vermi�lerdi. �lk görü�melerinin üzerinden bir sene geçip hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce �slam’la �ereflenmi� bulunan alt� ki�inin de bulundu�u Medineli 12 ki�ilik bir kafile Mekke’ye ç�k�p geldi. Akabe denen küçük ve dar vadide bir gece vakti, gizlice Resûl-i Ekrem’le bulu�arak görü�tüler. Bu görü�me sonunda da:
a) Allah’a hiçbir �eyi e� ve ortak ko�mamak,
b) H�rs�zl�k yapmamak,
c) Zinada bulunmamak,
d) Çocuklar�n� öldürmemek,
e) Kimseye iftira etmemek,
f) Hiçbir hay�rl� i�e kar�� ç�kmamak,
üzere Peygamber Efendimize bîat ettiler.[1]
Bu bîattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben �öyle konu�tu:
“Sizden, verdi�i sözde duran�n ücret ve mükâfat�n� Allah, tekeffül etmi�, onlara cennet haz�rlam��t�r! Kim, insanl�k icab� bunlardan birini i�ler de ondan dolay� dünyada cezaya u�rat�l�rsa, bu ona keffaret olur! Kim de, yine bunlardan, insanl�k haliyle birini irtikâb eder de i�ledi�i o �eyi Allah gizler, aç��a vurmazsa, onun i�i de Allah’a kal�r. Dilerse onu ba���lar, dilerse azaba u�rat�r!”[2]
Ayr�ca bu Müslümanlar, Resûl-i Ekrem’le aralar�nda �u �ekilde bir anla�ma da akdettiler:
“Gerek s�k�nt� ve darl�kta ve gerekse refah ve sevinç halinde (söz) dinlemek ve itaat etmek (ba�ta gelir.) Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaks�n ve senin hiçbir iyi hareketinde sana kar�� itaatsizlik etmeyece�iz.”[3]
�lk Akabe Biat�nda bulunanlar�n yapmayacaklar�na dair söz verdikleri —yukar�daki— hususlar, huzurlu bir cemiyet hayat�n�n temelini te�kil eden unsurlard�r. Bu çirkin hareketlerin hâkim oldu�u cemiyetlerde elbette emniyet ve âsâyi� olamazd�.
Akabe Biat�n�n yap�ld��� yer ve Akabe Mescidi
�nsanl��� huzur ve saadete kavu�turmak ve cemiyet hayat�n� âsâyi� temeli üzerine oturtmak için gelen �slam, elbette bu hususlar� vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta müntesiplerinden kesin söz alacakt�.
Bîatta Bulunanlar
Bu ilk Akabe Biat�nda bulanan Medineli 12 Müslüman �unlard�:
1) Es’ad b. Zürâre, 2) Avf b. Hâris, 3) Muaz b. Hâris, 4) Rafi’ b. Mâlik, 5) Zekvan b. Kays, 6) Ubâde b. Sâmit, 7) Yezid b. Sa’lebe, 8) Abbas b. Ubâde, 9) Kutbe b. Âmir, 10) Ukbe b. Âmir, 11) Uveyn b. Saide, 12) Ebu’l-Heysem Mâlik b. Teyyihan.[4]
Medineli bu Müslümanlar, görü�melerden sonra yurtlar�na geri döndüler. Orada kendi kabileleri aras�nda �slam’�n nurunu ve sesini duyurmaya ve yaymaya devam ettiler.
Mus’ab b. Umeyr’in Gönderilmesi
Bir müddet sonra, Medineli Müslümanlar, Resûlullah’tan kendilerine �slam âdab ve erkân�n� ö�retecek bir Kur’an muallimi göndermesini istediler. Resûl-i Ekrem, onlar�n bu tekliflerini, f�traten oldukça nâzik ve medenî, ayn� zamanda güzel bir simaya sahip, Kurey�’in e�raf�ndan genç sahabe olan Mus’ab b. Umeyr Hazretlerini göndererek derhal yerine getirdi.[5]
�SLAM NURU MED�NE’DE PARLIYOR
Esad b. Zürâre Hazretleri, Medineli Müslümanlar�n bir nevi önderli�ini yap�yordu. Bu sebeple genç sahabe, Kur’an muallimi Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Medine’ye gelince, onun evinde kalmaya ba�lad�. Art�k bu ev, Müslümanlar�n bulu�malar� için merkezî bir yer te�kil ediyordu.
Bizzat Resûl-i Kibriya’dan dersini alm�� bulunan Hz. Mus’ab, zaman� ve �artlar� çok iyi de�erlendirebilen, f�rsatlar� çok güzel kullanabilen bir sahabe idi. Bütün gayret ve himmetini, Medine’de �slam’�n yay�lmas�na hasretmi�ti. Kabilelerin hat�r� say�l�r kimseleriyle görü�üyor, konu�uyor, onlara “Kavl-i Leyyîn”le �slam’� anlat�yordu.
Üseyd B. Hudayr ile Sa’d B. Muaz’�n Müslüman Olmas�
Medineli Müslümanlar�n Kur’an muallimi Hz. Mus’ab b. Umeyr, onlar�n reisleri olan Es’ad b. Zürâre (r.a.) evinde kal�yor ve �slam’� tebli� ve yayma hizmetini buradan yürütüyordu.
Medine’de birçok kimse Müslüman olmu�tu, ama �slam’�n daha da h�zl� inti�ar� için baz� maniler vard�. Evs kabilesinin Reisi Sa’d b. Muaz ile yine reislerden bulunan Üseyd b. Hudayr, henüz Müslüman olmam��lard�. Onlar�n bu durumu haliyle halka da tesir ediyordu.
Sa’d b. Muaz, Esa’d b. Zürâre Hazretlerinin halas�n�n o�lu idi.
Bir gün Mus’ab ile Es’ad Hazretleri, Benî Zafer’e âit bir evin bostan�ndaki Merak kuyusunun ba��nda oturmu�, sohbet ediyorlard�. Etraflar�nda Müslümanlardan da birçok kimse vard�.
Bu s�rada elinde m�zra�� oldu�u halde, Üseyd b. Hudayr yanlar�na ç�kageldi. Hiddet ve �iddetle, “Siz, bize neye geldiniz? Birtak�m akl� ermez ve zay�f kimseleri aldat�p azd�r�yorsunuz! Hayat�n�zdan olmak istemiyorsan�z, derhal buradan ayr�l�n!” dedi.
Hz. Mus’ab, “Hele biraz dur, otur! Sözümüzü dinle, maksad�m�z� anla! Be�enirsen kabul edersin, be�enmezsen o zaman engel olursun” diye gayet nâzikçe mukabelede bulundu.
Üseyyid, “Do�ru söyledin!” dedi ve m�zra��n� yere saplayarak yanlar�na oturdu.
Hz. Mus’ab, ona �slamiyet hakk�nda bir konu�ma yapt� ve Kur’an-� Kerim okudu.
Üseyyid kendisini tutamayarak, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz!” diye konu�tu ve “Bu dine girmek için ne yapmal�?” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona �slam’� anlatt�. O da �ehâdet kelimesini getirerek �slamiyetle mü�erref oldu.[6]
Sonra da, “Ne yapt�n?” diye sordu.
Üseyyid �öyle konu�tu:
“O iki adama, söylenmesi gerekeni söyledim! Vallahi, ben onlardan bir itaatsizlik, bir inat görmedim!”
Sa’d b. Muaz, “Vallahi, sen de beni tatmin edici bir malumat getirmedin” dedi ve do�ruca Mus’ab ile Esa’d’�n (r.a.) yan�na vard�. Hiddetli hiddetli, “Ey Es’ad! E�er seninle aram�zda akrabal�k olmasa, böyle kabilemiz içine soktu�unuz çirkin i�lere sab�r ve tahammül edemezdim!” diye tekdir ve tehdit etti.
Mus’ab (r.a.) ayn� �ekilde ona da, “Hele biraz durunuz! Oturup dinleyiniz! Anlay�n�z da... Be�enirseniz kabul edersiniz, be�enmezseniz biz de size çirkin gördü�ünüz i�i tekliften vazgeçeriz” diye nâzikçe cevap verdi.
Onun üzerine, Sa’d oturdu ve Hz. Mus’ab’�n sözlerini dinlemeye ba�lad�.
Hz. Mus’ab, ona, �slam dininin ne demek oldu�unu anlatt� ve Zuhruf Suresi’nin ba� k�s�mlar�ndan okudu.
Kur’an okunurken, Sa’d’�n yüzü birdenbire de�i�iverdi. Simas�nda iman alâmetleri bir anda belirdi. Dinledikleri, o âna kadar duymad���, bilmedi�i �eylerdi. Kur’an’�n e�siz belâgati ve tatl� üslûbu kar��s�nda derhal, “Siz bu dine girerken ne yap�yordunuz?” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona �slam dininin esas ve âdab�n� anlatt�. O da orada �ehâdet getirerek Müslüman oldu.[7]
Sonra da kendi kavmi olan Benî Abdü’l-E�hel cemaatinin yan�na döndü. Onlara, “Ey topluluk! Beni nas�l biliyorsunuz?” diye sordu.
“Sen bizim büyü�ümüz, en üstünümüzsün” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Sa’d Hazretleri, “Öyle ise siz de Allah Resûlüne iman etmelisiniz” dedi ve ilave etti: “�man etmedikçe sizin erkek ve kad�nlar�n�zla konu�mak bana haram olsun!”
Bu söz üzerine, Benî Abdü’l-E�hel a�ireti içinde o gün iman etmedik hiç kimse kalmad�.
Es’ad b. Zürâre Hazretleri de, Mus’ab’la (r.a.) birlikte evine döndü.
Art�k Mus’ab Hazretleri, Medine’de �slam’� tebli� ve ne�irde yaln�z de�ildi. Evs ve Hazreç kabilelerinin reisleri de yan�nda yer alm��lard�. Olanca gayretleriyle �slam’�n yay�lmas�na çal���yorlard�.
Yine �slam’� tebli� ve ne�ir merkezi, Es’ad b. Zürâre Hazretlerinin evi idi. Mus’ab ile Sa’d b. Muaz Hazretleri, el ele vererek, burada insanlar� hak dine davetle me�gul oluyorlard�.
K�sa zamanda �slamiyet, Medine’de büyük bir inki�af kaydetti. Öyle ki Evs ve Hazreç kabileleri içinde Benî Ümeyye b. Zeyd’in hânesinden ba�ka �slam ve Kur’an nuruyla ayd�nlanmayan ev kalmad�. Bir müddet sonra bu evde de �slam’�n nuru parlamaya ba�lad�!
�K�NC� AKABE B�ATI
(Bi’setin 13. senesi / Milâdî 622).
Bu senenin hac mevsiminde Kur’an muallimi Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, hem Medine’deki �slamî geli�meyi bizzat Peygamber Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kad�n yetmi� be� Müslümanla Mekke’ye geldi.
Bunlar� temsilen bir grup, Mescid-i Haram’da amcas� Hz. Abbas’la oturan Resûl-i Ekrem Efendimizin yan�na vard�lar ve �u teklifte bulundular:
“Yâ Resûlallah! Biz oldukça kalabal���z. Seni yan�m�za almak, size yard�mc� olmak, u�runuzda can�m�z� feda etmek, �ahs�m�z� korudu�umuz �eylerden zât�n�z� da esirgemeyip korumak üzere söz birli�i etmi� bulunuyoruz! Bu hususta sizinle daha geni� konu�mak için nerede bulu�al�m?”
Resûl-i Kibriya, yine Akabe’de bulu�may� uygun gördü.
Bu bulu�ma, gece yar�s� olacak ve kimseye duyurulmayacakt�. Hatta karargâhlar�ndan ayr�l�rken ve dikkatleri çekmemek için küçük küçük gruplar halinde Akabe’ye geleceklerdi.[8]
Medineli Müslümanlar, bu tâlimat gere�i gece yar�s� hiç kimseye hissettirmeden ve kimsenin dikkatini çekmeden Akabe yan�ndaki vadide bir araya geldiler.
Peygamber Efendimiz de buraya, henüz Müslüman olmam�� amcas� Hz. Abbas’la geldi. Hz. Abbas’�n maksad�, ye�enini bu mühim meselede yaln�z b�rakmamak, yap�lanlar� ve verilen sözleri bizzat görüp i�itmekti.
Önce, Hz. Abbas söz ald�. Medineli Müslümanlara hitaben, Allah Resûlünü koruma hususunda kendilerine güvenleri varsa bu i�e giri�meleri, aksi takdirde daha �imdiden bu i�ten vazgeçmeleri gerekti�ini belirten bir konu�ma yapt�.
Ancak Medineli Müslümanlar, bizzat Resûlullah’�n konu�mas�n� istiyorlard�. “Yâ Resûlallah! Sen de konu�! Kendin ve Rabbin için arzu etti�in ahdi al” dediler.
O esnada Medineli Müslümanlar�n önderi durumunda olan Es’ad b. Zürâre Hazretleri, Resûlullah’tan konu�mak için müsaade ald� ve “Yâ Resûlallah!” dedi. “Her davetin bir yolu var: O yol ya kolay olur ya da zor! Bugün senin yapt���n davet, insanlar�n çok zor kabul edecekleri çetin bir davettir! Sen, bizi takip etti�imiz dini b�rakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin. Bu, çok güç ve zor bir i�ti. Buna ra�men biz bu teklifini kabul ettik. Biz yurdumuzda, �erefli ve her tecavüzden korunmu�, orada de�il kavminden ayr�lan ve amcalar� taraf�ndan dü�manlar�na teslim edilmek istenilen bir zât�n, hatta kendimizden ba�ka hiç kimsenin de hâkim olmak için göz dikemeyece�i bir cemaattik. Bu çok zor bir i� oldu�u halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik! Hâlbuki, bütün bunlar —Allah Teâlâ, do�ru yolu bulma azmini ve sonunda hayra ula�ma ümidini ihsan etmedikçe— insanlar�n hiç de ho�lanacaklar� �eylerden de�ildi. Fakat biz bunlar� dillerimizle ikrar, kalplerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak suretiyle kabul ettik! Allah’tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz! Biz, Rabbimize ve Rabbine bîat ediyoruz! Allah’�n kudret eli, ellerimizin üzerindedir! Kanlar�m�z kan�nla, ellerimiz elinledir! Kendimizi, evlatlar�m�z�, kad�nlar�m�z� esirgeyip korudu�umuz �eylerden seni de esirgeyip koruyaca��z! E�er bu ahdimizi bozarsak, Allah’�n ahdini bozan bedbaht insanlar olal�m!”
Es’ad b. Zürâre Hazretleri, konu�mas�n�n sonunu �öyle ba�lad�:
“Yâ Resûlallah! Kendin için arzu etti�in ahdini bizden al, Rabbin için de istedi�in �art� ko�!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce onlara Kur’an-� Kerim’den baz� ayetler okudu. Onlar� Allah’a davet, �slamiyete te�vik ettikten sonra da kendisi ve Rabbi için arzu etti�i hususlar� �öyle s�ralad�:
“Yüce Allah için size söyleyece�im �art�m �udur:
“O’na hiçbir �eyi e� ve ortak ko�madan ibadet etmeniz. Namaz� k�lman�z, zekât� vermenizdir.
“Kendim için isteyece�im ise �udur:
“Allah’�n peygamberi oldu�uma �ehâdet etmeniz; kendinizi, çocuklar�n�z� ve kad�nlar�n�z� korudu�unuz �eylerden beni de koruman�z.”[9]
Bu s�rada, Abdullah b. Revâha söz alarak, “Yâ Resûlallah! Bunlar� söyledi�iniz tarzda yaparsak bize ne var?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Cennet var!” diye cevap verdi.
Bu cevab� al�nca, gözlerinde parlayan p�r�l p�r�l sevinçlerini, “O halde bu, kazançl� ve kârl� bir al�� veri�tir!”[10]diyerek sözleriyle de teyit ettiler.
Sonra Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah! Sana ne yolda bîat edelim, söz verelim?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Allah’tan ba�ka ilâh bulunmad���na ve benim de Allah’�n Resûlü oldu�uma �ehâdet getirerek, namaz� k�laca��n�za, zekât� verece�inize, ne�eli ne�esiz zamanlar�n�zda sözlerime itaat edece�inize, emirlerime tamam�yla boyun e�ece�inize; darl�kta da varl�kta da muhtaçlara yard�mda bulunaca��n�za; hiçbir k�nay�c�n�n k�namas�ndan korkmaks�z�n Allah yolunda, Allah için hak ve gerçe�i söyleyece�inize, iyili�i emredip kötülükten al�koyaca��n�za bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz! �ahs�ma gelince... Bana her yönden yard�m edece�inize; yan�n�za vard���mda kendinizi, kad�nlar�n�z� ve çocuklar�n�z� esirgeyip korudu�unuz �eylerden beni de esirgeyip koruyaca��n�za kat’î söz vermelisiniz!”[11]dedi.
On �ki Temsilci
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, onlara, “Aran�zdan, her hususta kavimlerinin benim yan�mda temsilcisi olacak on iki ki�i seçiniz. Mûsa da, �srailo�ullar�ndan on iki temsilci alm��t�”[12]buyurdu.
Medineli Müslümanlar, Hazreç kabilesinden dokuz, Evslilerden de üç temsilci seçtiler.
Hazreçlilerden seçilen zâtlar �unlard�:
1) Ebû Ümâme Es’ad b. Zürâre, 2) Sa’d b. Rebî’, 3) Râfi’ b. Mâlik, 4) Abdullah b. Ravâha, 5) Abdullah b. Amr, 6) Bera b. Marur, 7) Sa’d b. Ubâde, 8) Ubâde b. Sâmit, 9) Münzir b. Amr.
Evslileri ise �u zâtlar temsil edecekti:
1) Useyyid b. Hudayr, 2) Sa’d b. Hayseme, 3) Ebu’l-Haysem Mâlik b. Tayyihan.[13]
Bu temsilcilerin hepsi de Medine’nin ileri gelen, hat�r� say�l�r kimseleri ve okuma yazmas�n� bilen âlim zâtlard�.
Peygamber Efendimiz, seçilen temsilcilere, “Havarîler, Meryemo�lu �sa’ya kar�� kavimlerinin kefili olduklar� gibi, siz de sizden olanlar�n kefilisiniz, ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim”[14]dedi.
Onlar da, “Evet” deyip tasdik ettiler.
Ayr�ca Resûl-i Ekrem Efendimiz, on iki temsilci seçildikten sonra Es’ad b. Zürâre Hazretlerini de, seçilen on iki temsilcinin ba�kan� tayin etti.
Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konu�up, bîat�n ehemmiyetini anlatt�lar ve onlar� Resûlullah’a bîata haz�rlad�lar.
Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübarek ellerini uzatt�. Medineliler teker teker bîat ettiler. Sadece iki kad�na Efendimiz elini vermedi ve onlar� da kendisine bîat etmi� kabul etti.
Yap�lan bîat, bir manada Medineli ve Mekkeli Müslümanlar aras�nda bir ittifakt�.
Mü�riklerin Durumu Sezmeleri!
Bîat, gecenin karanl���nda, ça�r�lanlar�n d���nda kimsenin göremeyece�i tenha bir yerde cereyan etmi�ti.
Buna ra�men, bîat biter bitmez kulaklar�na bir ses geldi: “Ey Kurey�! Muhammed ile atalar�n�n dininden ç�km�� Medineliler, sizinle sava�mak için toplan�p sözle�tiler!”
Gecenin karanl�k ve sükûtunu y�rtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telâ� sard�.
Bu ses, Münebbih b. Haccac’�n sesine benziyordu. Resûl-i Ekrem, “Derhal konak yerlerinize dönünüz!” emrini verdi.
O s�rada Medineli Abbas b. Ubâde, “Yâ Resûlallah! �stersen sabah olur olmaz k�l�çlar�m�z� k�n�ndan s�y�r�r ve Mina’da bulunan halk�n üzerine yürür, onlar� k�l�çtan geçiririz!” diyerek konu�tu.
Ancak Resûl-i Ekrem, henüz sab�r silah�n� kullanmakla vazifeliydi. �öyle buyurdular:
“Hay�r, hay�r... Bize henüz bu �ekilde hareket etmemiz emrolunmad�. Hepiniz yerlerinize dönünüz.”[15]
Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.
Sabah olunca, durumu sezmi� bulunan Kurey�li mü�rikler, kendilerince mahiyeti henüz meçhul bulunan hadiseyi tam ö�renmek üzere tahkike ba�lad�lar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular. Ancak onlar�n böyle bir meseleden haberleri olmad���ndan dolay� yemin ederek, “Böyle bir �ey olmad�. Biz, böyle bir �ey bilmiyoruz” dediler.
Medineli Müslümanlar ise, do�ru yolun sükût oldu�unu dü�ünerek, tek kelime konu�muyorlard�!
Kurey�li mü�rikler, bu sefer Abdullah b. Übey b. Selûl’e gidip sordular. O da ayn� �ekilde, “Bu, büyük bir i�tir! Böyle bir �ey olmam��t�r! Söylenenler bo� lâf olsa gerek! Kavmim, bana böyle bir �ey dan��mad�. Onlar, Yesrib’de iken bana dan��madan hiçbir i� yapmazlard�” dedi.
Bunun üzerine Kurey�li mü�rikler, Medineli putperestlerin bu hususta herhangi bir bilgileri olmad��� kanaatine vard�lar.
�ayet Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Bu i�i sizden ba�kas�na duyurmay�n” dememi� olsayd� ve Medineli Müslümanlar da bu i�i mü�rik hem�ehrilerinden gizlememi� olsalard�, elbette bu olay Mekkeli mü�riklere onlar taraf�ndan duyurulacak ve kuvvetli ihtimalle orada Müslümanlar�n ba��na büyük bir gaile aç�lacakt�. Belki de, Medine’ye henüz aç�lm�� bulunan �slamiyet için büyük bir mani ortaya ç�kacakt�.
Hac mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar da yurtlar�na geri dönmek üzere yola koyuldular.
Medineli Müslümanlar�n Mekke’den ayr�l��lar�ndan az zaman sonra, mü�rikler böyle bir anla�man�n cereyan etmi� oldu�unu ö�rendiler. Derhal Müslümanlar� takibe koyuldular. Ancak Medineliler çoktan o civardan uzakla�m�� bulunuyorlard�. Sadece iki ki�iyi yakalayabildiler: Sa’d b. Ubâde ve Münzir b. Amr... Bu iki zât her nas�lsa Medine kafilesinden geri kalm��lard�. Daha sonra Münzir Hazretleri bir yolunu bulup ellerinden kurtuldu. Mü�rikler, sadece Sa’d b. Ubâde’yi Mekke’ye getirdiler ve adeta h�nçlar�n� bu sahabeden almak istercesine kendisine eza ve i�kencelerde bulundular. Sonunda, Sa’d b. Ubâde Hazretleri, kendisini daha önceden tan�yan ve Medine’den geçerken evinde misafir olan iki mü�rik taraf�ndan himâyeye al�narak bu eziyet ve i�kencelerden kurtuldu.
Yurtlar�na dönen Medineli Müslümanlar, art�k dört gözle muhacirleri ve Resûl-i Zî�an Efendimizin yolunu bekliyorlard�!
______________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 75-76; Taberî, Tarih, c. 2, s. 235.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 75-76; �bn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 220; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 235.
[3] Doç. Dr. Sâlih Tu�, �slam Vergi Hukukunun Ortaya Ç�k���, s. 27 (Ank. 1963).
[4] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 73; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 220.
[5] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 76; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 220.
[6] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 77-78; �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 420; Taberî, Tarih, c. 2, s. 236.
[7] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 78-79; �bn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 420; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 236-237; �bn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 160; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 170-171.
[8] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 83-84; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 221; Taberî, Tarih, c. 2, s. 228.
[9] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 84; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 222; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 238; �bn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 163; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 174-175.
[10] Taberî, Tarih, c. 2, s. 239; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 175.
[11] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 97; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 175.
[12] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 85; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 222; Taberî, Tarih, c. 2, s. 239; �bn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 164; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 176-177.
[13] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 86-87; �bn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 164.
[14] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 88; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 223.
[15] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 90; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 223.
MED�NE'YE H�CRET�N BA�LAMASI
Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar aras�nda cereyan eden Akabe bîatlar� ve yap�lan anla�malar, Müslümanlar önünde yepyeni emniyetli bir saha aç�yordu. �nançlar�n� burada serbestçe söyleyebilecek, ibadetlerini serbestçe ifa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden yayabileceklerdi. Çünkü Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Hazreç, onlara kucaklar�n� açm��, her halükârda kendilerini koruyacaklar�na ve yard�mlar�n� esirgemeyeceklerine dair vaadde bulunmu�lard�. �slam güne�inin Medine’de bütün ha�metiyle parlayaca��, �imdiden gözüküyor gibiydi!
Mü�rikler, Müslümanlar�n bu emniyetli yere göç edeceklerinden endi�e duyarken, Resûl-i Ekrem, h�zla �slamla�an bu yeni yurdun �slam merkezi haline bir an evvel gelmesi için her türlü gayreti gösteriyordu.
Mekke’de oldukça nâzik bir devre ya�an�yordu. Hz. Resûlullah’�n Medinelilerle anla�ma akdetti�ini duyan mü�rikler, Müslümanlara kar�� olan zulüm ve i�kencelerini daha da art�rd�lar. Mesele, adeta bir ölüm kal�m meselesi haline gelmi�ti!
Mekke’de hayat, onlar için bir azap; içilen su, teneffüs edilen hava, sanki yak�c� bir ate� olmu�tu.
Müslümanlar, bu s�k�nt�l� ve ac� durumlar�n� Peygamber Efendimize arz ettiler ve hicret için izin istediler. Resûl-i Ekrem, ilk önce kendisine böyle bir müsaadenin henüz verilmemi� oldu�unu belirtti. Ancak bu aç�klamas�n�n üzerinden daha birkaç gün geçmi�ti ki sevinç içinde hicret müsaadesinin verildi�ini, Müslümanlara �öyle bildirdi:
“Sizin hicret edece�iniz yurdun, iki kara ta�l�k aras�nda hurmal�k bir �ehir oldu�u, bana gösterildi ve bildirildi. Mekke’den ayr�lmak isteyen oraya gitsin, Medineli Müslüman karde�lerle birle�sin. Yüce Allah, onlar� size karde� yapt� ve Medine’yi size emniyet ve huzur bulaca��n�z bir yurt k�ld�!”[1]
Görüldü�ü gibi, Kurey�li mü�riklerin Müslümanlar üzerindeki tehdit ve bask�s�, �slam’� “ya�amak” ve “ne�retmek” �artlar�yla hayatta kalmaya imkân vermeyecek bir dereceye ula��nca, Resûl-i Kibriya Efendimiz hicrete izin vermi�ti.[2]Hz. Âi�e’nin, “Mü’min, dini için Allah’a veya Resûlüne hicret etmek zorunda idi. Zira, dinini ya�amaktan menedilmesi korkusu vard�” sözü, bu durumu ifade eder.[3]
“�u halde hicret, baz� kereler yanl�� olarak ifade edildi�i gibi bir kaç�� de�il, bir aray��t�r. Dinin, tamamen yok edilme noktas�na gelen tehdit ve tehlikelerden kurtar�larak, ya�at�lmas�na müsait vasat�n aranmas�d�r. Din, kendisine gaye olarak, fiilen ya�anmay� tespit etmi�tir. Bulunulan yerin �artlar�, bu gayenin tahakkukuna imkân vermeyecek duruma geldi ise, oradan hicret etmek �artt�r, dinen vecibedir, vazifedir. Bu duruma dü�en kimseleri, hicret etmedi�i takdirde Kur’an-� Kerim mâzur addetmiyor ve kesinlikle sorumlu tutuyor.[4]Bunlar, dinlerini ya�ayabilecekleri uygun bir yer aramakla mükelleftirler.”[5]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu müsaadeden sonra “dini ya�ay�p ne�redebilmek için müsait yer arama gayreti” olan hicret hareketini inceden inceye dü�ündü. Müslümanlara, hicret ederken ihtiyatl� ve tedbirli davranmalar�n� s�k� s�k�ya tenbih etti. Mü�riklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola ç�kmalar�n� tavsiye buyurdu.
Peygamber Efendimizin bu müsaade ve tavsiyelerinden sonra Müslümanlar, bu hareketlerine engel olacak mü�riklerin dikkatlerini çekmeyecek �ekilde birer iki�er veya küçük gruplar halinde Medine’nin yolunu tuttular!
Herkesten önce Mekke’den Medine’ye hicret etmek üzere ayr�lan sahabe, Ebû Seleme �bni Abdi’l-Esed idi.
��in fark�na varan Mekkeli mü�rikler, görebildiklerini ve yakalayabildiklerini geri çeviriyorlard�. �slam dininden vazgeçirmek için her türlü çareye ba�vuruyorlard�. Öyle ki gerekti�inde kad�nlar� kocalar�ndan ay�r�yor ve kocalar�yla beraber göç etmelerine kar�� ç�k�yorlard�. Baz�lar� da hapsi boyluyordu. Fakat dâhilî bir harbin patlamas�na sebebiyet verebilir diye kimseyi öldürme cihetine gitmek istemiyorlard�. Bunun d���nda akla hayale gelecek her türlü eziyet ve i�kencelerle Müslümanlar� hicret etmekten vazgeçirmeye çal���yorlard�. Fakat Müslümanlar kat’î kararlar�n� vermi�lerdi ve ne pahas�na olursa olsun Medine’ye göç edeceklerdi. Nitekim her engeli a�arak hicretlerine devam ettiler.
Onlara nurlu ufuklar �imdiden gülümsüyordu. Bask� ve zulüm çemberinden kurtulup hür ufuklara do�ru kanat aç�yorlard�. Zaten, Medine ve Medineliler de onlar� dört gözle bekliyorlard�.
HZ. ÖMER’�N H�CRET�
Sâir Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Hz. Ömer, k�l�c�n� ku�and�. Yay�n�, oklar�n� ve m�zra��n� al�p Kâbe’ye gitti. Aç�kça Kâbe’yi yedi sefer tavaf etti. Orada bulunan mü�rik eleba�lar�na cesaretle �öyle seslendi:
“��te, ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum! Kar�s�n� dul b�rakmak, anas�n� a�latmak, çocuklar�n� öksüz b�rakmak isteyen varsa, �u vadide önüme ç�ks�n!”[6]
Bu pervas�zca sesleni�ten sonra, yirmiye yak�n Müslümanla gündüz ortas�nda Medine’nin yolunu tuttu. Mü�riklerden hiçbiri arkalar�na dü�me cesaretini gösteremedi.
Böylece, birkaç ay içinde Müslümanlar�n büyük bir k�sm� Medine’ye yerle�mek üzere Mekke’den ayr�ld�. Geride Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ile yol tedari�i göremeyecek kadar yoksul olanlar, yolculuk yapmaya takati bulunmayanlar ve mü�rikler taraf�ndan hapsedilenler kald�.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi. Fakat bu hususta Cenab-� Hakk’�n iznini bekliyordu. Hatta Hz. Ebû Bekir, Medine’ye hicret etmek arzusunu izhar ettikçe o, “Sabret! Umulur ki Allah Teâlâ, sana bir refik ihsan eyleye” buyurdu.
M�R�KLER�N TEL�I
Peyderpey Medine’ye hicret eden Müslümanlar�, Evs ve Hazreç kabileleri son derece güzel kar��lad�lar. Kendilerine yer gösterip bar�nd�rd�lar. Evli muhacirler, evli Medineli Müslümanlar taraf�ndan misafir edildiler. Bekâr muhacirler ise, Kuba’da oturan bekâr sahabe Sa’d b. Hayseme’ye misafir oldular.
Kurey� mü�rikleri, hicret eden Müslümanlar�n Medineli Müslümanlar taraf�ndan korunduklar�n�, yard�ma mazhar olduklar�n� ve onlarla birle�ip kuvvetlendiklerini görünce telâ�a kap�ld�lar. Hele, Peygamber Efendimizin de bir gün hicret edip ba�lar�na geçece�ini, kendilerine kar�� sava�abilece�ini ve gerekti�inde �am ticaret yollar�n� bile kesebilece�ini dü�ününce telâ�lar� büsbütün artt�.
Dâru’n-Nedve’de Toplant�
Derhal bu hususu görü�üp tedbir almak için Dâru’n-Nedve’de toplanmay� kararla�t�rd�lar.
Dâru’n-Nedve, Resûl-i Ekrem Efendimizin atalar�ndan Kusayy b. Kâb’�n yapt�rd���, kap�s� Kâbe’ye bakan kona�� idi. Kurey� ileri gelenleri, mühim i�lerini hep burada toplan�p konu�ur, me�veret ederlerdi.
Peygamber Efendimizin i�ini görü�mek üzere de daha önceden kararla�t�rd�klar� günün sabah�nda Dâru’n-Nedve’de bir araya geldiler.
Bu s�rada düzgün giyimli, cin bak��l� bir ihtiyar�n kap�da dikilip durdu�unu gördüler. Tan�mad�klar� bu adama, “Kimsin?” diye sordular. “Necidli bir ihtiyar�m” diye cevap verdi adam. “Böyle bir toplant�n�n yap�laca��n� duymu�tum. Ben de kat�l�p fikirlerimi söylemek istedim. Uygun görüp görmedi�im tedbirler hususunda mütalâalar�m� beyan etmek istiyorum!”
Kurey�liler, “Olur, gir!” dediler ve onu içeri ald�lar. Asl�nda ihtiyar, insan suretine girmi� �eytand�!
Verilen Korkunç Karar!
Toplant�da yüz kadar Kurey�li bulunuyordu. Al�nacak karardan hemen haberleri olmas�n diye, Hâ�imo�ullar�ndan sadece �slam dü�man� Ebû Leheb al�nm��t�. “Muhammed için ne gibi bir tedbir almam�z lâz�md�r?” diyerek meseleyi görü�meye açt�lar.
Baz�lar�, “Onu zincire vurup hapsettirelim” fikrini ileri sürdüler. Necidli bir ihtiyar suretine girmi� olan �eytan, “Hay�r!” dedi. “Vallahi bu görü�ünüz uygun de�ildir. Siz, onu hapsedecek olursan�z, bunu duyan arkada�lar� üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip al�rlar. Onun telkin ve propagandas� ile ço�alarak, bu i�te size galip gelirler! Siz ba�ka bir tedbir dü�ününüz!” Bunun üzerine baz�lar�, “Onu aram�zdan, memleketimizden sürüp ç�karal�m! Aram�zdan ayr�ld�ktan sonra nereye giderse gitsin!” dediler.
Necidli ihtiyar tekrar söz ald� ve “Hay�r, vallahi bu dü�ünceniz de yerinde de�ildir! Onun sözünün güzelli�ini, tatl�l���n�, getirdikleri ve tebli� etti�i �eylerin insanlar�n kalplerine hâkim olup durdu�unu görmüyor musunuz? Onu aran�zdan kovacak olursan�z, o da Arap kabileleri aras�nda dola��r ve onlara hâkim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek, size istedi�ini yapabilir. Onun için siz ba�ka bir �ey dü�ününüz!” dedi. Sonunda Ebû Cehil söz ald� ve “Vallahi ben, onun hakk�nda hiçbir zaman dü�ünemeyece�iniz bir tedbir dü�ündüm!” dedi.
“Nedir o?” diye sordular.
Ebû Cehil, “Onu öldürmekten ba�ka çare yoktur! Bunun için de aram�zda her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanl� seçeriz. Sonra onlar�n her birine keskin birer k�l�ç veririz. Hepsi birden onu vurup öldürürler. Böylece ondan kurtulmu� oluruz. Böylece kimin öldürdü�ü de belli olmaz. O halde, Hâ�imîler, bütün kabilelerle çarp��may� göze alamazlar ve çârnâçar diyete râz� olurlar. Biz de diyetini ödeyip meseleyi hallederiz!” diye konu�tu. Necidli ihtiyar k�l���na girmi� olan �eytan ileri at�ld� ve “En do�ru fikir ve uygun çare budur!” dedi.
Di�erleri de Ebû Cehil’in bu görü�ünü kabul ettiler ve da��ld�lar.[7]
____________________________________________________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 111; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 226; Buharî, Sahih, c. 2, s. 330; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 180.
[2] Doç. Dr. �brahim Canan, Tebli� Terbiye ve Siyasî Taktik Aç�lar�ndan Hicret, s. 17.
[3] Buharî, Sahih, c. 3, s. 65.
[4] bkz. Nisâ, 97.
[5] Doç. Dr. �brahim Canan, a.g.e., s. 17-16.
[6] Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 183-184.
[7] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 124-126; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 227; Taberî, Tarih, c. 2, s. 242-243; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 290-291; �bn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 177-178; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 189-190.
PEYGAMBER EFEND�M�ZE H�CRET �ZN�N�N VER�LMES�
Kurey� mü�rikleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin vücudunu ortadan kald�rmak için kat’î karar alm��lard� ve bunun için faaliyetlerini sürdürüyorlard�. Bu s�rada Cenab-� Hak, Sevgili Resûlüne hicret emrini verdi.
Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in evine her gün sabah veya ak�am vakitlerinde u�rard�. Fakat hicret emrini ald��� gün, ö�le vakti s�ca��nda, âdeti olmad��� bir saatte ba��n� sararak Hz. Ebû Bekir’in evine vard�. Efendimizin geldi�i haber verilence, Hz. Ebû Bekir �a��rd� ve “Vallahi, Resûlullah bu saatte hiç gelmezdi. Bu geli�inde mutlaka bir i� var!” diye konu�tu. Sonra Efendimizi içeri al�p minderinin üzerine oturttu ve “Anam babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Ne haber var?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Yüce Allah, bana Mekke’den ç�kmaya ve Medine’ye hicret etmeye izin verdi” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir merakla, “Senin refakatinle �ereflenecek miyim yâ Resûlallah?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz “Evet...” deyince, gönlüne sürur, gözlerine sevinç gözya�lar� doldu.
Hz. Âi�e, “O güne kadar, bir insan�n sevincinden böylesine a�lad���n� görmemi�tim!”[1]diyerek, muhterem babas�n�n o andaki sevincini dile getirmek istemi�tir.
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir, Medine’ye kadar kendilerine k�lavuzluk etmek üzere, henüz mü�rik, fakat güvenilir, sözünde durmas�yla tan�nm�� biri olan Abdullah b. Üreykit’le anla�t�lar. �ki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gece sonra Sevr da�� ete�inde bulu�mak üzere sözle�tiler.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in yan�ndan ayr�larak Hâne-i Sâadetine döndü.[2]
Hz. Cebrail’in �hbar�
Bu s�rada vahiy mele�i Cebrail (a.s.) gelip, Peygamber Efendimize mü�riklerin karar�n� bildirdi ve ba�vuraca�� tedbiri de �öyle aç�klad�:
“�imdiye kadar yatt���n yata��nda, bu gece yatma!”
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’yi ça��rd� ve “Yata��mda bu gece yat, uyu! �u ye�il, geni� aba h�rkam� da üzerine ört! Korkma, sana hiçbir zarar eri�meyecektir!” dedi.
Ayr�ca Hz. Ali’ye, kendisine teslim edilen emanetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke’de kalmas�n� emretti.
Mekkeliler, “Muhammedü’l-Emin” lakab�n� verdikleri Resûl-i Kibriya Efendimize, son derece güvenirler ve en k�ymetli e�yalar�n�, saklayamamaktan korktuklar� için ona teslim ederlerdi. Kurey� ileri gelenlerinin, hakk�nda ölüm karar� ald�klar� s�rada da kendilerinde emanet olarak birçok k�ymetli e�ya vard�. Ama o, bu karara ra�men, emanetlerin sahiplerine verilmesini Hz. Ali’ye emretmekle, bir kere daha büyüklü�ünü ve emanete sadâkatini ortaya koyuyordu.
Peygamberimizin Evinin Ku�at�lmas�
Plân gere�i her kabileden seçilmi� eli k�l�çl� iki yüze yak�n mü�rik, gecenin üçte biri geçince, Resûl-i Kibriya Efendimizin evinin önünde topland�lar. �çlerinde Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye b. Halef gibi az�l�lar� ve eleba��lar� da vard�. Katiller, gecenin geçmesini, ayd�nl���n etraf� sarmas�n� ve Fahr-i Âlem’in evinden ç�kmas�n� bekliyorlard�. Zira, âdetlerine göre, bir adam� evinin içinde katletmek, korkakl���n en âdisi say�l�rd�!
Peygamberimizin Hâne-i Saadetinden Ç�kmas�
Resûl-i Kibriya Efendimiz, eli k�l�çl� katillerin Hâne-i Saadetinin etraf�n� sard�klar� s�rada evinden ç�kt�. Yerden ald��� bir avuç topra�� ba�lar�na att� ve Yasin Suresi’nin ilk sekiz ayetini okudu. Hiçbiri onu görmedi ve içlerinden ç�k�p gitti.
Bir müddet sonra yanlar�na bir hem�ehrileri u�rad�; “Burada ne bekleyip duruyorsunuz?” diye sordu.
“Muhammed’i bekliyoruz” dediklerinde, “Muhammed, sizin ba��n�za toprak saç�p içinizden ç�k�p gideli hayli vakit olmu�. Hele bir kere üstünüze ba��n�za bak�n�z!” diyerek, gözü dönmü� katillerle adeta alay etti!
Birbirlerine bakt�lar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalm�� oldu�unu gördüler. �a��r�p kald�lar. Derhal Hâne-i Saadetin içerisine bakt�lar. �çeride birinin abaya sar�n�p bürünerek yatt���n� görünce, “��te, Muhammed yat�yor!” diyerek beklemeye devam ettiler; ta ortal�k a�ar�ncaya kadar!
Sabahleyin Resûl-i Kibriya Efendimiz yerine Hz. Ali’nin yataktan do�rulup kalkt���n� görünce, bütün bütün �a��rd�lar ve “Vallahi, bize söylenen do�ru imi�!” dediler.
Sonra da Hz. Ali’ye, “Muhammed nerede?” diye sordular.
Hz. Ali, “Bilmem!” diye cevap verince, hayrette kal�p ne yapacaklar�n� �a��rd�lar.
Cenab-� Hak, bu münâsebetle indirdi�i ayet-i celîlede �öyle buyurdu:
“Hani bir zamanlar o küfredenler, seni tutup ba�lamalar�, ya seni öldürmeleri yahut seni (yurdundan zorla) ç�karmalar� için sana tuzak kuruyor(lar)du. Onlar bu tuza�� kurarlarken Allah da onun kar��l���n� yap�yordu. Allah, tuzak kuranlara mukabele edenlerin en hay�rl�s�d�r.”[3]
SEVR MA�ARASINA G�D��
Hâne-i Saadetinden ç�kan Resûl-i Ekrem Efendimiz, do�ruca Hz. Ebû Bekir’in evine vard�. Kendileri için acele sefer malzemesi haz�rland� ve bir da�arc��a bir miktar az�k kondu.
Sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir, evin arkas�ndaki küçük kap�dan ç�kt�lar ve Mekke’nin a�a��s�ndaki, güneybat�s�na dü�en, �ehre üç mil (takriben bir saat) uzakl�kta bulunan Sevr da��na do�ru yol ald�lar.
Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriya Efendimizin kâh önüne geçerek yürüyor, kâh arkas�nda kalarak yol al�yordu. Efendimiz, “Yâ Ebû Bekir! Niçin böyle yap�yorsunuz?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Önünüzü arkan�z� gözetlemek, sizi korumak için yâ Resûlallah!” diye cevap verdi.
Hz. Ebû Bekir’i Y�lan�n Sokmas�
Cuma gecesi Sevr ma�aras�na vard�lar.
Ma�ara oldukça �ss�zd�. Önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Yeri temizleyip düzeltti. Ma�aradaki delikleri, izar�n� y�rtarak t�kad�. �zar� yetmeyince, geriye kalan bir deli�e de aya��n� dayad�. Sonra Fahr-i Âlem Efendimizi içeriye davet etti. Resûl-i Ekrem içeri girdi ve mübarek ba��n� S�dd�k-� Ekber’in dizine dayayarak uyudu.
Az sonra, Hz. Ebû Bekir, deli�e dayad��� aya��nda müthi� bir ac� hissetti. Y�lan �s�rmas� oldu�unu anlad�. Fakat delikten aya��n� çekmedi. Hatta Kâinat�n Efendisi uykudan uyanabilir diye yerinden bile k�m�ldanmad�! Can� öylesine ac�d� ki gözlerinden ister istemez ya� akt�. Akan gözya�lar�n�n birkaç damlas� mübarek yüzlerine damlay�nca Resûl-i Kibriya Efendimiz uyand� ve “Ne var yâ Ebû Bekir?” diye sordu.
Sadâkat timsâli Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah! Aya��m� bir �ey soktu. Ama mühim de�il! Anam babam sana feda olsun!” diye cevap verdi.
Resûl-i Kibriya, y�lan�n soktu�u yeri mübarek tükrü�üyle meshetti. Allah’�n lûtfuyla ac� derhal kayboldu ve S�dd�k-� Ekber �ifa buldu.
Örümce�in A� Germesi, Güvercinlerin Yuva Kurmas�
O anda Allah’�n emriyle bir örümcek gelip ma�aran�n a�z�na a��n� gerdi, bir çift güvercin ise gelip yuva kurdu.[4]Bu hayvanlar, Resûl-i Kibriya ve Hz. Ebû Bekir’i bütün Kurey�’e kar�� korumak için nöbettarl�k etmeye ba�l�yorlard�!
Mekke’nin Kö�e Bucak Aranmas�
Resûl-i Kibriya Efendimizi Hâne-i Saadetinde bulamayan mü�rikler, fazlas�yla s�k�l�p üzüldüler. Derhal Mekke’nin her taraf�n� didik didik aramaya koyuldular. Hz. Ebû Bekir’in evine vard�lar. Onu da bulamay�nca büsbütün öfkelendiler.
Mekke’de Resûl-i Kibriya Efendimizi bulamay�nca, bu sefer tellal ça��rtt�lar: “Muhammed’i veya Ebû Bekir’i bulup getirene veya öldürene yüz deve veririz!”
�çlerinde ne kadar h�rs�z, cani ve gözü dönmü� var ise, bu ilan� duyunca, kimi eline k�l�ç, kimi de sopalar alarak Mekke’nin d���na ç�kt�lar ve etrafta ko�u�turmaya ba�lad�lar.
Aray�c�lar, yanlar�na Müdlico�ullar�ndan iki iz takip edici de alm��lard�. Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir’in izlerini buldular. Takip ede ede gelip Sevr da��n�n eteklerine dayand�lar.
�zcilerden biri, “Vallahi” dedi. “Onlar, �u ma�aradan ileri geçmemi�lerdir! �z burada kesiliyor!”
�çlerinden bir k�sm�, Ümeyye b. Halef’le beraber ma�aran�n a�z�na kadar geldiler.
Hz. Ebû Bekir’in Hüznü
Bu s�rada Sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir onlar� görüyor, fakat mü�rikler onlar� göremiyorlard�.
Hz. Ebû Bekir, fazlas�yla telâ�a kap�ld� ve üzüldü. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Beni öldürseler de gam çekmem! Ben, nihayet bir ferdim. Ama, Allah göstermesin, sana bir zarar ve ziyan eri�tirecek olurlarsa bu, bütün ümmetin helâkine sebep olur!”
Resûl-i Kibriya, kemâl-i emniyet içinde,ا“Üzülme, Allah bizimle beraberdir” buyurarak ona teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir yine “Yâ Resûlallah!” dedi. “Onlardan birisi e�ilip de ayaklar�n�n dibinden bir bak�verse, bizi görür!”
Fahr-i Âlem Efendimiz, yine emin ve mütevekkil bir �ekilde, “Yâ Ebû Bekir! �ki ki�inin üçüncüsü Allah olursa, sen âk�betin ne olaca��n� zannediyorsun? Yakalanaca��m�z� m� san�rs�n?”[5]buyurdu. Sonra da Hz. Ebû Bekir’in iç ferahl��a kavu�mas� için Cenab-� Hakk’a dua etti.[6]
Yüce Allah, Kur’an-� Kerim’inde bu hadiseye �u ayetiyle i�aret eder:
“E�er siz ona (Resûlüme) yard�m etmezseniz, (hat�rlay�n ki) kâfirler onu (Mekke’den) ç�kard�klar� zaman bizzat Allah ona yard�m etmi�ti. Yine de O, nusretini esirgemez. O öyle bir zamand� ki Resûlullah (ancak) ikinin ikincisinden ibaretti (bir tek yan�nda Ebû Bekir vard�). O zaman onlar, (Sevr da��n�n tepesindeki) ma�aradayd�lar. Peygamber o vakit arkada��na, ‘Mahzun olma! Allah, hiç �üphe yok, bizimle beraberdir’ diyordu. Allah o (arkada��n�n) üzerine (kalbine) sekînetini (kuvve-i mânevîyesini) indirmi�, onu (habibini) görmedi�iniz (mânevî) ordularla teyit etmi�, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltm��t�. Allah’�n kelimesi (tevhid kelimesi) ise, çok yücedir. Allah, mutlak gâlibtir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”[7]
Örümcek ve Güvercinlerin Nöbettarl���
Sevr ma�aras�na oldukça yakla�an mü�rikler, “�u ma�aray� da arayal�m” dediler.
Konu�ulanlar� Fahr-i Kâinat Efendimizle S�dd�k-� Ekber duyuyorlard�.
�çlerinden biri ma�aran�n a�z�na geldi; fakat içeri girip bakma lüzumu hissetmeden geri döndü.
“Neden girip içeri bakmad�n?” diye sordular.
“Ma�aran�n a�z�nda iki yabanî güvercinin yuva kurdu�unu gördüm. Orada olduklar�na asla ihtimal vermem!” diye cevap verdi.
Az�l� mü�rik Ümeyye b. Halef ise, arkada�lar�na hiddetli hiddetli �öyle seslendi:
“Hâlâ ma�aran�n orada ne dola��p duruyorsunuz? Orada örümce�in a� ba�lad���n� görmüyor musunuz? Vallahi ben, bu a��n Muhammed do�madan önce gerilmi� oldu�u kanaatindeyim!”[8]
Bunun üzerine ma�aran�n yan�ndan uzakla�t�lar.
Böylece Cenab-� Hak, nöbetçi tayin etti�i bir örümcek ve iki yabanî güvercinle, Sevgili Resûlünü bütün Kurey�’e kar�� korumu� oluyordu!
Ma�arada Geçen Günler
Per�embe günü geceleyin Sevr ma�aras�na, Hz. Ebû Bekir’le birlikte giren Sevgili Peygamberimiz, Cuma, Cumartesi ve Pazar gecelerini orada geçirdi. Üç gün üç gece ma�arada gizlenmeleri, tedbir içindi. Mü�rikler bu zaman zarf�nda, onlar�n Mekke civar�ndan uzakla�m�� olduklar�na kanaat getirecek ve bir derece takiplerini gev�etmi� olacaklard�. Nitekim de öyle oldu.
Ma�arada gizlendikleri zaman zarf�nda, Hz. Ebû Bekir’in o�lu Abdullah, ald��� tâlimat üzere gündüzleri Kurey�liler aras�nda dola��yor, ne konu�tuklar�n�, neler dü�ündüklerini ö�rendikten sonra, geceleri gelip Resûl-i Ekrem’e haber veriyordu. Geceyi oraya geçiriyor ve ayd�nl�k tamam�yla etraf� sarmadan Mekke’ye geri dönüyordu.
Di�er taraftan, Hz. Ebû Bekir’in kölesi Âmir b. Fuheyre de, o civarda koyunlar�n� güdüyor, hem Abdullah’�n izlerini yok ediyor, hem de onlara süt götürüyordu.
Böylece, üç gün üç gece hayat da geride kalm�� oluyordu. Kurey�lilerin Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir hakk�ndaki arama taramalar� da bir derece gev�emi�ti. Hz. Abdullah’�n Mekke’den getirdi�i haber bu meyandayd�!
Bu arada, daha evvel kararla�t�r�ld��� üzere k�lavuz olarak tutulan Abdullah b. Üreykit de, kendisine teslim edilen iki deveyle birlikte kendi devesi de yan�nda bulundu�u halde Pazartesi günü seher vakti Sevr da��n�n ete�inde göründü.
Hz. Esmâ’n�n Yol Az��� Getirmesi!
Peygamber Efendimiz ve beraberindekilere yol az��� olarak bir koyun kesilmi�, eti pi�irilmi�ti. Hz. Ebû Bekir’in k�z� Esmâ (r.anha), bunu bir da�arc��a koyup bir tulum suyla birlikte ma�araya getirdi.
Hz. Esmâ, da�arc�k ve tulumun a�z�n� ba�lamak için ba� getirmeyi unutmu�tu. Ma�aradan hareket edilece�i s�rada civarda ba�layacak bir �ey bulamay�nca belindeki ku�a�� y�rt�p iki parçaya ay�rd�. Bir parças�yla yemek da�arc���n�n, di�er parças�yla su tulumunun a�z�n� ba�lad�. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Esmâ’ya cennette iki ku�ak var!” buyurdu.
Bu sebeple, Hz. Esmâ’ya “Zatü’n-N�takayn [�ki Ku�ak Sahibi]” denilmi�tir.[9]
SEVR MA�ARASINDAN AYRILI�!
Rebiülevvel ay�n�n dördüncü Pazartesi günü idi.
Ma�aradan hareket saati gelmi�ti.
Hz. Ebû Bekir, iki devesinden en üstün olan�n� Resûl-i Kibriya Efendimize takdim ederek, “Anam babam sana feda olsun yâ Resûlallah, buyur bin!” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ben, benim olmayan deveye binmem!” diye kar��l�k verdi.
Hz. Ebû Bekir tekrar, “O senindir! Babam anam sana feda olsun, buyur bin!” dedi.
Resûl-i Ekrem, yine “Binmem” dedi. “Sat�n ald���n bedeli bana söylemedikçe binmem!”
Mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin fiyat�n� söyledi ve Peygamberimiz de onu kabul etti.
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir develerine bindiler. Hz. Ebû Bekir, yolda kendilerine hizmet etsin diye terkisine azatl� siyah kölesi Amir b. Füheyre’yi de ald�.
Yol göstermekte oldukça mâhir olan Abdullah b. Üreykit önlerine dü�tü. Sevr ma�aras�ndan ayr�ld�lar.
Peygamberimizin Mekke’ye Hitab�
Resûl-i Kibriya Efendimiz, do�up büyüdü�ü mübarek �ehirden ayr�l�yordu. A�a��s�ndan geçerken Hezreve nâm mevkide devesini durdurdu. Kutsî beldeye mahzun mahzun bakt� ve “Vallahi, sen Allah’�n yaratt��� yerlerin en hay�rl�s�, Allah kat�nda en sevgili olan�s�n! Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur! Ç�kar�lmaya zorlanmam�� olsayd�m, senden asla ayr�lmaz, senden ba�ka yerde yurt yuva tutmazd�m”[10]diyerek ona olan sevgisini dile getirdi.
Bunun üzerine, Cenab-� Hak, Habib-i Edibini teselli eden �u ayeti inzal buyurdu:
“Elbette, o Kur’an’�n tebli�ini üzerine farz k�lan Allah, seni yine dönece�in yere (Mekke’ye) döndürecektir!”[11]
Dü�man�n takibini zorla�t�rmak ve onu �a��rtmak gayesiyle Medine’ye do�ru, herkesin gitti�i yoldan ayr� bir yol takip edildi. Önce, güney istikametinde K�z�ldeniz’e yak�n Tihame’ye gittiler. Sonra kuzeye döndüler. Denizden uzak çöl içinden sahile paralel yol ald�lar. Sal� günü ö�leye kadar durup dinlenmeden deve s�rt�nda yol katettiler. Sal� günü ö�le üzeri bir gölgelikte bir nebze dinlenmek için konaklad�lar. Peygamber Efendimiz, istirahate çekildi. Hz. Ebû Bekir ise, ba��nda bir muhâf�z gibi bekliyordu. Bir taraftan da etrafa göz gezdiriyordu. Uzakta bir çoban gördü. Yan�na gitti. Çoban�n koyunundan sa�d��� bir miktar sütü al�p getirdi. Resûl-i Ekrem uyan�nca kendisine takdim etti. Efendimiz kanas�ya içti.[12]
Sütsüz Keçinin Süt Veri�i
Yolculuk esnas�nda garip hadiseler cereyan ediyordu.
Yan�na var�p süt istedikleri bir çoban onlara, “Yan�mda süt verecek �u keçiden ba�kas� yok. Fakat o da hamile oldu ve sütü çekildi” dedi.
Resûl-i Kibriya’n�n �ifal� ve bereketli eli keçinin memelerine uzand�. Mübarek elleriyle, onlar� s��ad� ve dua etti. Memeler, ân�nda sütle doldu. Sa��lan sütü hepsi kana kana içti.
Hayretler içinde kalan çoban, “Allah a�k�na, sen kimsin? �imdiye kadar senin gibisine rastlamad�m!” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim odu�umu söylerim; ama gördü�ünü, duydu�unu gizli tutmak �art�yla!” dedi.
Çoban, “Olur, gizli tutar�m” diye söz verince, Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ben, Allah’�n Resûlü Muhammed’im!” buyurdu.
Hayreti bütün bütün artan çoban, “Demek, Kurey�’in ‘Yolunu sap�tt�!’ dedi�i zât sensin, öyle mi?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Onlar böyle söylüyorlar!” buyurdu.
Bunun üzerine çoban, “Ben �ehâdet ederim ki sen bir peygambersin! Getirdi�in de hakt�r. Senin yapt���n� ancak bir peygamber yapabilir! Ben, sana tâbi oldum” dedi ve orada �slamiyetle �ereflendi.
Çoban, ayr�ca kendileriyle gitme arzusunu da izhar etti. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Senin buna bugün gücün yetmez. Benim muvaffak oldu�umu haber ald���n zaman bize gel, kat�l” buyurdu.[13]
K�s�r Keçinin Süt Vermesi
Fahr-i Âlem Efendimiz, beraberindekilerle üçüncü u�rak yerleri olan Kudeyd mevkiine geldiler. Orada oturan Ebû Mâbed’in çad�r� önünden geçerken, sat�n almak maksad�yla, “Hurma veya yiyecek ba�ka bir �ey var m�?” diye sordular.
Ebû Mâbed o anda orada yoktu. Han�m� Âtike Ümmü Mâbed, “Hay�r, yiyecek bir �ey yok” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir tarafta zay�f bir keçi gördü. “Bunda süt yok mu?” diye sordu.
Ümmü Mâbed, “Onun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz, “�zin verirsen sa�ar�m” dedi.
Ümmü Mâbed, sürüyle otlamaya gidemeyecek kadar zay�f olan keçiden süt ç�kmayaca��n� biliyordu. Fakat misafire “Olmaz” demenin uygun dü�meyece�ini dü�ünerek, “Pekâlâ, onda süt bulursan sa��ver!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, gidip keçinin beline elini sürdü ve memesini de mübarek eliyle meshetti. Sonra, “Bismillahirrahmânirrahîm” diyerek dua etti. Daha sonra, “Bir kab getiriniz, sa��n�z” buyurdu.
Sa�d�lar. Getirdikleri kocaman kap doldu!
Peygamber Efendimiz, önce Ümmü Mâbed’e, sonra da orada bulunanlara doyuncaya kadar içirdi. En sonunda kendileri içti. Tekrar sa��p içtiler. Üçüncü defa da sa��p, onu Ümmü Mâbed’e b�rakt�lar.
Sonra da oradan ayr�l�p yollar�na devam ettiler.
Az sonra, Ebû Mâbed geldi. Kab içindeki sütü görünce, “Bu ne?” diye sordu.
Ümmü Mâbed, “Buraya mübarek bir zât geldi. �öyle �öyle söyledi, keçiyi böyle sa�d�” diyerek olup bitenleri tafsilât�yla anlatt�.
Ebû Mâbed, “Bunda bir hikmet var! O zât�n �ekli ve simas� nas�ld�?” diye sordu.
Ümmü Mâbed, “Orta boylu, kara ka�l�, kara gözlü ve gayet nurani yüzlü, lâtif bir adamd�” diyerek Peygamber Efendimizin �ekil ve �emâilini birer birer beyan etti.
Bunun üzerine Ebû Mâbed, “Vallahi” dedi. “Bu senin tarif etti�in zât, Kurey� içinde zuhur eden peygamberdir! E�er ben burada bulunsayd�m ona tâbi olur, beraberinde gitmeyi ondan dilerdim!”[14]
Resûlullah’tan “Bu keçiyi (veya koyunu) kesme” diye de emir alan Ümmü Mâbed demi�tir ki:
“Resûlullah’�n memesini meshetti�i o keçi (veya koyun) Hz. Ömer’in hilâfetinde meydana gelen, Hicret’in 18. y�l�ndaki k�tl�k ve kurakl��a kadar sa� kald�. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir �ey bulamazken, biz onu sabah ve ak�am sa�ard�k!”[15]
Süraka’n�n Ba��na Gelenler
Kurey�’in Peygamber Efendimizi ele geçirenlere yüz deve vadetti�i, Kinâne kabilesinden olup o havalide ya�ayan Benî Müdlic a�ireti taraf�ndan da duyulmu�tu. Sahil yolundan iki deveyle dört ki�inin geçip gitti�ini de i�itmi�lerdi.
Bunlardan gayet cesur ve ayn� zamanda iyi iz takip eden Süraka b. Mâlik de, bu mükâfat�n tatl�l���na kanarak, Resûl-i Ekrem Efendimizi takibe koyulmu�tu. Bir ihbar üzerine harekete geçen Süraka, k�sa zamanda izlerini buldu. Dörtnala ko�turdu�u at�yla gittikçe Resûl-i Ekrem Efendimiz ve beraberindekilere yakla��yordu. Aralar�nda az bir mesafe kalm��t�. Hz. Ebû Bekir, Süraka’n�n geldi�ini görünce telâ�land�.
Peygamber Efendimiz, ma�arada dedi�i gibi, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” dedi ve dönüp Süraka’ya bakt�. Süraka’n�n at�n�n ayaklar� bir anda dizlerine kadar yere batt�. Kurtulunca, tekrar takip etti. Fakat yine at�n�n ayaklar� yere sapland� ve at�n�n ayaklar�n�n sapland��� yerden duman gibi bir �ey ç�kt�. O vakit anlad� ki ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ili�sin!
“Yâ Muhammed!” dedi. “Dua et, kurtulay�m! Sana hiç dokunmayaca��m! Seni takip edecek kimselere de senden hiç bahsetmeyece�im!”[16]
Server-i Kâinat Efendimiz dua etti. Cenab-� Hak, duas�n� kabul etti ve Süraka’y� o mü�kîl durumdan kurtard�.
Süraka, Resûl-i Ekrem Efendimizin yan�na vard�. Kendisini tan�tt�. �leride �slamiyetin her tarafa hâkim olaca�� mülâhazas�yla bir emanname istedi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, kendisine yaz�l� bir emanname verdi.
Bir rivayete göre, bu emannameyi Hz. Ebû Bekir,[17]di�er bir rivayete göre ise Âmir �bni Füheyre yazd�.[18]
Emannameyi alan Süraka, “Ey Allah’�n peygamberi! Emret, istedi�ini yapay�m!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Git, öyle yap ki ba�kas� gelmesin!” diye ferman etti.
Peygamber Efedimizden bu tâlimat� alan Süraka, derhal geri döndü. Arkadan gelen Kurey�’in takipçilerine de, “Ben buralar� aray�p tarad�m, kimseyi bulamad�m. Ba�ka tarafa bakal�m” diyerek onlar� geri çevirdi.[19]
Kaderin tecellisine bak�n�z ki günün ba�lang�c�nda Sevgili Peygamberimizi ele geçirmek veya öldürmek için at�na atlay�p takibe ç�kan Süraka, günün sonunda ayn� zât�n bir muhâf�z� oluyor ve onu dü�man takipçilerden korumaya çal���yor!
Sonralar� Ebû Cehil, Süraka’n�n bu haline vâk�f olunca, pek ziyade gadaba geldi ve onun gayretsizli�inden bahsederek, hakk�nda bir k�t’a hicviye söyledi.
Mucize-i Ahmediyye’ye �ahit olan Süraka da ona, “E�er at�m�n ayaklar�n�n nas�l yere gömüldü�ünü göreydin, sen de Muhammed’in peygamberli�ine iman ederdin!” k�t’as�yla cevap verdi.[20]
Ayn� Süraka, Hicret’in 8. senesinde Resûl-i Ekrem Efendimizin Huneyn Gazâs�’ndan dönü�ü s�ras�nda huzur-u risâlete emannameyle gelecek ve �slamiyetle mü�erref olup, Peygamberimizin iltifat�na mazhar olacakt�r!
Bir Çoban
Süraka döndükten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, beraberindekilerle yine k�zg�n çöller üzerinde yol almaya ba�lad�. Sanki gökten alev ya��yor, yerden k�zg�n k�v�lc�mlar f��k�r�yordu!
Bu s�rada onlar� bir çoban gördü. Kurey�’e haber vermek üzere son sürat Mekke’ye geldi. Fakat �ehre girer girmez ne için geldi�ini birden unutuverdi! Ne kadar çal��t�ysa bir türlü hat�rlayamad�. Mecbur olup geri döndü. Sonra anlad� ki ona unutturulmu�![21]
Hz. Zübeyr’in Peygamberimizle Kar��la�mas�
Hz. Zübeyr b. Avvam, �am ticaret kafilesiyle Medine’den Mekke’ye gitmekte idi. Yolda Resûl-i Kibriya Efendimizle kar��la�t�. Peygamber Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’e birer beyaz �am ma�lah� giydirdi. Medineli Müslümanlardan birinin, “Resûlullah ve arkada�lar� geciktiler” dedi�ini haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, hareketini süratlendirdi.[22]
Mekke’ye gelip i�lerini yoluna koyan Hz. Zübeyr b. Avvam da Medine’ye hicret etmi�tir.
Büreyde’nin Müslüman Olmas�
Deve s�rt�nda süratle yol alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, beraberindekilerle gelip Amim denilen mevkiye ula�t�.
Sehmo�ullar� yurdu buraya yak�n idi. Reislerinden Büreyde b. Husayb, Kurey�’in yüz deve vaadini i�itmi� oldu�undan yan�na seksen kadar adam�n� da alarak gelip Peygamber Efendimize kavu�tu.
Resûl-i Ekrem ona, “Sen kimsin?” diye sordu.
“Ben, Büreyde’yim” deyince, Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir! ��imiz, serinledi ve düzeldi” dedi.
Peygamberimiz tekrar Büreyde’ye, “Kimlerdensin?” diye sordu:
“Eslem kabilesindenim” cevab�n� verdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, yine Hz. Ebû Bekir’e dönerek, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Selamete erdik!”
Peygamber Efendimiz, “Eslem’in hangi kolundans�n?” diye sordu.
Büreyde, “Sehmo�ullar�ndan�m” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz, Hz, Ebû Bekir’e, “Yâ Ebû Bekir! Okun ç�kt�” buyurdu.
Fahr-i Kâinat, kat’iyyen tatayyur[23]etmezdi. Yaln�z güzel �eylerde, hasenatta tefeül ederdi, yani hayra yorard�. Onun için Büreyde’ye rastlamas�n� iyi bir hal ve alâmet sayd�.
Bu sefer Fahr-i Kâinat’�n akvâl ve etvar�ndaki metanet ve a��rba�l�l��a, lisan�ndaki düzgünlü�e musahhar ve hayran olan Büreyde, “Peki, ya sen kimsin?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Ben, Abdülmuttalib’in o�lu Abdullah’�n o�lu Muhammed’im ve Allah’�n Resûlüyüm” dedi ve onu �slam’a davet etti.
Büreyde, davete derhal icabet etti ve beraberindekilerle birlikte �ehâdet kelimesi getirerek Müslüman oldu.[24]
Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirdi.
Sabah olunca Büreyde, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Yan�nda bir bayrak olmadan Medine’ye girmen do�ru olmaz!”
Sonra da sar���n� ç�kar�p m�zra��n�n ucuna ba�lad�. Medine’ye girinceye kadar Peygamber Efendimizin önünde onu ta��yarak yürüdü.
Resûl-i Kibriya Efendimiz Büreyde hakk�nda, “Ashab�mdan bir zât, bir memlekette vefat edecektir. O, k�yamet gününde, o memleketin nuru ve o memleket halk�n�n önderi olacakt�r” buyurmu�tur.[25]
Hakikaten Büreyde Hazretleri, �slam u�runda büyük fedakârl�klarda bulundu, �slam mücahitleriyle Horasan’a kadar gitti ve Merv’de vefat etti.[26]
______________________________________________________
[1] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 128-129.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 128-129; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 227-228; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332; Taberî, Tarih, c. 2, s. 245; �bn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181.
[3] Enfâl, 30.
[4] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 228; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260; �bn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 182.
[5] Müslim, Sahih, c. 7, s. 106; Ahmed �bn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 4.
[6] �sfahanî, Delâil, s. 278.
[7] Tevbe, 40.
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260.
[9] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 131; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 229; Buharî, a.g.e., c. 2, s. 332; Taberî, Tarih, c. 2, s. 247.
[10] �bn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 176.
[11] Kasas, 85.
[12] Müslim, Sahih, c. 8, s. 236; �sfahanî, Delâil, s. 279.
[13] �sfahanî, a.g.e., s. 279.
[14] �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 230-231; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 259; �bn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 188.
[15] Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 220.
[16] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 134; �bn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 232; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332-333; �bn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 184-185.
[17] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 135; Kad� �yaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[18] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333; �bn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 185.
[19] �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 232; Halebî, �nsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 219-22; Kad� �yaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[20] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 220.
[21] Kad� �yaz, a.g.e., c. 1, s. 688; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 145.
[22] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333.
[23] “Tatayyur”, e�ya ve hadiseler ile bilhassa ku�lar�n uçu� tarzlar� ve ötü�leri ile te�eüm etmek, yani u�ursuz saymak demektir.
[24] �bn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 241-242; �bn Abdi’l-Berr, el-�stiab, c. 4, s. 471; �bn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 1, s. 176.
[25] �bn Esir, a.g.e., c. 1, s. 176.
[26] �bn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 242; �bn Esir, a.g.e., c. 1, s. 175.
PEYGAMBER EFEND�M�Z�N MED�NEYE GEL���
Medineli Müslümanlar, Resûl-i Kibriya Efendimizin Mekke’den Medine’ye gelmek üzere yola ç�kt���n� duymu�lard�. Bunun için her gün sabah namaz�ndan sonra Harre mevkiine ç�karak, ö�le s�ca�� bas�ncaya kadar yolunu heyecan ve sab�rs�zl�kla beklerlerdi.
Yine bir gün te�rif-i Nebevîyi uzun uzun beklemi�ler, gelmedi�ini ve etraf�n� da �iddetli s�cakl���n bast���n� görünce evlerine geri dönmü�lerdi.
Bu s�rada bir i�i için evinin dam�na ç�km�� olan bir Yahudi, beyazlara bürünmü� birkaç ki�inin çölün s�cakl���n�, serap ve sisleri yara yara gelmekte oldu�unu gördü. Müslümanlar�n, Hz. Resûlullah’� günlerden beri beklemekte oldu�unu biliyordu. Kendisini tutamayarak, “Ey Arap toplulu�u! ��te, bekledi�iniz devletliniz geliyor!” diye hayk�rarak Müslümanlara müjde verdi.[1]
Bu müjde, Medine sokaklar�nda bir �im�ek gibi çakt�. �ehir bir anda bayram havas�na büründü. Çünkü insanl��a huzur ve saadet sunan zât geliyordu! Müslümanlar derhal silahlan�p o tarafa do�ru ko�tular.
Kar��lay�c�lar, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir’e, bir hurma a�ac�n�n gölgesinde dinlenirken kavu�tular. Hz. Ebû Bekir, ba�ucunda ayakta duruyordu! Günlerden beri yolunu heyecan, sab�rs�zl�k ve muhabbetle bekledikleri ak ma�laha bürünmü� Kâinat�n Efendisini selamlad�lar, nur saçan mübarek simas�n� temâ�âya ba�lad�lar.
Hurma a�ac�n�n gölgesinde bir müddet yorgunlu�unu gideren Resûl-i Kibriya, daha sonra beraberindekiler ve kar��lay�c�lar ile birlikte Medine’nin sa� taraf�na dü�en Kuba köyüne do�ru yoluna devam etti.
Rebiülevvel ay�n�n çok s�cak bir Pazartesi günü idi.
Güne�, ate�ten oklar�n� bütün �iddetiyle yeryüzüne gönderiyordu. Ku�luk vakti Resûl-i Kibriya Efendimiz, etraf�ndaki mü’minler halkas�yla Medine’ye bir saat kadar mesafesi olan Kuba köyüne vard�. Orada Amr b. Avfo�ullar�n�n karde�i Gülsüm b. Hidm’in evine indi. K�zg�n kumlar üzerindeki süratli yolculuk Efendimizi oldukça yormu�tu. Müslümanlarla görü�mek arzusuna binaen Kuba’da bir müddet ikamet etmeye karar verdi.
Geceleri Medineli Müslümanlar�n e�raf�ndan oldukça ya�l� bir zât olan Gülsüm b. Hidm’in evinde kalan Efendimiz, gündüzleri ise Müslümanlarla konu�mak, sohbet etmek için ashaptan bekâr bir zât olan Sa’d b. Hayseme’nin evine giderdi. Zaten, muhacirlerin bekârlar� da onun evinde kal�rlard�. Bu sebeple evine “Dârü’l-Uzab [Bekârlar Evi] ” denirdi.[2]
Hz. Ali’nin Gelip Efendimize Kavu�mas�
Hz. Ali, Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle, Kurey�lilerin kendisine teslim ettikleri k�ymetli e�ya ve emanetlerini sahiplerine iade etmek maksad�yla Mekke’de kalm��t�.
Hz. Ali, bu vazifeyi yerine getirmi� ve Efendimizin Mekke’den ayr�l���ndan üç gün sonra da hareket etmi�ti. Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Kuba’da iken gelip kavu�tu. Yürümekten ayaklar� �i�mi� ve kabarm�� idi. Peygamberimiz, onu gözya�lar� aras�nda kucaklad� ve aya��n�n iyile�mesi için dua edip eliyle meshetti. Cenab-� Hak ân�nda �ifa ihsan etti. Hz. Ali’nin ayaklar�nda ne kabarmadan, ne de a�r� ve s�z�dan eser kalmad�.[3]
KUBA MESC�D�’N�N �N�ASI
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Amr b. Avfo�ullar�nda on küsur gece misafir kald�. Bu müddet zarf�nda Kuba Mescidi’ni tesis etti ve bu mescit içinde namaz k�ld�.
Efendimizin tesis ettikleri mescitten önce, Müslümanlardan baz�lar� kendileri için mescit in�a etmi�lerse de, �slam cemaati için ilk olarak bina olunan mescit, i�te bu Kuba Mescidi’dir.
Gülsüm b. Hidm Hazretlerinin, üzerinde hurma kuruttu�u arsas�nda bina edilen bu ulvî mâbedin in�as�nda, Resûl-i Kibriya Efendimiz bizzat çal��t�. Bir seferinde kuca��na güçlükle kald�r�labilecek büyükçe bir ta� alm��lard�. Sahabenin biri yan�na var�p, “Yâ Resûlallah! Anam babam sana feda olsun! Elindekini bana ver” deyince, “Hay�r vermem! Sen de ba�kas�n� al” buyurarak gayret ve faaliyetten büyük zevk ald���n� ifade etmi�ti. Böylece ibadeti, takvâs�, sadâkati, metaneti, cesareti vesâir bütün güzel vas�flarda oldu�u gibi gayret ve çal��kanl��� ile de sahabelere en güzel örnek oluyordu.
Kuba Mescidi
Onun bu gayret ve faaliyetini mü�âhede eden Müslümanlar da, a�k ve �evk içinde b�kmadan usanmadan ve zerre kadar fütur eseri göstermeden çal���yorlard�. Mescit yap�l�p bitinceye kadar Peygamber Efendimiz, çal��maktan bir an olsun geri durmad� ve kendisini sâir Müslümanlardan farkl� bir muameleye tâbi tutmad�.
Kuba Mescidi’nin Ehemmiyet ve Fazileti
Kuba Mescidi, Resûl-i Kibriya’n�n hicreti ve özellikle Kuba köyüne ula�mas�yla ba�layan nurani ve muazzam bir devrin mübarek bir âbidesidir. Bu sebepledir ki Kur’an lisan�yla “Takvâ Mescidi” ad� verilerek �erefli k�l�nm��t�r. �lgili ayet-i kerimede meâlen �öyle buyrulur:
“Muhakkak bu bir mescittir ki onun temeli Medine’ye hicretin ilk gününde takvâ üzere at�lm��t�r. Aziz Peygamberim! Bu mescit senin, içinde namaz k�lmana daha lây�kt�r. Bu mescitte son derece temizli�i ve nezaheti seven bir cemaat vard�r. Allah da, çok temiz ve faziletli olanlar� sever!”[4]
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, hayat� müddetince her Cumartesi günü yaya veya binitli olarak bu mübarek mescidi ziyaret eder ve içinde namaz k�lard�. Ayr�ca mü’minleri de te�vik ederek, tam bir temizlik ve nezahetle bu mübarek mescitte namaz k�lan kimse için bir umre sevab� oldu�unu müjdelerdi.
�slamî geli�menin önündeki engellerin yava� yava� bertaraf oldu�u, �slam’�n inki�af ve teâliye ba�lad��� bir dönemde in�a edilmi� olmas�, Kuba Mescidi’ne ayr� bir manâ ve ehemmiyet atfeder.
Suheyb b. Sinan’�n Kuba’ya Geli�i
Suheyb b. Sinan, mü�riklerin eziyet ve i�kencelerine maruz kalan kimsesiz Müslümanlardan biri idi. Medine’ye hicrete Efendimiz taraf�ndan izin verildi�i s�rada bir türlü f�rsat�n� bulup Mekke’den ayr�lamam��t�.
Hz. Ali’nin hicret etti�ini görünce, o da Medine’ye hicret maksad�yla haz�rlan�p yola ç�km��t�. Bunu gören Mekkelilerden baz�lar� arkas�na dü�üp yeti�tiler ve “Sen buraya fakir olarak geldin, yan�m�zda zengin oldun! Kendinle birlikte bu bol serveti de al�p götürmek istiyorsun. Buna müsaade edemeyiz!” demi�lerdi.
�man�ndan ald��� cesaretle, bu kahraman sahabe, hemen bine�inden inmi�, çantas�ndaki oklar� ç�kar�p kar��s�nda duran Kurey� toplulu�una, “Benim, içinizde en iyi ok atanlardan biri oldu�umu bilirsiniz. Yan�mdaki oklar�n hepsini atar, onlar biterse k�l�c�m� çalar�m! Bunlardan biri elimde bulundu�u müddetçe yan�ma sizi yakla�t�rmam!” diye hitap etmi�ti.
Mü�rikler, bu kahramanca sesleni�e cevap vermemi�lerdi. Bu �slam kahraman�n�n kolay kolay teslim olmayaca��n� biliyorlard�. Bir tarafta kalbindeki Allah’a iman�n verdi�i hadsiz cesaretle duran Suheyb b. Sinan, di�er tarafta gönüllerine �irk ürkekli�i hâkim birçok mü�rik vard�.
Sonunda Suheyb, �u teklifte bulunmu�tu:
“Size, bütün servetimin yerini gösterir, onu size b�rak�rsam, gitmeme müsaade eder misiniz?”
Gönülleri dünya mal� sevgisiyle dolu mü�rikler, “Evet...” demi�lerdi.
Hz. Süheyb de onlara servetini b�rakarak Allah yolunda dini ve iman�n� serbestçe ya�amak u�runda hicretine devam etmi�ti.
Rebiülevvel ay�n�n ortalar�na do�ru gelip Kuba’da Resûl-i Kibriya Efendimize kavu�tu. Yolda gözü a�r�m��, karn� ise son derece ac�km��t�. O s�rada Efendimiz ve yan�nda bulunan Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in önünde taze yaprakl� salk�m halinde hurma vard�. Hz. Suheyb, hemen ya� hurmalar� yemeye ba�lad�.
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Suheyb’i görmüyor musun? Hem gözü a�r�yor, hem de ya� hurma yiyor!” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Suheyb! Hem gözün a�r�yor, hem de ya� hurma yiyorsun!” buyurunca sahabe, “Yâ Resûlallah! Ben, gözümün sa�lam, a�r�mayan taraf�yla yiyorum!” diye lâtif bir cevap vererek Efendimizi tebessüme getirdi.
Hz. Süheyb daha sonra, “Yâ Resûlallah! Sen Mekke’den ç�kt���n zaman mü�rikler beni yakalay�p hapsettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ailemi sat�n ald�m!” dedi.
Resûl-i Muhterem Efendimiz, “Suheyb kazand�! Suheyb kazand�! Ebû Yahya! Sat�� kârl� ç�kt�! Sat�� kârl� ç�kt�”[5]buyurarak, bu kahraman sahabeyi müjdeleyip sevindirdi.
Bunun üzerine �u ayet-i kerime nâzil oldu:
“�nsanlardan, Allah’�n r�zas�n� kazanmak için can�n� seve seve feda edenler var! Allah ise, kullar�na kar�� çok �efkatlidir.”[6]
Kuba’dan Hareket
Server-i Enbiya Efendimiz, Kuba’da on küsur gece ikamet buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine’ye do�ru hareket etti. Kasvâ ad�ndaki devesinin üzerinde idi. Pe�inde Hz. Ebû Bekir, sa� ve solunda ise ana taraf�ndan day�lar� olan Neccaro�ullar�ndan silahl� yüz ki�i ile birçok Medineli Müslüman yer alm��t�.
Manzara, dü�ündürücü oldu�u kadar da sevindirici ve ümit verici idi. Mekke’de yaln�zl�kla ba�ba�a b�rak�lm�� bulunan Resûl-i Kibriya’n�n etraf�n� �imdi, içleri nur, d��lar� nur yüzlerce insan sarm��t�! Dillerinde tekbir, gönüllerinde ise hadsiz sürur vard�. Kendilerine dünya ve ahiret saadetinin kayna�� olan gerçek iman ve �slam’� sunan bu �erefli zât�n yolunu günlerden beri sab�rs�zl�kla beklemi�lerdi. �imdi ise ona kavu�man�n e�siz sevincini duyarak, hissederek ya��yorlard�.
MED�NE’DE �LK CUMA NAMAZI
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yol esnas�nda sol tarafa yönelerek Sâlim b. Avfo�ullar� yurduna vard�. Ranuna mevkiine geldiklerinde Cuma namaz� vakti girdi. Efendimiz, Ranuna vadisinin ortas�ndaki Cuma Mescidi’nin yerine indi ve burada Cuma namaz� k�ld�.
Bu, Peygamber Efendimizin Medine’de k�ld��� ilk Cuma namaz� idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, burada arka arkaya iki hutbe irad buyurdu. �lk hutbesinde Allah’a hamd ve senâdan sonra meâlen Müslümanlara �öyle hitap etti:
“Ey insanlar! Sa�l���n�zda ahiretiniz için tedarik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki k�yamet gününde birinin ba��na vurulacak ve çobans�z b�rakt��� koyunundan sorulacak. Sonra Cenab-� Hak, ona diyecek. Ama nas�l diyecek? Tercüman� yok, perdedar� yok. Bizzat diyecek ki: ‘Sana benim Resûlüm gelip de tebli� etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin?’ O kimse dahi sa��na soluna bakacak, bir �ey görmeyecek. Önüne bakacak, cehennemden ba�ka bir �ey görmeyecek! Öyle ise, her kim ki kendisini velev ki bir yar�m hurmayla olsun ate�ten kurtarabilecekse, hemen o hayr� i�lesin. Onu da bulamazsa, bâri kelime-i tayyibe ile [güzel sözle] kendisini kurtars�n. Zira, onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevab verilir. Allah’�n selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun!”[7]
�kinci Hutbe
Resûl-i Kibriya, ikinci hutbesinde ise meâlen �öyle buyurdu:
“Allah’a hamdolsun. Allah’a hamdederim ve O’ndan yard�m isterim. Nefislerimizin �erlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a s���nd�k. Allah’�n hidayet etti�ini kimse sapt�ramaz. Allah’�n idlâl etti�ine de kimse hidayet edemez.
“Allah’tan ba�ka ilâh olmad���na �ehâdet ederim. O, birdir, �eriki yoktur.
Cuma Mescidi
“Kelâm�n en güzeli Kelâmullah’t�r. Kimin ki Allah, kalbini Kur’an’la süsler ve onu kâfir iken �slam’a dâhil eder, o da Kur’an’� sâir sözlere tercih ederse, i�te o kimse felâh bulur.
“Do�rusu, Kitabullah, kelâmlar�n en güzeli ve en beli�idir. Allah’�n sevdi�ini seviniz. Allah’� can ve gönülden seviniz. Allah’�n kelâm�ndan ve zikrinden usanmay�n�z. Ve Allah’�n kelâm�ndan kalbinize kasavet gelmesin. Zira, Kelâmullah, her �eyin en güzelini, en iyisini ay�r�p seçer. Amellerin hay�rl�s�n� ve kullar�n güzidesi olan peygamberleri ve k�ssalar�n iyisini zikreder; helâl ve haram� beyan eder. Art�k. Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiçbir �eyi �erik etmeyiniz. O’ndan hakk�yla sak�n�n�z.
“Hay�rl� i�ler i�leyiniz ve bu iyi i�leri diliniz de teyit etsin.
“Allah’�n kelâm�yla birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki Allahü Teâlâ ahdini bozanlara gazap eder.
“Allah’�n selam� üzerinize olsun!”[8]
Akabe’deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi beldelerine geldi�i zaman, her cihetle onu koruyacaklar�na dair söz vermi�lerdi.
Önce, Resûl-i Ekrem onlar�n yurduna gelip bir müddet Kuba’da ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine’ye girmek üzere bulundu�undan, art�k onlar�n sözlerini yerine getirme vakti gelmi� demekti.
Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda Cenab-� Hakk’�n, ahdini bozanlara gazap edece�ini beyan etmekle sözlerine son veriyordu.
________________________________________________________________
[1] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 137; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 233.
[2] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 138; �bn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 233.
[3] Halebî, �nsan, c. 2, s. 233.
[4] Tevbe, 108.
[5] �bn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 227-229.
[6] Bakara, 207.
[7] �bn Hi�am, Sîre, c. 2, s. 146.
[8] �bn Hi�am, a.g.e., c. 2, s. 147.
VAL� ve ZEK�T MEMURLARININ G�NDER�LMES�
NEC���N�N CENAZE NAMAZINI KILMASI
B�R AY HANIMLARINDAN UZAK KALMASI
TEB�K GAZ�SI
Hz. �MM� G�LS�M'�N VEF�TI
SAK�F KAB�LES� HEYET�N�N MED�NE'YE GEL���
BEN� H�L�L HEYET�
ABDULLAH B�N �BEYY'�N �L�M�
HACCIN FARZ KILINMASI
H�CRET�N DOKUZUNCU SENES�N�N D��ER M�H�M H�D�SELER�
Hz. �BRAH�M'�N VEFATI
HAL�D B�N VEL�D'�N NECRAN'A G�NDER�LMES�
BELDELERE VAL� VE ZEK�T MEMURLARI G�NDER�LMES�
VED� HACCI
VED� HUTBES�
VED� TAVAFI
YALANCI PEYGAMBERLER�N �IKI�I
�S�ME ORDUSU
RAS�LULLAH'IN SON Z�YARETLER�
RAS�LULLAH'IN SON G�NLER�
M�SL�MANLARLA HELALLE�MES�
VEFATINDAN SONRASI
HENDEK SAVA�INDAK� BEREKET
HAZRET� ENES�N GET�RD��� AZ ARPA EKME��N�N BEREKETLENMES�
B�R ZATIN �YAL� ���N �STED��� TAAMIN BEREKETLENMES�
B�R KASE ET�N FEVC FEVC GELEN �NSANLARA YETMES�
|